Gazzeliler katliamlarla Sina'ya gitmeye mi zorlanıyor?

Filistinlilerin Gazze’den ayrılmak ya da kalmak arasında karar verme lüksü yok

Gazze Şeridi'nin güneyine gitmek üzere Selahaddin Caddesi boyunca yürüyen Filistinliler, 11 Kasım 2023 (EPA)
Gazze Şeridi'nin güneyine gitmek üzere Selahaddin Caddesi boyunca yürüyen Filistinliler, 11 Kasım 2023 (EPA)
TT

Gazzeliler katliamlarla Sina'ya gitmeye mi zorlanıyor?

Gazze Şeridi'nin güneyine gitmek üzere Selahaddin Caddesi boyunca yürüyen Filistinliler, 11 Kasım 2023 (EPA)
Gazze Şeridi'nin güneyine gitmek üzere Selahaddin Caddesi boyunca yürüyen Filistinliler, 11 Kasım 2023 (EPA)

Salim er-Reyyis

İsrail'in Gazze Şeridi'ne karşı son savaşına başladığı 7 Ekim 2023 tarihinde, Gazze’nin doğusundaki ve kuzeyindeki İsrail ile sınır bölgelerinde yaşayan bazı Filistinliler, Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki şehirlerin merkezlerine kaçtılar. İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik daha önceki başlattığı savaşlardan ve kara işgallerinden edindikleri tecrübelerle bölgelerinin ve evlerinin bombardımanların ilk hedefi olacağını düşünüyorlardı. Ancak İsrail ordusunun kara harekatı planları ve yöntemlerini alışılagelmişin dışına çıkarıp değiştirmesi nedeniyle bu konuda biraz yanılıyorlardı.

Gazzeliler, ilk olarak korkmalarından ve evlerinin uçaklar ve tanklarla hedef alınmasından dolayı evlerini terk ettiler. Ancak Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki bölgelerden, mahallelerden, şehirlerden yeni bir yerinden edilme sürecinin onları beklediğini bilmiyorlardı. Savaşın altıncı gününde bazı uluslararası kuruluşlar ve çalışanları, Gazze Şeridi'nin kuzeyini terk ederek güneye, özellikle Han Yunus’a gittiler. Bölge sakinlerinden bazıları da onları takip etti.

Hamas Hareketi’ni ve onun askeri kanadı Kassam Tugayları’nı ortadan kaldırmak amacıyla büyük bir kara saldırısına hazırlanan İsrail ordusu, savaşın yedinci gününün sabahında Gazze Şeridi’ni doğudan batıya ikiye ayıran Gazze’nin kuzeyinde yaşayanlardan güneyine gitmelerini istedi.

Kuzeydeki Gazzelilerin çoğu, İsrail ordusu Gazze’ye karadan girip kuzeyi güneyden ayırana kadar güvende olduklarını düşünerek güneye gitmeyi reddetti.

Onlarca insan, kendilerini bekleyen dehşetin çocuklarına dokunmasından endişe duyarak, güneyi kuzeye bağlayan doğuda Selahaddin Caddesi ve batıda er-Raşid el-Bahr Caddesi olmak üzere iki ana yoldan güneye gitmek üzere kuzeyden ayrıldılar. Onlarca yerleşim bölgesinin yoğun bombardımanlarla hedef alınmasından sonra yüzlerce insan da peşlerinden gitti. Geride kalanlar, bombardımanlar nedeniyle büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı. Ancak Gazzelilerin bir bölümü, İsrail ordusunun Gazze’ye karadan giriş anı gelip de Gazze Şeridi’ni dünyanın en gelişmiş silahlarıyla donatılmış askerleriyle dolu tanklarla ve askeri araçlarla ikiye bölmesine kadar güvende olduklarına inandıkları için evlerini terk etmeyi reddetti.

