​‘Amerikan Çağının sonu’ yanılgısı

Amerika Birleşik Devletleri'nin çöküşünü imkânsız kılan faktörler nelerdir?

Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)
Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)
TT

​‘Amerikan Çağının sonu’ yanılgısı

Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)
Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucu babaları (Getty Images)

İmil Emin
Amerika Birleşik Devletleri’nin koronavirüs salgınından en çok etkilenen ülkelerin başında yer alması ve Başkan Donald Trump yönetimini saran panik havası, özellikle son üç yılda gündemden düşmüş olan şu soruyu yeniden akıllara getirdi: acaba koronavirüs salgını ABD’nin egemenliğinin sona ermesini hızlandıracak mı?
ABD’li meşhur gazeteci yazar Fareed Zakaria (Ferid Zekeriya) bu egemenliği; ‘’Zorba ve kısa ömürlü’’ olarak nitelemişti. Zekeriya’ya göre ABD egemenliği İkinci Dünya Savaşından sonra kırk yıl yükselişte olup, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla duraksamış, 2003’teki Irak işgalinden sonra da ‘ağır çekimde’ çöküşe geçmişti.
Tabi bu sorunun cevabını bulabilmemiz için derinlemesine bir bakışa ihtiyaç duyuyoruz. İmkân el verdiğince, sözü çok uzatmadan ve kısa da kesmeden bu yanıtı birlikte arayalım. Öncelikle; Ferid Zekeriya ve aynı kampta yer alanların bakış açısının yüzeysel olduğunu belirtmek isteriz, ABD korona salgınını atlatacak ve uzun süre daha ayakta kalacaktır. Nasıl ve niçin?
 
Amerika geleceğin ulusudur
Bazılarının düşlediği gibi ‘Amerikan çağının’ yakın bir zamanda sona ermeyeceğine dair argümanlarımızı öne sürmeden önce, ABD’nin kuruluşuna dair bazı hatırlatmalar yapmamız gerekebilir.
Bu bağlamda en önemli metinleri kaleme alanlardan biri de; Amerikan siyasetinin ve diplomasisinin ‘çağdaş patriği’ Henry Kissinger’dır. Kissinger devasa eseri ‘Dünya Düzeni’ kitabında,  tarih, coğrafya ve modern siyaseti kapsamlı bir şekilde değerlendirmiştir. Özellikle yedinci bölümde; ABD’nin insanlığa hizmetini ve ‘dünya düzeni’ tasavvurunu işlemektedir. Kissinger Amerika’nın ana mesajının egemenlik değil ‘özgürlük’ olduğunu vurgular, kuruluşundan bu yana ABD’nin projesinin, geleneksel ‘coğrafi yayılmacılık’ olmadığını, ‘göksel öğretiler’ ışığında ‘özgürlük ilkelerini’ yaymayı amaçladığını belirtir.
1839'da, resmi Amerikan Keşif Misyonu, Batı Yarımkürenin ve Güney Pasifik'in uzak bölgelerini keşfettiğinde, Birleşik Devletler ve Demokrasi dergisinde bir makale yayınlandı. ‘Geleceğin Büyük Ulusu’ başlıklı bu makalede, ABD’nin tarihteki tüm medeniyetlerden farklı bir yönetim anlayışı benimsediği vurgulanıyordu. Makalede şu ifadeler yer almıştı: “Doğrusu Amerika halkı bir yandan birçok farklı ırklara ve uluslara aidiyet hissederken, diğer yandan Ulusal Bağımsızlık Bildirgesi, insanların eşitliğine istinat eder. Bu iki gerçeklik bizi diğer uluslardan farklı kılan temel unsuru oluşturur. ‘Amerikan gerçekliği’, bu ülkede yaşayan insanların, mensup oldukları ırkın tarihiyle zayıf bağlar kurmuş olmasıyla ilişkilidir. Tarihin görkemi ya da suçları bizi o kadar da ilgilendirmemektedir. Bağımsızlık Bildirgesi bizim için yeni bir tarihin başlaması anlamına gelmektedir.’’
ABD’nin kurucu babaları, Amerika’dan ‘City upon a hill’ Tepedeki Şehir olarak söz eder. Kurucu babalar, Amerika’nın diğer tüm yönetim biçimlerine baskın geleceğini ve geleceğin ‘demokratik çağını’ oluşturacağını hayal ediyordu. Bu ‘özgür ve büyük’ ulusun, Tanrı tarafından diğer devletlerin öncüsü seçildiğine inanıyordular. Batı Yarımkürede ilkelerini yayarken, bu ilkelerin zaman içinde tüm dünyaya yayılacağını tasavvur ediyordular.    
Amerikalılar başlangıçtan itibaren, yeni devletlerinin, etik ve insani bir temeli olduğuna inanıyordu. İnsanlık gelişimi ve ilerlemesinin bir sonucu olduklarını düşündükleri için, kimsenin bu ‘ilerlemeyi’ durduramayacağına olan inançları tamdı. Amerikalılar güçlerinin ilahi (göksel) bir koruma altında olduğuna iman ediyordu. Dolayısıyla hiçbir dünyevi gücün kendilerine zarar veremeyeceğini düşünüyordular. ABD bu bakış açısıyla diğer ülkelerden radikal bir şekilde farklıdır.
ABD’nin kuruluşundaki ‘teolojik boyut’ hala devam etmektedir, bununla birlikte resmi kimliği, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laiklik uyarınca şekillenmiştir. ABD’de dinlere ve ırklara ayrım yapılmaksızın saygı duyulur.

