Etnik gerginlik ve terör tehdidi altında: Etiyopya

Terör örgütleri Şebab ve DEAŞ ülkedeki etnik ihtilaflardan faydalanabilir

Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed (GETTY)
Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed (GETTY)
TT

Etnik gerginlik ve terör tehdidi altında: Etiyopya

Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed (GETTY)
Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed (GETTY)

Muna Abdulfettah
Nobel Barış Ödülüne sahip olan Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed’in başarılarına rağmen, ülkedeki siyasi çatışmaların, ‘etnik çatışmalara’ dönüşme tehlikesi yaşanıyor. Başbakan Ahmed’in, ‘Oromo’ ırkına yönetimde geniş yer vermesi, zaten hâlihazırda gergin olan ‘etnik ilişkileri’ daha da tehlikeli bir boyuta taşıyor. Tigray, Oromo ve Amhara gibi etnik gruplar arasındaki ‘kırılgan denge’ sarsılmış durumda.
Abiy Ahmed'den önceki otoriter hükümetler, protesto gösterilerine ve ayrılıkçı hareketlere sert müdahaleler yapıyor, dolayısıyla ‘şiddet yoluyla’ bölünmelerin önüne geçiyordu. Abiy Ahmed ise siyasi reformlar yaptı, düşünce ve ifade özgürlüğüne alan tanıdı ve muhaliflerin ülkeye dönüşüne imkân sağladı. Ancak bazı etnik gruplara yönetimde öncelik tanıması ve kazanımlarını kaybetmekten rahatsız olan muhaliflerin ‘etnik politikaya’ başvurması çatışmaları alevlendirdi. Etnik çatışmalar ise Şebab Hareketi ve DEAŞ gibi aşırılık yanlısı terör örgütlerinin tehditlerini arttırmasına olanak sağladı.
Böylelikle Etiyopya çapraz ateş altına girmiş oldu.

Kızıl Etiyopya
1970'lerden bu yana, Etiyopya'da demokrasi kavgası ‘Afrika sosyalizmiyle’ iç içe ilerlemiştir. Etiyopya’da her zaman ‘romantik devrim’ hayalleri canlıydı. Sol hareketi kendi içinde idealist entelektüel ve düşünürler barındırmakla birlikte, yönetimi kendi çıkarları doğrultusunda ele geçirmek isteyen askerleri de içeriyordu. Bu devrimci rüzgârların ortasında, Mengistu Haile Mariam (1974-1991) yüzlerce yıldır süregelen monarşiyi deviren Geçici Askeri Yönetim Konseyinin başına geçmeyi başardı. Mengistu sadece sosyalizm düşüncesini ithal etmekle yetinmeyip, Etiyopya’yı Sovyetler Birliği’ne peşkeş çekti, bir süre sonra ise Küba deneyimi doğrultusunda Marksist-Leninist çizgiye yöneldi.
Diktatör olması hasebiyle, sosyalizmin ilkelerini, kendi çıkarları doğrultusunda tavzif etmeyi alışkanlık haline getirmişti. İktidarını korumak için ne gerekiyorsa onu yapıyordu. 1991’de Mengistu’nun kaçışıyla birlikte bir yönetim boşluğu doğdu. Etiyopya bir yandan kıtlıkla mücadele ederken diğer yandan ‘etnik kökenli’ bir iç savaş tehlikesi yaşıyordu.