Zorla yerinden etme

Gazze şehrinden İslam Abdulmuti (42), ticari bir şirkette muhasebeci olarak çalışıyordu. Kara harekatı başlamadan önce Gazze şehrinin merkezi yoğun şekilde bombalanmıştı. Bu yüzden kendisi ve ailesi, İsrail'e kaçmaya karar verdiler. Gazze Şeridi'nin merkezindeki Deyr el-Beleh’teki bir aile dostunun evinde iki gün kaldılar. Ancak sığındıkları evin yanındaki binanın doğrudan hedef alınması nedeniyle Gazze şehrindeki evlerine dönmeye karar verdiler. Abdulmuti, bu kararı nasıl aldıklarıyla ilgili olarak, “’Öleceksek kendi evimizde ölelim. Neden yerinden edilip başka insanların evlerinde ölelim ki?’ dedik” ifadelerini kullandı.

sdferg
Gazze Şeridi'nin kuzeyinden güneye doğru yerinden edilen Filistinli bir aile, 10 Kasım 2023 (AFP)

Gazzelilerin ilk gidişlerinde ve dönüşlerinde kuzey-güney yolu açıktı. Arabası olanlar arabalarıyla gidebilse de bu durum uzun sürmedi. İsrail’in zaman geçtikçe yoğunlaşan bombardımanlarının etkisiyle Gazze’deki evlerine geri döndüler. İsrail ordusu, önceden uyarmaksızın doğudan uçaklar ve tanklarla, batıdan ise denizden savaş gemileriyle düzenlediği bombardımanlarla çocuk, kadın ve yaşlı onlarca sivili evlerinde öldürdü.

Abdulmuti ve ailesi evlerinde kalmaya çalıştılar. Ancak gece gündüz hız kesmeden devam eden bombardımanın yoğunluğu ve çocuklarını saran terörün boyutuyla duyduğu endişe nedeniyle ve İsrail ordusunun geriye kalanların da güneye gitmeleri yönündeki uyarılarının artmasıyla, savaşın otuz dördüncü gününde bölgeyi terk etmek zorunda kaldılar. Selahaddin Caddesi boyunca yürümek zorunda kaldıklarını söyleyen Abdulmuti, “Üç kilometreden uzun bir yol boyunca tanklar ve işgalci İsrail askerleri arasında yürüdük” dedi.

Gazze Şeridi’nin güneyindeki yerinden edilmiş insanların çoğu, büyükannelerinin, büyükbabalarının, anne ve babalarının 1948 yılında yerlerinden edilmesinden 70 yılı aşkın bir süre geçtikten sonra yerinden edilmeyi reddediyorlar.

Ancak Abdulmuti’ye göre ailenin ikinci kez yerinden edilmesi, ilkinden farklıydı. Bu kez İsrail bombardımanlarının dehşetinden, bazı akrabalarını ve ailelerini gömemeden ya da yaralıları tedavi edilmeleri için hastaneye götüremeden öldürülmekten kaçan onlarca ailenin yerinden edilmesiydi. Ambulansların ve ilk yardım ekiplerinin yaralılara ulaşamadığını söyleyen Abdulmuti, “Hastaneler bombalanıyordu, bazı hastaneler ise İsrail ordusu tarafından kuşatılmıştı” şeklinde konuştu.

Bir daha yerinden edemeyecekler

Abdulmuti, İsrail, ABD ve diğer ülkelerin Gazze Şeridi’ndeki sayıları 100 binden fazla olan nüfusun tamamını yerinden etme niyetlerinin konuşulduğu bir dönemde, Gazze Şeridi dışına özellikle Mısır’ın Sina Yarımadası’na yerinden edilme fikrini reddediyor. Abdulmuti, “Bombalama, yıkım ve öldürülme korkusuyla kaçtığımız doğru, ama Gazze'nin dışına çıkmayacağız. Ben ve ailem, dünyanın herhangi bir yerine yerleşip sığınmaktansa burada ölmeyi tercih ederiz” şeklinde konuştu.

sadfe
Gazze şehrinden Gazze’nin güneyine kaçan Filistinliler, 22 Kasım 2023 (AP)

Gazze’de yerinden edilmeye karşı olan sadece Abdulmuti değil. Konuştuğumuz Filistinlilerin çoğu, Gazze Şeridi'nin güneyine doğru yerinden edilmiş durumda. Ancak, dedelerinin ve babalarının 1948 yılında yerinden edilmelerinin üzerinden geçen 70 yılı aşkın bir sürenin ardından bir kez daha yerinden edilmeyi, Filistin şehirlerine ve köylerine bir daha dönememe fikrini reddediyorlar.