Çürüme mi, yenilenme mi?
Bugün sıklıkla dillendirilen Amerika’nın çöküşü meselesine dair yaklaşımda birçok yapısal sorun bulunmaktadır. Amerikan tarihçi Paul Kennedy bu teoriyi ilk öne sürenlerdendi, daha sonra ‘Çürüme Ekolü’ olarak tanınacak olan bu yaklaşıma göre; ekonomi ve strateji arasında doğrudan bir ilgi bulunmaktaydı. ‘Emperyalist Yayılmacılık’ olarak tanımladığı teorisinde, ABD’nin ‘imparatorluğunu’ sürdürebilmesi için ‘dışarıdaki varlığına’ yatırım yapması gerektiği, bu durumun da uzun vadede gücünü ve servetini yitirmesine neden olacağını öngörmekteydi. Bu gerçekliğin sadece Amerika’ya has olmadığını, Roma başta olmak üzere geçmişteki imparatorlukların ortak özelliği olduğunu söylemekteydi.
Kennedy’nin bu teorisi, ABD’nin stratejik eylemlerine yön veren birçok ABD’li düşünür tarafından eleştirildi. Bu düşünürlerin başında da ‘Amerikan bilgesi’ Zbigniew Kazimierz Brzezinsk gelmekteydi. Brzesinski Varşova Paktı’nın özellikle Afganistan’da mağlup edilmesinde aktif bir şekilde rol aldı.  Jimmy Carter'ın Ulusal güvenlik yardımcılığını yaptı. Samuel Huntington’la birlikte çalışarak, 43 sayfalık gizli bir bülten yazdı. Bu bültende gelecek yönetimin 10 önemli ulusal güvenlik politikası hedefi açıklanıyordu. Huntington ABD çürüyor mu yoksa yenileniyor mu sorusunu ele almış ve cevaben: “ABD’nin gücü çok boyutludur, onunla rekabet halinde olan kuvvetlerin gücü ise tek boyutludur’’ demişti.
Paul Kennedy ‘çürüme’ sorgulamasıyla ‘Amerikan çağının sonu’ tartışmalarını alevlendirmişti. Kennedy’nin teorisi, Chicago Küresel İlişkiler Konseyi başkanı ve Amerikan dış politika teorisyeni Ivo H. Daalder, ‘yeni muhafazakâr’ akımdan tarihçi Robert Cagan gibi düşünürler tarafından büyük ölçüde çürütüldü. Bu düşünürlere göre ABD’nin gücü hala zirvedeydi. Dünyadaki güç dengesindeki en önemli unsurun ekonomi olması ve ABD dolarının en önemli rezerv para olması da bunun kanıtıydı. Dünyadaki farklı ülkeler, ekonomilerini ayakta tutabilmek için dolara yönelmek zorundaydı. Ayrıca ABD’nin eğitim sistemi en iyi üniversiteleri barındırıyor ve tüm insanlar eğitim almak için Amerika’ya geliyordu.
ABD’nin bayraktarlığını yaptığı siyasi ilkelere gelecek olursak, hala kendi içindeki her sorunu aşabilecek güçtedir. Çin, Rusya ve İran gibi ülkelerde otoriterlik yükselirken, ABD’nin dünya genelindeki etkisi yüksek bir seviyede seyretmektedir. Washington’un dünya genelindeki müttefikleri çoğunluğu teşkil etmektedir. Bugün ABD’nin 50’den fazla stratejik ortağı ve müttefiki bulunmaktadır. Öte yandan Rusya ve Çin’in müttefikleri, ‘bir avuç’ pragmatist yönetimden ibarettir.