İyileşmeyen yaralar
Ekim 2016'da, Etiyopya Cumhuriyeti'ndeki en büyük etnik grup olan Oromo halkı, kırk yıldır verdikleri ‘kendi kaderini tayin etme’ mücadelesini zirveye çıkardılar. Oromolar 80 milyonluk Etiyopya nüfusunun yüzde ellisine tekabül ediyor. Protestoların kıvılcımını ise, hükümetin tarım topraklarına el koyarak Oromoların eski yaralarını kanatmış olmasıydı. Öfkelenen milyonlar sokaklara aktı, Amhara halkı da Oromolara katıldı. Hükümet ülke genelinde 6 ay süreli olağanüstü hal ilan etmek zorunda kaldı. O zamanki Etiyopya Başbakanı Hailemariam Desalegn, daha sonra, güvenlik güçlerinin protestoculara müdahalelerinde 500 kişiden fazla insanın yaşamını yitirdiğini itiraf edecekti.
Oromo ve Amhara etnik grupları, birlikte Etiyopya nüfusunun yüzde 60'ını oluşturuyor. Bu iki etnik grubun üyeleri, Afrika kıtasında yaygın olan sorunlardan’ musdaripti; politik ve ekonomik olarak dışlanış. Ülke yönetimi bir azınlık olan Tigranian’ların elindeydi. Ayrıca Müslüman Oromolar, hükümetin kendilerini yönetmek için atadığı liderlerden memnun değildi. Hükümetin büyük tarım projeleri için, çiftçileri topraklarından çıkarmış olması da ciddi tepkilere neden olmaktaydı. Yönetim, Amhara halkının bir kısmını Amhara bölgesi yerine Tigray’a bağlamak istedi, böylelikle Oromya bölgesini bölmeyi hedefliyordu. Amhara’lılar bu uygulamalara itiraz etti.
Etiyopya resmi medyasının sık sık başvurduğu propagandalardan biri de, ülkedeki ekonomik gelişme ve istikrara dairdir. Etiyopya bu şekilde komşu ülkelerdeki nüfuzunu arttırabilmiştir. Protesto gösterileri ise, uzun yıllar ‘kül altında’ kalmış olan devrim ateşini körükledi. 
Olayların meydana gelmesinin en büyük sorumlusu, iktidar koalisyonunun en etkili bileşeni olan Tigray Cephesi’dir. Ülke nüfusunun yüzde yedisini temsil eden Tigraylar, ülke yönetiminde 1991’den beri en çok söz sahibi olan etnik gruptur. Tigraylar bireysel özgürlükler üzerinde kısıtlamalara gitmiş, aynı şekilde servetin adil dağılımına engel olmuştur. Oromo halkı (güney ve batı) ve Amhara halkı (kuzey) en kalabalık gruplar olmasına rağmen, bu süreçlerde mağdur edilmiştir.

Etnik dönüşüm
Etiyopya 1991’den bu yana Etiyopya Halkları Devrimci Demokrat Cephesi tarafından yönetilmekteydi. Başbakanı Hailemariam Desalegn, koalisyon hükümetinde yer alan etnik temelli partiler arasındaki anlaşmazlıkların önüne geçemeyince istifa etme yolunu seçti. Afrika’da liderlerin son ana kadar ‘koltuklarına yapıştığı’ düşünülürse bu olumlu bir adımdı. Bazıları Desalegn’in istifasını sorunları çözme hususunda aciz olmasına bağladı. Bazıları ise, tarım, sanayi ve turizm gibi önemli sektörlerdeki başarılarını ve altyapı yatırımlarını takdir etti. En önemli başarılarından biri olarak da; Nahda Barajı’na Uluslararası Para Fonu'na başvurmadan finansman sağlaması gösterildi.

İhtilaf noktası
Hailemariam Desalegn, Meles Zenawi’nin ölümünün ardından Ağustos 2012’de başbakan oldu. Hailemariam daha önce Zenawi’nin danışmanıydı ve 2010 yılında Dışişleri Bakanı olarak atanmıştı. Bu göreve getirilmesi Etiyopya kamuoyunda şaşkınlık yarattı, çünkü oldukça gençti, azınlık olan Protestan mezhebindendi ve askeri bir geçmişi bulunmuyordu. Üstelik Velayata denilen küçük bir etnik gruba mensuptu. Güney Etiyopya’da yer alan Velayata, Tigray ve Amhara etnik gruplarının arasında sıkışmış bir etnik oluşumdur.
Hailemariam’ın seçilmesiyle yaşanan ‘etnik dönüşüm’ ülke siyasetinde önemli bir gelişme noktası oluşturdu. Bu süreçte Tigray etnik grubu, parlamento, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı pozisyonları gibi üst düzeylerdeki temsiliyetini yitirdi.
Böylelikle; Etiyopya Halkları Devrimci Demokrasi Cephesi’ndeki ihtilaflar gün yüzüne çıktı. Özellikle sivil siyasetçiler ile asker kökenli siyasetçiler arasındaki anlaşmazlıklar derinleşti. Başbakan Hailemariam, Tigraylı askeri yetkililerin, ülkedeki diğer etnik gruplara uyguladığı baskı politikalarına mani olan adımlar attı. Aynı zamanda ‘cephe’ içinde yer alan grupların yolsuzluklarına karşı mücadeleye girişti. Ayrıcalıklarından mahrum kalmak istemeyen Tigray milliyetçilerinin itirazlarına ve engellerine rağmen bir dizi reform gerçekleştirmeyi başardı. Bunun üzerine Tigraylılar, Ortodoks Kilisesi ve ordu ile ittifak geliştirip, başbakanın kararlarının uygulanmasına engel oldular.