Gazze şehrinin doğusundan Gazze’nin güneyine yerinden edilenlerden biri olan Mikail Mubarek (38), Gazze Şeridi'nde yaşayanların İsrail ve diğer ülkelerin Filistinlileri yerinden etme planı olduğuna dair basında yer alan haberleri yakından takip ettiğini belirtti. Mubarek, “Dedelerimizin ve babalarımızın sürgün edildiğini unutmadığımız bir dönemde Sina’ya yerinden edilmemizle ilgili pek çok haber ve analiz duyuyor ve okuyorum. Dedemin o günlere dair anlattıklarını, yaşananları ve sonrasında yaşananları unutmadım” ifadelerini kullandı.

Yerinden edilen insanlar karar verme özgürlüklerine sahip olmadıklarını ve İsrail’in bombardımanları nedeniyle Sina'ya göç etmek zorunda kalacaklarını düşünüyorlar.

Mubarek, komşu Arap ülkelerine, hatta Batı ülkelerine giden ilk Filistinli mültecilerin deneyimlerinin, onların torunlarının bugüne kadar eğitim, çalışma, sağlık ve hatta hareket özgürlüğü konularında ayrımcılığa maruz kaldıklarını gösterdiğine dikkati çekti. Bu yüzden bu deneyimi yaşamayı reddettiğini ve bunu yaşamasını gerektiren hiçbir gerekçenin olmadığını vurgulayan Mubarek, “Neden yerinden edilmeleri sürdürmek isteyeyim ki? Öleceğimizden mi korkuyoruz? Ya bugün ya yarın ya da 20 yıl sonra hepimiz öleceğiz. Kendi toprağımda, onurumla ölmem önemli” diye konuştu.

Karar onların değil

Ancak yerinden edilen bazı Gazzeliler, karar verme özgürlüklerine sahip olmadıklarını, İsrail’in bombardımanları nedeniyle Sina'ya göç etmek zorunda kalacakları ve bu yüzden Gazze Şeridi'nin güney sınırlarına ve ötesine itileceklerini düşündükleri için yerlerinden edilme ihtimaliyle ilgili farklı görüşlere sahipler.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı habere göre Havadan ve tanklardan düzenlenen bombardımanların ve İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nin kuzeyinin iç kesimlerine başlattığı kara saldırısı nedeniyle ailesine yiyecek ve su temin edemeyen Ahmed Hüsnü, İsrail savaşının 40’ıncı gününde Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Cibaliye Mülteci Kampı’ndan kaçmak zorunda kalanlardan biri.

dsvfe
İsrail'in Han Yunus'ta bir eve düzenlediği bombardıman sonrası enkazda arama kurtarma çalışmaları yürüten Filistinliler, 22 Kasım 2023 (Reuters)

İsrail'in Gazzelileri kolayca yerinden edemeyeceğine inanan Hüsnü, “İsrail, Gazze'deki Filistinlilere: ‘Hadi Sina'ya gidin!’ diyor. Ancak biz gitmek ya da kalmak arasında bir seçim yapacağız. Atalarımız, İsrail’in katliamları nedeniyle yerinden edildi. Bizler de birkaç gün önce İsrail katliamları nedeniyle yerimizden edildik. Belki bize yönelik katliamlar devam edecek ve Filistin topraklarının dışına, belki de Sina'ya göç etmek zorunda kalacağız” şeklinde konuştu.

Diğer Gazzeliler, İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki Filistinlileri yerlerinden etmeye ve göç etmeye zorladığı konusunda Hüsnü ile aynı fikirde. Öte yandan katliamlarına devam eden İsrail, yarısından fazlası kadın ve çocuk olmak üzere 7 Ekim’den bu yana Gazze’de 14 binin üzerinde Filistinliyi öldürdü. Yaklaşık 6 bin 500 kişi kayıp. Çok sayıda yaralı var. Bu durum Gazzelilere nereye gidecekleri ya da nerede kalacakları konusunda karar verme hakkı tanımıyor.

asdefwr
Gazze Şeridi'nin güneyinde Mısır sınırı yakınlarında devriye gezen Hamas güvenlik güçleri, 2019 (Reuters)

Mahmud Nasır (39), özellikle dört çocuk babası olması nedeniyle göç edip etmemekte kararsız olan yerinden edilen insanlardan biri. Çocuklarını ölüm riskinden ve İsrail’in bombardımanlarından korumak zorunda olan Nasır, “Göç etmek istemiyorum, ama işgalci İsrail bizi buna zorlayabilir. Karar verme lüksümüz yok. Büyük ihtimalle kefenimi ve çocuklarımın kefenini taşıyıp Mısır sınırında oturacağım. Ya bizi içeri alacaklar ya da orada ölüme terk edileceğiz” ifadelerini kullandı.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla’dan dergisinden çevrilmiştir.