ABD'nin durumu nasıl tanımlanabilir, benzeri görülmemiş bir hâkimiyet mi, yoksa kontrolsüz bir güç mü?
Bu cevheri soruyu, akademik vasfıyla diplomatik deneyimini birleştiren en önemli Amerikalı stratejik düşünürlerden Harvard Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Profesörü Joseph Samuel Nye Jr veriyor. Joseph Samuel ‘Amerikan Gücünün Paradoksu’ adlı eserinde, tarih boyunca Amerika’dan askeri olarak daha güçlü bir ülkenin olmadığını, bazılarının bunu Britanya’nın 19. Yüzyıldaki hegomanyası ile kıyasladığını ve Amerika’nın Büyük Britanya’nın ‘egemenliğini’ taklit ettiğini söylemektedir. Ancak bu kıyaslama ne dereceye kadar doğrudur? Bu popüler kıyasın o kadar da doğru olmadığı görülmektedir, Britanya Barışı diye adlandırılan süreçte İngiltere, ABD’nin bugünkü gücüne ulaşabilmiş değildi.
Amerikalı yazar ve ünlü Atlantik dergisinin editörü Colin Murphy ‘Biz Roma mıyız?’ başlıklı bir kitap yayınladı. Murph bugünün Amerika’sı ile 1500 yıl önceki Roma İmparatorluğunu kıyaslıyordu. Roma’nın rakip bir imparatorluğun yükselişiyle değil, toplumsal çöküş, ekonomi ve kurumların iflasıyla zayıfladığını, böylelikle kendisini işgalci kabilelere karşı savunamadığını yazıyordu. ABD’nin aksine, Roma’nın içeriden zayıfladığını, halkın devlete, egemen kültüre ve kurumlara olan güveninin sarsıldığını, erki ele geçirmek için yaşanan iç çatışmalar ve yolsuzluğun yaygınlaşması ekonomiyi felç ettiği için çöküşün yaşandığını, ancak aynı şeyin ABD için söylenemeyeceğini belirtiyordu.
ABD’yi Roma İmparatorluğuna benzetenlerin haklı olduğu hususlar yok değil. Ancak Roma İmparatorluğu’nun çöküş sürecinde üretime dayalı olmayan ekonominin büyük bir etkisi vardı, üstelik ABD’nin aksine ciddi iç çatışmalar söz konusuydu. Kurumların zaafa uğraması Roma’yı savunmasız kıldı. ABD ise hala en başta gelen üretici güçler arasında yer alıyor, ABD kurumlarında bazı aksaklıklar olsa da, reform için yöntemler bulunuyor. Dolayısıyla ‘çöküş noktasında’ Roma ile benzeşmediği söylenebilir.
Amerikan iç kamuoyunda sosyal sorunlar olabilir, ancak açık bir toplum olması hasebiyle, özellikle de dünyanın her yerinden süreğen göç alması dolayısıyla, sorunların çözümünde de her zaman yeni yollar bulunabiliyor. ABD ekonomisi ağır büyüme kaydetse de, gelişmiş teknoloji kullanımında öncü olmayı sürdürüyor. Üniversiteler ve sanayi sektörü arasındaki etkileşim de son derece sağlıklı. Araştırma geliştirme, biyoelektronik, nanoteknoloji ve yenilebilir enerji alanlarında da öncü ülke konumundadır. ABD ‘korona salgını savaşını’ ya da benzer geçici krizleri atlatmasa dahi çöküş ve çürüme yaşayacak mıdır?

Hukuk devleti ve bağımsız yargı
Roma İmparatorluğu, Roma kanunlarını egemen kıldığı sürece güçlü olabilmişti. Roma Hukuku daha sonra birçok ülkenin anayasasına ilham kaynağı olacaktı. Hukuk zayıfladığında ‘güneş’ batışa geçti. Peki, ABD’deki hukuk devleti? Amerikan yargısı, uzun yıllar daha devam edecek istikrarının garantörü müdür?
Kesin olan bir şey varsa, o da; Amerikan yargı sisteminin, geleceğini garanti eden en güvenilir kalesi olduğudur. Yargısının gücü, ABD’nin dünya geneline yayılmış olan askeri gücünden daha önemlidir.  ABD Yüksek Mahkemesi Başkanı Ruth Bader Ginsburg: “Amerika’daki birçok insan hakları aktivisti, mahkemelerimizin insan hakları alanlarındaki hükümlerini, güvenliğimizin teminatı olarak görüyor ve bununla gurur duyuyor, ben de onlara katılıyorum’’ demekteydi.
Amerika’daki ‘bağımsız yargı’ insanların güvende hissetmelerini sağlıyor ve toplumsal adalete olan inancı koruyor.
Wayne State Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörü Philipa Strom, Cumhuriyetçi aday George W. Bush ile Demokrat rakibi Al Gore arasındaki 2000 yılındaki başkanlık seçimini yargı bağımsızlığının en önemli örneklerinden biri olarak gösteriyor.
2000 seçimlerinde Demokrat aday Al Gore yüzde 48.4, Cumhuriyetçi aday George W. Bush ise yüzde 47.9 oy almıştı. Kimin başkan olacağı yönündeki tartışmalar Yüksek Mahkeme’ye taşındı. Yüksek Mahkeme, delege sayısı daha fazla olduğu için George W. Bush’un başkan olarak seçildiğini duyurdu. Al Gore bu kararın ardından Bush’u arayıp tebrik etti ve protestocular evlerine döndü. Seçimi kaybeden Demokratlar da, şimdi ülkenin birlik ve bütünlüğünün her şeyden önemli olduğunu belirterek, yargıya olan güvenlerini ifade ettiler.
Tabi Yüksek Mahkeme’nin bu kararı herkesi mutlu etmedi, ancak herkes bu karara uymaları gerektiğini biliyordu. Bazıları yargıçların siyasi eğilimini sorguladı, ancak genel olarak kamuoyunda yargının bağımsızlığına olan güven sarsılmadı.
ABD hukuk devleti olduğu ve federal yargı bağımsız olduğu sürece ‘Amerikan çağı’ sona ermeyecektir. Amerikalılar ve dünya, mahkemeler Trump’ın belirli devletlerin vatandaşlarının ülkeye girişini yasaklayan kararlarına muhalif hüküm verdiğinde bunu daha iyi görmüş oldu.
Bu temelde, toplumun yargı kararlarına uyulması gerektiğine dair mutabakatı, Amerikan yargı sistemine ve Yüksek Mahkeme’ye siyasi, toplumsal anlaşmazlıkları çözmek hususunda, dünyanın herhangi bir başka yerinde olmadığı kadar istisnai bir konum bağışlamıştır.
2000 yılındaki başkanlık seçimi davasına bakan Yüksek Mahkeme Başkanı William Rehnquist bu göreve gelmeden yıllar önce: “Amerikan yargısı ülkemizdeki hükümet sisteminin başındaki taçtır’’ demişti.
1776'da Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi'ni ve 1789'da Anayasa'yı yazan Kurucu Babalar, bireylerin ve halkın hakkının devletin hakkından önce geldiğine inanıyordu. Bu nedenle hükümetin görevinin, insanların doğuştan kazandığı haklarını korumak olduğunu vurguladılar. Aydınlanma, ilerleme ve eşitlik, Amerika’nın gerçek gücünün kaynağıdır.
 