Reformlara rağmen süregelen çalkantılar
27 Mart 2018'de seçimleri kazandıktan sonra görevine başlayan Başbakan Abey Ahmed, Hailemariam Desalegn’in başlattığı ancak büyük ölçüde başarısız olduğu reformları sürdürme noktasında zorluklarla karşılaştı. Devrimci Demokrasi Cephesi’ndeki ihtilaflar, etkin azınlık olan Tigray Halkı Kurtuluş Partisi ile Amhara Demokrat Partisi arasındaki ‘çatışma’ ihtimali nedeniyle iyice derinleşmişti. Başbakan Abey, anayasada yer alan ‘konfederasyon ilkesi’ uyarınca davranmakla yükümlüydü.
Devletin keyfi tutuklamalarına maruz kalan, zorunlu göçle yurtlarından edilen, kültürleri baskılanan ve eğitimde dillerini kullanması yasaklanan çoğunluğu Müslüman olan Oromoların durumu bu süreçte değişime uğradı ve nispeten iyileşti.   
Her ne kadar Abiy Ahmed iyimser olsa ve bölgedeki gezilerinde barış ve sevgi mesajları verse de, Etiyopya’nın durumu o kadar da parlak değildi. Ülkenin çeşitli bölgelerinde ciddi güvenlik sorunları yaşanıyor, hapishanelerde azımsanamayacak sayıda ‘siyasi suçlu’ bulunuyor. Toplumsal çatışmalardan kaynaklı olarak çok sayıda insan göçe zorlanmakta. Oromo etnik grubu iktidar içinde etkinlik kazanmış olmasına rağmen, özellikle son birkaç yıldır etnik gruplar arasındaki sosyal huzursuzluk, Etiyopya'nın itibarının zayıflamasına katkıda bulunuyor. İktidardaki paylarının sınırlandırıldığını düşünen etnik gruplar ise bu huzursuzluğun başlıca müsebbiplerindendir. Bu kargaşa ortamından faydalanan terör örgütlerinin eylemleri de istikrarı tehdit eden unsurlar arasındadır.