ABD ulusal güvenlik stratejisi ve arzulanan Avrupa ‘mucizesi’

ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)
TT

ABD ulusal güvenlik stratejisi ve arzulanan Avrupa ‘mucizesi’

ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, görme engelli İtalyan opera sanatçısı Andrea Bocelli'nin Beyaz Saray'da verdiği konser öncesinde konuşuyor. (AP)

ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin ulusal güvenlik stratejisinin içeriği, Avrupa’daki müttefikleri zayıf gösteren ve Washington’un batı yarımküredeki hâkimiyetini yeniden tesis etmeyi amaçlayan yaklaşım nedeniyle sürpriz olmadı.

5 Aralık 2025 Cuma günü (dün) Beyaz Saray tarafından yayımlanan belge, Avrupa'nın geleneksel müttefikleri arasında rahatsızlık yaratacak nitelikte. Strateji, ‘eski kıta’ liderlerinin göç ve ifade özgürlüğü politikalarını sert ifadelerle eleştiriyor, Avrupa'nın ‘medeni varlığının silinme ihtimaliyle karşı karşıya olduğunu’ öne sürüyor ve uzun vadede ABD için güvenilir ortak olup olmadıkları konusunda kuşku yaratıyor.

Belgede, soğuk ve çatışmacı bir üslup eşliğinde, Trump’ın ‘Önce Amerika’ doktrinine yeniden vurgu yapılıyor. Bu yaklaşım, pratikte dış müdahalelerden uzak durmayı, onlarca yıllık stratejik ortaklıkların yeniden değerlendirilmesini ve Amerikan çıkarlarının her şeyin üzerinde tutulmasını ifade ediyor.

Kanunen her yönetim tarafından yayımlanması gereken bu belge, Trump’ın 20 Ocak 2025’te iktidara dönüşünden sonra hazırlanan ilk ulusal güvenlik stratejisi olma özelliğini taşıyor. Metin, Demokrat Başkan Joe Biden döneminin yaklaşımıyla belirgin bir kopuşa işaret ediyor. Biden yönetimi, Trump’ın ilk döneminde zedelenen ittifakları güçlendirmeye ve petrol ile doğal gaz ihracatı sayesinde ekonomik olarak güçlenen Rusya’yı frenlemeye odaklanmıştı.

Azalan rol

Trump, yeniden Beyaz Saray’a dönmesinden bu yana, yaklaşık dört yıldır süren Rusya-Ukrayna savaşına aracılık ederek son vermeye çalışıyor. Strateji belgesi, bu hedefin Washington açısından hayati çıkarlar kapsamında değerlendirildiğini belirtiyor. ABD’nin, yıllar süren gerginliğin ardından Rusya’yı uluslararası alanda dışlanmış bir aktör olarak görmekten vazgeçmeyi ve Moskova ile ilişkileri iyileştirmeyi hedeflediği ifade ediliyor. Bu nedenle savaşın sona erdirilmesi, ‘Rusya ile stratejik istikrarın yeniden tesisi’ için temel bir Amerikan çıkarı olarak tanımlanıyor.

zxcd
Ukrayna'nın başkenti Kiev'e düzenlenen Rus hava saldırısının ardından çıkan yangınla mücadele eden bir itfaiyeci (AFP)

Belge, bu yılın sonuna yaklaşırken Avrupa’nın, Trump’ın Rusya-Ukrayna savaşının yükünden kurtulma konusundaki ısrarının sert sonuçlarıyla karşı karşıya kaldığını belirtiyor. Avrupa ülkeleri, iç ekonomik zorlukların yanı sıra Washington’ın tanımladığı şekliyle bir ‘medeniyet’ krizine de sürüklenmiş durumda.