Amerikan eğitim sistemi
Bazı insanların ABD karşıtı tutumlarına ve Amerikan karşıtlığına rağmen, çocuklarını Amerika’da eğitim görmesi için göndermesi oldukça ilgi çekicidir. Çin, ABD’ye yetişmek için büyük bir çaba sarf ederken, Komünist Parti liderleri çocuklarını ABD üniversitelerine göndermektedir. Hatta Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in oğlu da Amerika’da öğrenim görmekte. ABD’nin gücünün kaynaklarından biri olan eğitim sisteminin kalitesinin sırrı nedir? Bunu merak edenler, Columbia Üniversitesi'nin ünlü rektörü Jonathan R. Cole’nin "Büyük Üniversiteler-Amerikan Üniversitelerinin Başarısının Öyküsü’ başlıklı kitabına bakabilirler. Sosyoloji Profesörü Jonathan R. Cole, özetle; ABD eğitim sisteminin başarısının, ‘akademide egemen olan özgür araştırma ruhunda’ saklı olduğunu söyler.
Amerikan eğitim sistemi, ABD’nin birçok konuda öncü olmasını sağlamıştır. Üniversitelerinde ve enstitülerinde epistemoloji ve bilgi sevgisi ruhu canlıdır. Dogmalardan sıyrılmayı ve ideolojik bakıştan arınmayı becerebilmiş akademisyenler başarının anahtarıdır. Bu yüzden dünya genelindeki başarılı akademisyenler, ABD’ye yönelmeyi tercih etmektedir.
Profesör Cole, sanayi ve üniversiteler arasında güçlü ilişkilerin olduğunu belirtiyor, ikili anlaşmalar sonucunda, üniversitede teorik eğitim gören öğrencilerin, sanayi ve teknoloji sektöründe akıllıca istihdam edildiğine dikkat çekiyor. Büyük firmaların üniversitelerde eğitim görmüş kadrolar olmaksızın başarılarını sürdürmesinin mümkün olmadığını ifade ediyor. Büyük firmalar ve üniversiteler arasındaki ittifaka dayalı ‘araştırma-geliştirme’ çalışmaları, yeni buluşlar doğrultusunda iş fırsatlarının da artmasına neden oluyor. Üniversiteler aynı zamanda, sosyal bilimlerde yetiştirdiği öğrenciler aracılığıyla şirketlerin verimliliğini arttırmasına katkı sağlıyor.
 
Amerika özgür medyanın merkezi
Koronavirüs salgını Çin’in Vuhan şehrinde başladı ve ardından dünyaya yayıldı. Çin hükümetinin ‘gizlilik kararları’ nedeniyle şu anda dünyada 2 milyon insana virüs bulaşmış durumda, on binlerce kişi yaşamını yitirdi ve bu sayı artış gösteriyor. Çin Komünist Parti yönetiminin medya üzerindeki baskısı nedeniyle, halen salgının kaynağı ve ülkedeki boyutları bilinemiyor.
ABD ve Çin arasındaki tüm stratejik rekabet öğelerinden bahsetmek için yerimiz uygun değil. Ancak okuyucu, ABD’nin korona salgınına dair yayın anlayışı ile Çin’deki yayın anlayışını kıyaslayabilir. ABD’de medya Başkan Trump’ın her adımı özgür bir şekilde tartışabiliyor ve salgınla mücadele yöntemini eleştirebiliyor, Çin’de ise yönetimi eleştirmenin maliyeti çok ağır olabilir. 
Northwestern Üniversitesi Tarih Koleji Dekanı Amerikalı Profesör John Warren Johnson, dünya üzerindeki özgür medyanın rolü üzerine yaptığı çalışmalarla biliniyor. Johnson: ‘’Kendisini demokratik addeden yönetimlerin en belirgin özelliklerinden biri de; yazılı ve görsel medyada insanların düşüncelerini özgür bir şekilde ifade edebilmelerine olanak tanımasıdır. Sinema, kitap, dergi, televizyonlar ve internet de buna dâhildir. ABD deneyimi, özellikle son yirmi yılda, ifade özgürlüğünün aydınlık bir örneğini teşkil etmektedir’’
Bilindiği üzere 21. Yüzyıl ‘iletişim ve bilgi’ çağı olarak tanımlanır. Bilgiye ve teknolojiye sahip olanlar gerçek gücü elinde bulundurabilir. Roma İmparatorluğu’nda ‘ekmeği veren’ kanunları belirliyordu. Şimdi ise medya gücüne sahip olanlar (özellikle de bağımsız ve özgürse) dünyanın ‘dümenini’ yönlendirebiliyor.