Terör yuvaları
Etiyopya, iki terör örgütüne karşı mücadele halindedir; Somali’deki Şebab Hareketi ve DEAŞ. Bu iki örgüt de Somali merkezli olup, Etiyopya’nın Ogaden bölgesine sızarak terör eylemlerinde bulunuyor. Bazıları bu tehditlerin ileride daha da büyüyebileceğini ve bu örgütlerin ülkedeki ‘etnik çatışmalardan’ faydalanarak geniş alanlara nüfuz edebileceğini savunuyor. Gerekçe olarak ise şunları ifade ediyorlar:
- Etiyopya'da bir ‘savaş alanı’ kazanmak için Şebab Hareketi ile DEAŞ arasında şiddetli bir rekabet söz konusudur. DEAŞ bu hedefi gerçekleştirmeye nispeten daha yakın olabilir. Nitekim DEAŞ Afrika’nın farklı bölgelerinde kaybettiği nüfuzunu Etiyopya sınırında telafi etmek istediği için Şebab Hareketine yönelik ‘nitelikli tasfiye’ saldırılarında bulunmaktadır.
- Terör örgütleri, Etiyopya’daki politik kargaşa ve güvenlik boşluklarından faydalanmaktadır. Ülkenin doğu sınırında DEAŞ ve Şebab, Etiyopya-Uganda sınırında da radikal Hristiyan muhalif ‘Tanrının Ordusu’ terör örgütü faaliyet göstermektedir.
- Etiyopya'daki Ogaden ve Oromia bölgeleri yoksulluk ve artan işsizlikten muzdariptir. Abey Ahmed'in izlediği reform politikalarına rağmen, güvenlik aygıtları hala eski alışkanlıklarını sürdürerek etnik ayrımcılığa ve şiddete başvuruyor.  Bu atmosfer Etiyopyalı gençlerin terör örgütlerine sempati beslemesine zemin hazırlayabilir.
- Şebab Hareketi, kendisini Ogaden bölgesi ve Somali ile sınırlıyor, öte yandan DEAŞ küresel ‘İslam Hilafeti’ ülküsü taşıdığı için Etiyopya’nın iç bölgelerine kadar sızma girişiminde bulunuyor. Bu küresel yapısıyla, farklı inançlardan ve etnik gruplardan bireyleri saflarına çekebiliyor.
İkinci görüş açısına göre; bu örgütler Etiyopya için söylendiği kadar ciddi bir tehdit oluşturmamaktadır. Sınır bölgelerinde ve temas noktalarında Etiyopya hedeflerine saldırı gerçekleştirebilir ancak iç bölgelerde etkin olamazlar. Bunun başlıca sebepleri ise şunlardır:
Afrika Birliği'nin çabalarına ek olarak, Etiyopya, Eritre ve Somali, iki terör örgütüyle savaş noktasında güçlerini birleştirmiş durumdadır. Etiyopya ayrıca Cibuti merkezli Hükümetler Arası Kalkınma Otoritesi (IGAD) içindeki rolünü, terörle mücadelede modern programlar geliştirmek için kullanmaktadır.
-  Etiyopya güvenlik aygıtının bu tür krizlerle başa çıkma hususunda güçlü deneyimleri vardır. Etiyopya, yakın tarihi boyunca bir dizi isyancı ve ayrılıkçı harekete şahit oldu ve milis güçlerine karşı askeri anlamda deneyim kazandı. Bu örgütlerin başında Oroma Bağımsızlık Hareketi ve Eritre Bağımsızlık Hareketi gelmektedir.
- Ayrılıkçı Ogaden Ulusal Kurtuluş Cephesi terör listesinden kaldırıldı. Savaşçılarının bir kısmı Şubat 2019'da eyalet güvenlik güçlerine katıldı. Eritre’yi merkez üs olarak kullanan hareket, doğu sınırında 30 yıldır devlet güvenlik güçleriyle çatışıyordu. Şimdi ise terörle mücadelede yer alıyorlar.
- Tigray, Amhara ve Oromo gibi Etiyopya'yı oluşturan etnik gruplar içindeki ayrılıkçı grupların her birinin amacı Etiyopya devletinden bağımsız bir devlet kurmaktır. Ancak bu hareketler ‘dine dayalı’ bir devlet anlayışı benimsememektedir.
Etiyopya, etnik huzursuzluktan faydalanan terör örgütlerinin tehditlerinden etkilenebilir, ancak nihayetinde bu örgütlerle baş edecektir. Etiyopya önemli bir bölgesel güç olmasının yanı sıra, Amerika Birleşik Devletleri’nin terörle mücadeledeki en önemli ortaklarından da biridir. 



Çin, Trump ve Ortadoğu

Trump, Beyaz Saray'ın Devlet Yemek Salonu'nda Cumhuriyetçi senatörler için düzenlenen bir akşam yemeğinde konuşuyor, 18 Temmuz 2025 (AFP)
Trump, Beyaz Saray'ın Devlet Yemek Salonu'nda Cumhuriyetçi senatörler için düzenlenen bir akşam yemeğinde konuşuyor, 18 Temmuz 2025 (AFP)
TT

Çin, Trump ve Ortadoğu

Trump, Beyaz Saray'ın Devlet Yemek Salonu'nda Cumhuriyetçi senatörler için düzenlenen bir akşam yemeğinde konuşuyor, 18 Temmuz 2025 (AFP)
Trump, Beyaz Saray'ın Devlet Yemek Salonu'nda Cumhuriyetçi senatörler için düzenlenen bir akşam yemeğinde konuşuyor, 18 Temmuz 2025 (AFP)

Nebil Fehmi

Bir hafta önce, Changhua Üniversitesi ve Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Merkezi tarafından düzenlenen, Kral Faysal İslam Araştırmaları Merkezi’nin şekillendirilmesine ortak olduğu uluslararası bir konferansa katıldım. Konferansa, Çin Komünist Partisi Başkan Yardımcısı başta olmak üzere üst düzey Çin katılımının yanı sıra, eski başbakanlar ve dışişleri bakanları da dahil olmak üzere 15'ten fazla uluslararası yetkili katıldı. Konferans, birçok uluslararası siyasi, ekonomik, sosyal, güvenlik ve teknolojik konuyu sistematik ve ilgi çekici bir şekilde ele aldı.