Aslında Avrupa’nın ABD’nin stratejik önceliklerinde geri planda kalması şaşırtıcı değil. Tarihsel olarak, Amerikan büyük stratejisi uzun süre Avrupa merkezli olmuştu; ancak 2000’li yılların başından itibaren kıtada tek bir gücün hâkimiyet kurma ihtimalinin zayıflaması, yeni jeopolitik güç merkezlerinin ve jeoekonomik rekabetlerin ortaya çıkmasıyla Washington’ın odağı başka bölgelere kaydı. Bu değişim, ABD’nin dünya sahnesindeki ağırlık merkezini yeniden düzenlemesine yol açtı. Başkan George W. Bush Ortadoğu’ya yoğunlaşırken, ardından gelen başkanlar -tam anlamıyla uygulayamamış olsalar da- ‘Asya’ya dönüş’ stratejisini öne çıkardı. Trump döneminde ise Asya’ya ek olarak Latin Amerika da öncelikler listesine girdi. Trump’ın Panama hakkında söyledikleri, Venezuela konusunda attığı adımlar ve daha sınırlı ölçüde Kolombiya’ya yönelik politikaları bunun göstergesi olarak değerlendiriliyor.

Farklı bir Amerikan kuşağı

ABD’deki demografik değişimler, Soğuk Savaş kuşağının (NATO’ya ve Avrupa ile tarihsel-kültürel bağlara doğal bir yakınlık duyan neslin) yavaş yavaş sahneden çekildiğini ortaya koyuyor. Yerlerini, etnik açıdan daha çeşitli, daha genç ve ABD’nin küresel rolünü yeniden sorgulayan bir nesil alıyor. Trump’ın NATO ve Avrupa Birliği’ne (AB) yönelik temkinli ve çoğu zaman kuşkulu tutumu, ikinci döneminde Avrupa’yı öncelik sıralamasında aşağıya çekmesi beklenen bir gelişme olarak görülüyor. Washington’ın bakışına göre 1949’da Sovyetler Birliği’ni durdurmak için kurulan NATO’nun bugünkü rolü, Avrupa’nın ‘bağımlı’ güvenlik yaklaşımıyla birlikte tartışmalı hâle gelmiş durumda. Bu nedenle Trump yönetimi, Avrupa’yı korumaya para harcamak yerine Moskova ile Avrupa ve diğer bölgeler konusunda bir uzlaşıya varmayı daha rasyonel bir seçenek olarak görüyor.

dfgt
Belçika'nın başkenti Brüksel'de Avrupa Komisyonu'na ev sahipliği yapan Berlaymont binası (AFP)

Bu yaklaşım, Soğuk Savaş sonrası dönemde Washington’da görev yapan bütün başkanların Avrupa’ya tanıdığı merkezi konumla açık bir tezat oluşturuyor. O yıllarda Avrupa, Amerikan malları ve hizmetleri için başlıca pazar konumundaydı. Ayrıca Avrupa’daki müttefikler, ABD’nin dünya genelindeki nüfuzunu artıran önemli bir güç çarpanı olarak görülüyordu. Buna karşılık Rusya, hem Avrupa’nın güvenliği hem de ABD’nin liderliği altındaki küresel düzen için tehdit teşkil ediyordu. Moskova’nın, Pasifik bölgesi de dahil olmak üzere kendi çıkarlarını güçlendirmeye yönelik hamleleri ve birçok konuda Çin’le aynı hizaya gelmesi, bu değerlendirmeyi daha da pekiştiriyordu.

Ağır zorluklar

ABD’nin ulusal güvenlik stratejisi belgesinde, “Avrupa’daki ekonomik durgunluk, karşı karşıya olduğu gerçek ve daha sert bir medeniyet erozyonu ihtimali kadar önemli değildir” ifadesi yer aldı.

Washington’a göre Avrupa, uyguladığı göç politikaları, düşen doğum oranları, ‘ifade özgürlüğünün bastırılması ve siyasi muhalefetin kısıtlanması’, ayrıca ‘ulusal kimliklerin ve öz güvenin yitirilmesi’ nedeniyle zayıflıyor.

Belge şöyle devam ediyor: “Eğer mevcut eğilimler devam ederse, kıta 20 yıl içinde -hatta daha da kısa sürede- tamamen farklı bir yer haline gelecek. Bu nedenle bazı Avrupa devletlerinin güçlü ekonomilere ve ordulara sahip olup olmayacağı, dolayısıyla güvenilir müttefikler olarak kalıp kalamayacakları hiç de kesin değil. Avrupa’nın Avrupalı kalmasını ve kendi medeniyetine yeniden güven duymasını istiyoruz.”