Amerika’da devletin medya kuruluşları bulunmuyor, bununla birlikte her bağımsız Amerikan medya kuruluşu, devletin enformasyon gücüne katkı sağlar, bu durumun daha uzun bir süre daha böyle devam edeceğini öngörebiliriz.

ABD 2030 yılında merkezi güç olmayı sürdürecek
ABD'nin Yirmi Birinci Yüzyılın üçüncü on yılı boyunca, dünyadaki merkezi güç olma konumunu muhafaza edecek olmasının başka nedenleri var mı?ABD Ulusal İstihbarat Direktörlüğü'ne bağlı, Ulusal İstihbarat Konseyi tarafından hazırlanan, "Küresel Eğilimler 2030-Alternatif Dünyalar" raporuna göz gezdirmekte fayda var. Okuyucu Washington’un önümüzdeki on yıl boyunca ‘Tepedeki Şehir’ olma özelliğini nasıl koruyacağını bu raporu incelediğinde görecektir.
Özetlemek gerekirse:
- Coğrafi konum, Amerika'nın coğrafi konumu onu büyük güçler arasına yerleştirmektedir, civarındaki herhangi bir rakibini tehdidine karşı bağışık olmasını sağlar.
- Doğal kaynakların bolluğu, ABD, doğal yeraltı kaynaklarının zenginliğinin yanı sıra, dünyada en fazla ekilebilir araziye sahip ülkedir. Enerji alanında da, kendi kendine yetebilecek seviyeye ulaşmak üzeredir.
-Ekonomik entegrasyon, gelişmiş teknoloji ve yeterli işgücü. ABD’nin güçlü bir petrol sektörü bulunmaktadır, ayrıca üretim ve sanayide en gelişmiş teknolojileri istihdam edebilmektedir. Kendi başına ayakta kalabilecek bir yerel ekonomiye sahiptir.
- Dünyayla bütünleşmiş ekonomik sistem. ABD ekonomisi, Asya, Latin Amerika, Avrupa ve Ortadoğu ekonomileriyle yakından ilişkilidir ve en önemli finansal etki merkezidir.
- Etnik çeşitlilik. Amerikan toplumu, göçmenliğe açık çoğulcu bir toplumdur. Fırsat eşitliği ilkesi, dünyanın tüm bölgelerinden üstün yetenekli insanları bu ülkeye cezbetmeye devam etmektedir. Dolayısıyla uzun süre liderlik konumu koruması için, en önemli buluşların burada kaydedilmesi beklenmektedir.
- Çok yönlü gücü. ABD’nin gücü, ekonomik kaynaklar, askeri ve teknolojik olmak üzere çok yönlüdür. Çin gibi ülkeler belirli hususlarda ABD’yi geçse dahi, bu çok yönlü gelişimiyle rekabet edemeyecektir.
- İttifak oluşturma kudreti. Amerika'nın küresel çapta ittifak oluşturma ve liderlik kabiliyeti oldukça yüksektir. Amerikalı araştırmacı David Kang, birçok ülkenin Çin'in ekonomik başarılarına hayranlık duyduğunu, ancak ne Çin’in ne de bir başka ülkenin, Amerikan örneğinde olduğu gibi çok çeşitli küresel ittifaklar ve ortaklıklar geliştiremeyeceğini belirtiyor.
- Liberal dünya düzenindeki merkezi rolü. ABD’nin dünyaya egemen olan ‘liberal sistemin’ merkezinde yer alıyor olması tartışmaya açık değildir. Dolayısıyla bu sistem sürdüğü müddetçe ABD öncülüğü devam edecektir.
 
Çin’in büyük yalanı
Çok yakında tüm dünya, ‘Amerikan çağının’ sona ermediğini kavrayacak. Özellikle de Çin’in gerçek yüzü ortaya çıktığında ve küresel felaketin arkasında olduğu anlaşılınca bu gerçeklik daha da pekişecektir. Çin ve beraberindeki Asya güçleri çok şey kaybedecektir, sadece etik bağlamda değil, lojistik anlamda da böyle olacaktır. Bu durumdan ilk etkilenen ise, Çin’in ‘Bir yol-Bir Kuşak’ ya da ‘Yeni İpekyolu Projesidir.’ Dünyaya iyileşmesi için on yıla mal olan devasa bir ‘yalanın’ arkasında olan Çin’le kim ortak olmak ister?
Günümüzde Amerika Birleşik Devletleri’nin önünde ‘altından bir fırsat’ durmaktadır. Korona salgınından uyandığında, içsel muhasebesini yapıp, bir kez daha, ‘Tepedeki Şehir’ olduğunu teyit edebilir.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



37. insani yardım konvoyu Gazze'ye girmek için hazırlıklarını sürdürüyor

Gazze Şeridi'ne giren yardımlar şu anda sadece Kerem Ebu Salim sınır kapısından geçiyor (Mısır Kızılayı)
Gazze Şeridi'ne giren yardımlar şu anda sadece Kerem Ebu Salim sınır kapısından geçiyor (Mısır Kızılayı)
TT

37. insani yardım konvoyu Gazze'ye girmek için hazırlıklarını sürdürüyor

Gazze Şeridi'ne giren yardımlar şu anda sadece Kerem Ebu Salim sınır kapısından geçiyor (Mısır Kızılayı)
Gazze Şeridi'ne giren yardımlar şu anda sadece Kerem Ebu Salim sınır kapısından geçiyor (Mısır Kızılayı)

İsrail, Gazze'ye gönderilen 37. konvoyun bir kısmını Mısır tarafındaki Refah sınır kapısından gelen insani yardım kamyonlarını kabul etmek üzere Kerem Ebu Salim (Kerem Şalom) sınır kapısını yeniden açtı.