Çin'i anlamak, başkalarının seslerine kulak vermek ve bazı oturumlarda tartışmalara Arap sesini  ve anlatısını katmak açısından zengin ve faydalı bir deneyimdi. Konferanstan daha fazla ayrıntı ve müzakere gerektiren birkaç gözlemle ayrıldım. Bunların başında, daha sofistike bir sunum ve bağımsız bir yazı gerektiren ayrıntılara girmeden, kaydedilmesinin ve vurgulanmasının önemli olduğuna inandığım bir dizi gözlem geliyor.

İlk gözlemim, Donald Trump'ın şahsen var olmasa da çoğu oturum ve sunumlarda var olduğuydu. İkisi birbirinden ayrılamaz olsa da Amerikan politikalarından önceki kişiliğine bile güçlü bir vurgu vardı. Amerika Birleşik Devletleri'nin ağırlığı ve etkisi, Trump'a yönelik uluslararası ilginin başlıca caydırıcısı ve teşvik edicisidir. Amerikan Başkanının, daha önce müzakere tarzıyla ilgili kitabında övündüğü bir metodolojiye dayanarak, kişiliğini ve bununla ilişkili soruları ve dalgalanmaları uluslararası hesaplara dayatmayı başardığına inanıyorum. Böylelikle temel özellikleri kendisine olan benzersiz kişisel sadakatleri olan yetkililer atamadan önce, genellikle bağımsız ve nesnel pozisyonlara sahip olduğu varsayılan Amerikan kurumlarının pozisyonlarının ötesinde, ülkelerin hesaplarına önemli bir kişisel unsur kattı. Konferansta Amerikalı katılımcıların sayısının dikkat çekici biçimde çok sınırlı olmasına rağmen, Trumpizm'e yönelik hem olumlu hem de olumsuz ilgi oldukça dikkat çekiciydi.

Konferansa dair ikinci önemli gözlem, Çin'in Trump, ABD ve dünyayla ilişkilerinde artan kendine güvenidir. Çinlilerin en önemli gözlemleri, Trump'ın ilk döneminde ve Biden’ın başkanlığı sırasında iki Amerikan partisinin Çin'e yönelik tutumunun olumsuz bir yönelime sahip olduğuydu. Çin, Amerikan çıkarları için en önemli stratejik meydan okuma ve ulusal güvenliği için bir tehdit olarak görülüyordu. Bunlar, uzlaşmaya varılması zor alanlardır. Ancak Trump'ın yeni döneminde, Başkan, daha geniş anlaşma fırsatı sunan ticaret ve ekonomi konularına odaklanıyor. Çinli yetkililer, bu denkleme iyi hazırlandıklarını, bu nedenle gümrük ve vergi savaşından önemli ölçüde zarar görmeyeceklerini vurguladılar.

Çinli yetkililer, ikinci Trump yönetiminin uygulamalarının siyasi çekişmeler, ticari tehditler ve gümrük tarifeleri ile başladığını, ardından Cenevre ve Londra'da Amerikalı ve Çinli yetkililer arasında yapılan görüşmelerde ekonomik ve ticari konularda diyalog aşamasına geçtiğini de belirttiler. Şimdi Trump'ın Çin Devlet Başkanı Şi Cinping'in daveti üzerine Pekin'de gerçekleştirmeyi arzuladığı zirve için hazırlıklar sürüyor.

Genel olarak Çin'de ekonomik görüşmelerin zorlu olduğu hissi var, ancak yine de görüşmeler olumlu bir şekilde gelişiyor. Çinliler iki ülkenin ulusal güvenlik uzmanlarının yeni dönemde henüz bir araya gelmediklerine ve bunun ilişkilerde önemli bir boşluk bıraktığına dikkat çekiyorlar. Trump'tan ziyareti sırasında “Tek Çin” politikasına desteğini vurgulaması, Çin'in toprak birliğinin barışçıl yollarla tamamlanmasını kabul etmesini istiyorlar. Ayrıca Çin'in ABD’nin en büyük ticaret ortağı ilan edilmesini talep ediyorlar. Bunlar, Çin'in ABD ile ilişkilerinde kendisine ne kadar güvendiğini yansıtan iddialı talepler. Bunu başarmak için de Çin'in önerileri arasında iki ülkenin ulusal güvenlik kurumları arasındaki iletişimin etkinleştirilmesinin yanı sıra araştırma merkezleri, STK'lar, üniversiteler ve öğrenciler de dahil olmak üzere kültürel temasların ve ilişkilerin genişletilmesi de yer alıyor.