Bu tablo doğru kabul edilirse, Avrupa’nın, ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşından muhtemel çekilmesinin sonuçlarını dengelemek veya yumuşatmak zorunda kalacağı sonucu ortaya çıkıyor. Zira kıta, Kiev’in savaşı sürdürmesini sağlayacak ya da Rus askeri gücüne karşı koyacak kapasiteden yoksun. Pek çok Avrupa ülkesinde askeri harcamaların artırılmasının da anlamlı bir denge yaratması beklenmiyor; aksine, Almanya’nın 2,55 trilyon euroya (GSYİH’nin yüzde 62,4’ü) ve Fransa’nın 3,416 trilyon euroya (GSYİH’nin yüzde 115,8’i) ulaşan kamu borçları dikkate alındığında, kırılgan ekonomilerin daha da zorlanmasına yol açabilir.

Hiç kuşkusuz AB’nin, Washington ile Moskova arasında Ukrayna’daki savaşı sonlandırmaya yönelik süren müzakerelerde masada yer alma hakkı bulunuyor. Zira savaş Avrupa topraklarında yaşanıyor ve ‘ev sahiplerinin’ olup bitenle doğrudan ilgisi var.

İletişim, izolasyondan daha faydalı

Söz konusu Avrupa talebi, ancak Brüksel ile Moskova arasında iletişim kanallarının kurulmasıyla hayata geçirilebilir. Aksi halde Avrupa, Ukrayna savaşının nasıl ve hangi şartlarda sona ereceğine ilişkin kararlarda söz sahibi olamaz; savaşın Avrupa güvenliğine etkilerini şekillendirme imkânı da kalmaz. Bu gerçekleşmediği takdirde Avrupa ülkeleri, Washington ve Moskova’nın -ve daha sınırlı ölçüde Kiev’in- aldığı kararları yalnızca izleyen ve gelişmelere tepki vermekle yetinen bir konuma sürüklenebilir.

vfd
Fransa'nın kuzeydoğusundaki Soissons kasabası yakınlarındaki açık alanda, Fransa ve Belçika'nın ortak askeri tatbikatına katılan piyadeler (AFP)

Avrupa, mevcut sıkıntılara rağmen hâlâ büyük, zengin ve teknolojik olarak gelişmiş bir güç. Ancak Moskova’yı ciddi müzakerelere ikna edebilecek güçlü bir yeniden silahlanma programına gerçekten ihtiyaç duyuyor.

İkna için ikinci unsur ise AB’nin Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra aşamalı olarak uyguladığı yaptırımlar çerçevesinde dondurulan ya da el konulan Rus varlıkları konusundaki çıkmazın aşılması. Moskova, Avrupa’daki değeri yaklaşık 210 milyar dolar olarak tahmin edilen bu varlıkların çözümü için bir formül arıyor. Buna karşın, Avrupa’da bu varlıkların Ukrayna’ya destek amacıyla kullanılmasını savunan görüş, savaşın ömrünü uzatacak ve kıtayı gereksiz bir Rusya karşıtlığı konumuna sürükleyecek bir yaklaşım olarak değerlendiriliyor.

Kimilerine göre Kremlin yalnızca ‘güç dilinden’, Beyaz Saray ise yalnızca ‘iş dilinden’ anlıyor; bu nedenle Avrupa her iki dili de öğrenmek zorunda. Fakat buna itiraz edenler, Washington’a dair değerlendirmenin doğru olduğunu, Kremlin’e yönelik değerlendirmenin ise yanıltıcı olduğunu savunuyor.

Gerçekte ise bu denklemin tamamının gerekli olmayabileceği ifade ediliyor. Avrupa’nın iki dili birden öğrenmekten ziyade, tarihi bilen ve geleceğe dair net vizyonlar ortaya koyacak gerçek liderler yetiştirmesi gerektiği vurgulanıyor. Ancak bu şekilde ‘medeniyet erozyonu’ ve ‘kimliklerin silinmesi’ gibi kaygıların önüne geçilebileceği ileri sürülüyor. Peki, bu ‘mucize’ mümkün mü? Bu soru, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu stratejik belirsizliğin merkezinde yer alıyor.