İnsani yardım, gıda ve acil yardım kamyonları, Mısır ve İsrail arasında ABD'nin himayesinde yapılan yeni mekanizma ve anlaşma uyarınca Gazze'ye girdi. Bu mekanizma ve anlaşma uyarınca, insani yardım Mısır tarafındaki Refah sınır kapısından İsrail tarafındaki Kerem Şalom sınır kapısına gönderiliyor. Bunun nedeni, insani yardım kamyonlarının Kerem Şalom sınır kapısında İsrail makamları tarafından denetime tabi tutulması ve ardından insani yardımın Zikim ve Kerem Şalom sınır kapılarından Gazze'ye getirilmesidir.

Yardımların girişi, her kamyon için birkaç saat süren kontroller ve denetimler şeklinde İsrail'in uzlaşmaz tavrına tabidir, bu da Mısır'dan gönderilen yardımların sadece yarısının Refah sınır kapısından girmesini sağlıyor.

İnsani yardım taşıyan 50 kamyon Gazze'ye girerken, insani yardım, tıbbi yardım, gıda ve yardım malzemeleri ile çadır taşıyan 180 kamyon bugün sevk edilmek üzere hazırlıklarını sürdürüyor.


İsrail Gazze'ye yönelik bombardımanını yoğunlaştırarak yerinden edilme krizini daha da ağırlaştırıyor

Gazze kenti sakinleri, dün İsrail ordusunun tahliye emirleri üzerine güneye doğru kaçarken (Reuters)
Gazze kenti sakinleri, dün İsrail ordusunun tahliye emirleri üzerine güneye doğru kaçarken (Reuters)
TT

İsrail Gazze'ye yönelik bombardımanını yoğunlaştırarak yerinden edilme krizini daha da ağırlaştırıyor

Gazze kenti sakinleri, dün İsrail ordusunun tahliye emirleri üzerine güneye doğru kaçarken (Reuters)
Gazze kenti sakinleri, dün İsrail ordusunun tahliye emirleri üzerine güneye doğru kaçarken (Reuters)

İsrail güçleri dün Gazze Şeridi’nin Gazze kentindeki yüksek katlı konut binalarına ve sığınaklara yönelik saldırılarını yoğunlaştırarak, yerinden edilme krizini daha da şiddetlendirirken şehir sakinlerini Gazze Şeridi’nin güneyine kaçmaya zorladı. Bu olay, ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio'nun İsrail'e gelişiyle eş zamanlı gerçekleşti. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Rubio’nun ziyaretini ‘İsrail-ABD ittifakının gücünün teyidi’ olarak nitelendirdi.

İsrail ordusu son dört günde Gazze kentinde Birleşmiş Milletler Yakın Doğu'daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansına (UNRWA) bağlı dördü okul olmak üzere altıdan fazla sığınağı bombaladı. İsrail ordusu dün, şehrin batısındaki İslam Üniversitesi'nin içindeki binaları da hedef aldı. Bu binalarda binlerce yerinden edilmiş kişi barınıyordu.

İsrail’in bombardımanları sonucu sığınakların neredeyse tamamen yıkılmasının ardından sığınaklarda yaşayanların çoğu zorla yerinden edildi. Birçoğu güneye kaçmaya karar verirken, kalacak yer bulamayan bazı aileler sığınaktaki kısmi yıkıntıları temizlemek ve yaşamak için küçük geçici çadırlar kurmak zorunda kaldı.

Gazze Şeridi'nin çeşitli bölgelerinde hava saldırıları devam etti ve dün şafaktan bu yana 33'ü sadece Gazze kentinde olmak üzere 50'den fazla Filistinli öldü. Son 24 saatte, Gazze Şeridi'ndeki hastanelerde açlık ve yetersiz beslenme nedeniyle iki kişinin hayatını kaybettiği bildirildi. Böylece açlık ve yetersiz beslenme nedeniyle ölenlerin sayısı 145'i çocuk olmak üzere 422'ye ulaştı.


Sudan'da İslamcıları nasıl bir gelecek bekliyor?

Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
TT

Sudan'da İslamcıları nasıl bir gelecek bekliyor?

Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)
Nafi Ali Nafi'nin konuşması, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldi (AFP)

Amani el-Tavil

Sudan Ulusal İslam Cephesi liderlerinden ve eski cumhurbaşkanı Beşir'in yardımcısı Nafi Ali Nafi'nin konuşması, 2019'a kadar iktidarda olan ve şu anda geniş İslami Hareket çatısı altında toplanan Sudanlı İslamcıların bir kesimini oluşturan, Sudan Ulusal Kongre Partisi içindeki krizin derinliğini yansıtıyordu. Nafi’nin konuşması, ne ideolojik ve siyasi bir hareket olarak kendileri ne de her kesimden Sudanlı bir belirsizlik örtüsü altında dünyanın dört bir yanına mülteci olarak dağılmışken, iki yıldan fazla bir süredir uçurumun kenarında yaşayan Sudan için henüz tanımlanmamış bir geleceğe doğru son bir sıçrama girişimi olabilir.