Arap dünyasının özel ilgi göstermesi gereken üçüncü önemli gözleme gelince, Çinli katılımcılar ve resmi olarak Arap-İsrail barışını destekleyenler, Filistin-İsrail anlaşmazlığının derinliğinin ve genel olarak İsrail'in, özellikle de mevcut hükümetinin yaklaşımlarının tehlikesinin yeterince farkında değiller. Hem de Çin'in kapsamlı Arap-İsrail barışını, yani işgalin sona erdirilmesini ve Filistinlilerin bağımsız bir devlet ile kaderlerini tayin etmelerine izin verilmesini destekleyen tutumuna rağmen.

Bazı Çinli akademisyenlerin ASEAN grubunun ve üye devletlerinin çatışmaları barışçıl yöntemler ve diyalog yoluyla çözme konusundaki deneyimlerine ve diyaloglarına defalarca atıfta bulunmaları dikkatimi çekti. Bu durum beni, Arap dünyasının yıllar içinde, çoğu Mısır ve Suudi Arabistan'ın başını çektiği, birçok barış girişimi sunduğunu belirtmeye yöneltti. Buna karşılık İsrail'in tek bir girişimde bile bulunmadığını ve hatta ilk barış anlaşmasından veya 2002 Beyrut Arap Zirvesi kararlarından bu yana hiçbir Arap girişimine olumlu yanıt vermediğini açık ve net bir şekilde ifade ettim.

Arap dünyasının, 1990'ların başında Madrid Barış Konferansı'nın sonuçlarından biri olan çok taraflı müzakerelerden bu yana bölgesel güvenlik konusundaki birçok görüşmeye olumlu yanıt verdiğini belirttim. Yıllar içinde Ortadoğu'da bölgesel bir güvenlik örgütü kurmanın kavramları ve gereklilikleri üzerine çok sayıda yazı ve öneriye kişisel olarak katkıda bulunduğumu, dolayısıyla, bu konuda çok sayıda ve çeşitli Arap deneyimleri ve fikirleri bulunduğunu anlattım.

Aynı zamanda Ortadoğu'da İsrailliler ve Filistinliler arasında ASEAN deneyiminin uygulanmasını talep edenlerin hayalperest olduklarını ve İsrail'in tutumunun ciddiyetini kavrayamadıklarını da son derece açık bir şekilde belirttim. Bunun nedeni, ASEAN ülkelerinin bir arada yaşamanın gerekliliğini ve önemini kabul etmesi, mevcut sağcı İsrail hükümetinin ise Filistin kimliğini tamamen reddetmesidir. İsrailli yetkililer, Filistinlilerin önündeki seçeneklerin, Gazze'de tanık olduğumuz gibi zorla göç ettirilmek ve bir kasırgayla yüzleşmek veya siyasi hakları olmayan vatandaşlar olarak İsrail egemenliği altında yaşamaya devam etmek olduğunu açıkça belirttiler. Bu tutumlar, İsrail-Filistin çatışmasının bölgesel bir güvenlik sistemi tartışmasını anlamsız ve son derece tehlikeli kılan, varoluşsal ve sıfır toplamlı bir çatışma olduğu anlamına geliyor

Bunu teyit eden ve yinelenen göstergeler arasında, Batı Şeria'nın Ürdün Nehri'ne ilhak edilmesi yönündeki bazı çağrılar, Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nin büyük bir kısmına İsrail egemenliğini dayatma planları geliştirildiğine dair söylentiler ve Filistinlilerin çıkarları ile Arap ulusal güvenliği pahasına İsrail perspektifinde bir Ortadoğu güvenlik sisteminin formüle edilmesi yer alıyor. Bütün bunlar, güçlü bir Arap duruşu, açık ve kesin bir itiraz gerektiriyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independet Arabia’dan çevrilmiştir.