Kordofan'da çatışmalar şiddetleniyor ve sivil hedefler saldırıya uğruyor

Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)
Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)
TT

Kordofan'da çatışmalar şiddetleniyor ve sivil hedefler saldırıya uğruyor

Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)
Sudan'ın Faşir kentinde çıkan çatışmada yaralanan ve Tavile Mülteci Kampı’ndaki çadırında oturan Sudanlı bir kadın (AP)

Sudan ordusu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasında Güney Kordofan ve Kuzey Kordofan eyaletlerindeki çatışmalar yeniden şiddetlendi. Çatışan taraflar, yardım konvoylarına ve bir anaokuluna saldırılar düzenlerken, Birleşmiş Milletler (BM) Sudan'ın yeni bir zulüm dalgasıyla karşı karşıya olduğu uyarısında bulundu.

Basında yer alan haberlere göre HDK'ya ait bir insansız hava aracı (İHA) Güney Kordofan eyaletinin Kalogi beldesindeki bir anaokulunu vurdu ve 20'si çocuk olmak üzere 114 kişi öldü, onlarca kişi ise yaralandı.

HDK, orduya ait bir İHA’nın Kuzey Kordofan eyaletinde Dünya Gıda Programı'nın (WFP) insani yardım konvoyunu bombaladığını belirterek, konvoyun ‘gıda güvensizliğiyle boğuşan yerinden edilmiş ailelere acil gıda yardımı taşıyan’ 39 kamyondan oluştuğunu açıkladı.

Bunu insani yardım konvoylarını ‘sistematik olarak hedef alınmaya’ devam etmesinin, temel yardımların ulaştırılmasını engellemeye yönelik tehlikeli bir yaklaşım ve bölgede çalışan uluslararası kuruluşlara yönelik tekrarlanan saldırılar olarak değerlendiren HDK, bunun insani krizi daha da kötüleştirdiğini ve sivillerin çektiği acıları artırdığını belirtti.


Esed rejiminin düşüşünden bir yıl sonra Suriye ve çözülmeyi bekleyen sorunlar

Hama’da Beşşar Esed rejiminin düşüşünün birinci yıldönümünü kutlayan büyük kalabalık, 5 Aralık 2025 (AFP)
Hama’da Beşşar Esed rejiminin düşüşünün birinci yıldönümünü kutlayan büyük kalabalık, 5 Aralık 2025 (AFP)
TT

Esed rejiminin düşüşünden bir yıl sonra Suriye ve çözülmeyi bekleyen sorunlar

Hama’da Beşşar Esed rejiminin düşüşünün birinci yıldönümünü kutlayan büyük kalabalık, 5 Aralık 2025 (AFP)
Hama’da Beşşar Esed rejiminin düşüşünün birinci yıldönümünü kutlayan büyük kalabalık, 5 Aralık 2025 (AFP)

Haid Haid

Suriye, Beşşar Esed rejiminin çöküşünün birinci yıldönümünde elbette kutlanması gereken, ancak aynı zamanda üzerinde derin derin düşünülmesini de gerektiren bir dönüm noktasında. Geçtiğimiz yıl aralık ayında Beşşar Esed rejiminin düşüşü, elli yıllık otoriter yönetim, askeri idare ve derin uluslararası izolasyonun sona erdiği tarihi bir kırılma noktası oldu. Aynı zamanda, uzun süredir kapalı olan bir pencereyi açarak siyasi sistemi yeniden düşünme, parçalanmış kurumları yeniden inşa etme ve ulusal iyileşmenin zorlu yoluna girme fırsatı doğurdu.

Suriye'nin geçiş dönemi yetkilileri, geçtiğimiz yıl boyunca birçok kişinin imkânsız olduğunu düşündüğü başarılara imza attı. Diplomatik alanda, ülke onlarca yıllık izolasyon döneminden çıktı ve uzun süredir kapalı olan iletişim kanallarını yeniden açtı. Yaptırımların neredeyse tamamen kaldırılmasına hiç olmadığı kadar yaklaştı. İç politikada ise hizmetleri iyileştirdi, sivil alanı genişletti, istikrarı yeniden sağladı ve bazı sporadik mezhepsel gerilimler olmasına rağmen şiddeti en aza indirdi. Ancak bu başarılar, çözülmemiş derin sorunlarla bir arada varlığını sürdürüyor.