 

Öncelikle, Nafi Ali Nafi'nin konuşmasının, feshedilen Ulusal Kongre Partisi'nin derin bir iç muhalefet krizi yaşadığı bir döneme denk geldiğini belirtelim. Partinin önemli bir kesimi, partinin geleceğini, bu aşamadaki araçlarının geçerliliğini belirlemek için bir Şura Konseyi toplanmasını talep ediyor. Söz konusu kesim her şeyden önce, Sudan'daki tüm siyasal İslam deneyinin başarısızlığına önemli katkısını göz önüne alarak, partinin mevcut liderliğinin meşruiyetinin değerlendirilmesini de talep ediyor. Zira Ulusal Kongre Partisi, bölgesel düzeyde başka İslamcı partilerin elde edemediği bir fırsat elde edip iktidarı ele geçirerek, tam 30 yıl boyunca iktidarını sürdürdü.

Bu kriz, Nafi Ali Nafi'nin konuşmasına hem özellikleri hem de içeriğiyle yansıdı ve çeşitli noktalarda kendini gösterdi. Bu noktalardan biri de, Sudan ve bölgede, özellikle Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, siyasi İslam akımına karşı tutumda yaşanan değişimlerin niteliğinin, parti liderliği tarafından anlaşılmamış olmasıdır. Nafi konuşmasında Ulusal İslami Cephe ile aynı tarihsel ideolojik konumdan yola çıkarak, bu deneyin başarısızlığını ve Sudan halkı tarafından iki kez reddedilmesiyle siyasi ve düşünsel meşruiyetinin çökmüş olduğunu tamamen göz ardı etti. Sudan halkı ilk kez 2013'teki geniş çaplı ayaklanma, ikinci olarak da 2018'deki tam ölçekli devrim ile bu deneyi reddettiğini gösterdi.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Nafi konuşmasında, iki yol arasında ayrım yapmak için bir mekanizma olarak kutuplaşmaya dayandı. Partisinin, Sudan kaynaklarını kontrol etmeyi amaçlayan Batılı-Siyonist Haçlı projesine karşı koyan en milliyetçi yol olduğunu iddia etti. Hem de hareketi ve partisi, son otuz yıldır halkın değil, örgütün çıkarı için Sudan kaynaklarını yağmalamakla suçlanırken. Bu suçlama, Sudan Başsavcılığı'nın raporları ve Tijani Abdulkadir'in İslami dini hareketine ve benimsediği yozlaşmış mali uygulamaların doğasına karşı eleştirel bir duruş sergileyip, öne sürdüğü deliller ile kanıtlanmıştı.

Nafi, gerçekçilik için gerekli koşullardan yoksun olabilecek bir çabayla, partinin kalan tabanını korumak için bu kutuplaştırıcı söylemi kullandı. Gerçekçilikten yoksun dedik çünkü Sudan ve Arap kamuoyları artık komplo teorileri ve dış güçler tarafından hedef alınma fikrine ilgi duymuyor. Herhangi bir ülkenin kaderini şekillendirmede iç siyasi bileşenin rolünün daha fazla farkına vardılar; yeter ki bu bileşen, genel ulusal çıkarı fikri nitelikteki ideolojik pratiğin ve operasyonel boyuttaki siyasi pratiğin temel belirleyicisi olarak ele alan sağlam mekanizmalara ve gerçekçi fikirlere bağlı kalsın.

Nafi ayrıca, bir tür belirsizlik ve karartma uygulamaya çalıştı ve bunun, kendisinin, partisinin ve belki de akımının, savaştan sonraki gün Sudan siyasi denklemlerinde önemli bir taviz vermeden yeniden konumlanmalarını sağlayacağını düşündü. Bu konuda mevcut savaşta geniş İslamcı akımın üyelerinin muharebelerde gösterdiği performansa güveniyordu. Sudan ordusunun, müttefiklerinin ve düşmanlarının sahip olmadığı bölgesel ve uluslararası meşruiyete sahip olması nedeniyle, tüm sorunlarına ve karşılaştığı zorluklara rağmen Sudan'ın iç ritmini kontrol edebilecek güç olduğu gerçeğini ise göz ardı etti.

Nafi, partisi ile hareketinin Sudan'daki değişimi engellemeyi başarmış olsalar da, artık alıştıkları ve aşina oldukları devletin tüm dizginlerini ellerinde tutmadıklarını, tam aksine, önemli zorluklar şemsiyesi altında artık devletin sadece bir bölümünü kontrol ettiklerini de görmezden geldi. Nitekim bu savaşta zafer kazanılsa bile, bu zafer, Sudan'ın eski ihtişamına dönmesi anlamına gelmiyor. Gayrıresmi aktörler artık güçlerini ve geleneksel derin devlet adı verilen otoriteyi reddetme veya ona direnme yeteneklerini takviye eden ek ekonomik ve muharebe araçlarına sahip.

Nafi'nin son konuşmasında yaptığı değişiklikler oldukça sınırlıydı. “Medeniyet projesi” terimini, “istikrar projesi” olarak adlandırdığı kavramla değiştirdi, istikrarın fikri ve siyasi kutuplaşma pratiğiyle değil, Sudan denkleminde diğer siyasi güçlerin varlığını kabul etmek ve tanımak anlamına gelen ulusal mutabakatla tanımlandığı gerçeğini göz ardı etti. Zira Nafi'nin temsil ettiği Ulusal Kongre Partisi, geçiş döneminde herhangi bir şeyin dışında tutulmuştu ve tutulmaya da devam ediliyor. Bu, siyasi sistemi Sudan İslamcılarının sembolü olan cumhurbaşkanı Beşir’in iktidarına karşı çıkan geniş bir halk kesiminin kendisini reddettiğini ifadesiydi.

Dolayısıyla, Nafi, Harun ve Karti'nin söylemleri ve Ulusal Kongre Partisi, şu anda her düzeyde gerçek varoluşsal zorluklarla karşı karşıya bulunuyor. Fikri düzeyde, meşruiyet, kimlik ve liderlik krizi yaşıyor. Siyasi düzeyde, marjinalleşme ve halk meşruiyetini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Örgütsel düzeyde ise bölünmelerden muzdarip. Ayrıca, bazı figürleri ve liderleri hakkında uluslararası ve bölgesel yasal kovuşturma olasılığıyla da karşı karşıya. Bu olasılık, ister yerel ister uluslararası olsun, partinin figürlerine yönelik yolsuzluk ve insan hakları ihlalleri suçlamaları sebebiyle daha sonraki bir aşamada gündeme gelebilir.

Bu birleşik zorluklar, Nafi'nin iddialarının aksine, özellikle Sudan'daki devam eden siyasi dönüşümler ve partinin mirasının toplumda yaygın olarak reddedilmesi ışığında, partinin geleceğini ciddi şekilde şüpheli hale getiriyor.

Bölgesel ve uluslararası düzeylerde, Ulusal Kongre Partisi'ndeki siyasi tezahürleriyle Sudan İslam Hareketi'ni örgütlü bir terörist yapı olarak sınıflandırmaya çalışan eğilimler bulunuyor. Bu eğilimlerin kaynağında, Beşir yönetimi altındaki faaliyetlerinin, özellikle de Darfur'daki faaliyetlerinin doğası, mevcut savaşta bazı üyelerinin uygulamaları yatıyor. Doğal olarak, Arap bölgesel güçler de bu eğilime katkıda bulunuyor. Bu bağlamda, şu anda önerilen senaryolar birkaç süreç şeklinde belirginleşebilir.

Birinci senaryo, özellikle Ahmed Harun, Ali Karti ve en son Nafi Ali Nafi'nin söylemleri ışığında, yerel reddetme, bölgesel ve uluslararası baskılar nedeniyle İslamcıların Sudan'da gelecekteki yönetim yapılarından tamamen siyasi olarak dışlanmasıdır. İkinci senaryo ise terör örgütü olarak sınıflandırılmasıdır. Grubun resmi olarak terör örgütü olarak tanımlanması olasılığı, ABD Kongresi'nde Müslüman Kardeşler hakkında devam eden tartışmaların da kanıtladığı gibi, hareketin hayatta kalması konusunda kendisi için büyük bir endişe oluşturmaktadır.

Üçüncü senaryo, Sudan İslami Hareketi'nin devam edebileceğini öne sürüyor, ancak bunun bazı koşullara bağlı olduğuna işaret ediyor. Bunlardan en önemlileri şunlar; birincisi, devam eden değişikliklerin, özellikle de Sudan ordusunun İslami Hareket'in ideolojik ve politik projesine dahil olma potansiyelinin zayıflığıyla ilgili değişikliklerin doğasının kabul edilmesidir. Nedeni de buna karşı karşı bölgesel ve uluslararası bir direniş bulunması ve hareketin derin iç krizleri nedeniyle bu direnişle yüzleşemeyecek olmasıdır.

İkinci koşul, ideolojik ve politik düzeylerde gerçek ve ciddi bir yeniden konumlandırmanın gerekliliği, hareketin ve liderlerinin yaşanan başarısızlıktaki sorumluluğunun kapsamının kabul edilmesidir. Hareketin yanlışlarının kınanması ve hatta Sudan halkından özür dilemesi elzemdir. En önemli sorumluluğu da, Beşir rejimini korumak amacıyla Sudan Silahlı Kuvvetleri pahasına Hızlı Destek Kuvvetleri'ni kurmasıdır.

Üçüncüsü, ötekini kabul etmek ve onunla birlikte yaşamak, yani mutlak güç ideolojisini ve mekanizmalarını reddetmek, Aralık Devrimi'nde ortaya çıkan tüm tezahürleriyle Sudan siyasi güçleriyle ortak bir zemin oluşturmaktır. Bu, Sudan ulusal mutabakatı için bir yuvarlak masanın kurulmasının yolunu açacaktır. Nafi'nin Haçlı-Siyonist projesi olarak adlandırdığı şeyi yenmenin tek yolu budur; Sudan ve Sudanlıları birleştirecek gelecekteki bir projeye karşı popülist sloganlar, seferberlik çağrıları ve kışkırtmalar değil.