Kurumlar yeniden inşa edilmiş olsa da meşruiyet meselesi halen belirsizliğini koruyor. Siyasi süreçler başlatılmışsa da henüz ülkeyi ortak bir vizyon etrafında birleştirmeyi başaramadılar. Hükümetin iddialı kurtarma planlarına rağmen ekonomik durum kötüleşmeye devam ediyor. Adalet mekanizmaları devreye sokuldu, ancak bunlar sınırlı kalıyor ve en acı gerçeklerden kaçınıyor. Bu eksikliklerin giderilmesini daha fazla ertelemek mümkün değil. Önümüzdeki yıl, geçen yıldan daha belirleyici ve daha tehlikeli olacak.

Beklentiler artıyor, yaşam koşulları kötüleşiyor ve halkın artan hayal kırıklığının keskin bir siyasi bölünmeye dönüşme riski büyüyor. Artık Suriye'nin geçiş sürecini ülkenin atlattığı olaylara göre değerlendirmek kabul edilebilir değil. Bu değerlendirmenin, yeni yetkililerin önlerindeki zorlukları ne ölçüde aşabileceklerine göre yapılması gerekir.

Siyasi uzlaşı olmadan ilerleme

Yeni parlamentonun oluşturulması tamamlanmak üzereyken, geçiş süreci yol haritası –ulusal diyalog, anayasal deklarasyon ve geçici temsil organlarının kurulması– resmi olarak tam şekline kavuştu. Bu adımlar, kâğıt üzerinde otoriter bir yönetim sonrası siyasi sistemin temel yapısını özetliyor. Ancak gerçekte, meşruiyet, temsil ve yeni devletin izleyeceği yol konusunda süregelen gerilimleri de ortaya çıkarıyor.

Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara, sürecin her aşamasını katılımcı ve kapsayıcı olarak sunmaya özen gösterdi. Ulusal diyalog hakkında görüşleri almak için önde gelen isimler, topluluklar ve aktivistlerle istişare etmek üzere komiteler oluşturuldu. Anayasa bildirgesi taslağı hazırlandı, yeni kurumların tasarımı yapıldı. Bu adımların amacı, şeffaflığı sağlamak ve önceki rejimi karakterize eden dışlayıcı uygulamalardan kopmaktı. Ancak, uygulamanın hızı, aşamaların sıralaması ve sürecin sıkı bir şekilde kontrol edilmesi, karışık ve sert tepkilere yol açtı. Yeni yönetimin destekçiler, bu başarıları tarihi bir olay olarak gördüler. Zira böyle kırılgan bir geçiş döneminde, uyumu korumak ve siyasi kaymayı önlemek için bir dereceye kadar merkezi karar alma sürecinin gerekli olduğunu düşünüyorlardı.

Artık Suriye'nin geçiş sürecini ülkenin atlattığı olaylara göre değerlendirmek kabul edilebilir değil. Bu değerlendirmenin, yeni yetkililerin önlerindeki zorlukları ne ölçüde aşabileceklerine göre yapılması gerekir.

Ancak yeni yönetimi eleştirenler, Cumhurbaşkanlığının elinde aşırı miktarda gücü bir araya getiren ve gerçek denetim ve denge mekanizmalarını bariz bir şekilde ortadan kaldıran yukarıdan aşağıya bir yaklaşım gördükleri için tamamen farklı bir görüşe sahipler. En büyük endişeleri, ortaya çıkan sistemin Esad dönemini karakterize eden otokratik yönetim mantığını ortadan kaldırmak yerine yeniden üretmesi olasılığı.

gthyj
Esed rejiminin düşüşünün birinci yıldönümünü kutlayan Suriyeli kadınlar (AFP)

Bu korkular, hükümet ve güvenlik kurumlarında Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ile bağlantılı isimlerin ortaya çıkmasıyla daha da artmış ve güvenin yeniden tesis edilmesi için daha geniş bir katılımın gerekli olduğu bir dönemde siyasi tekel oluşacağına dair endişeleri körüklüyor.

Öte yandan yeni parlamentonun oluşturulması, bu bölünmeleri hafifletmek bir yana, daha da derinleştirdi. Yeni parlamento, yol haritasının resmi gerekliliklerini karşılasa da temsil gücü ve istenen değişimi gerçekleştirecek gerçek güce sahip olup olmayacağı konusunda eski şüpheleri yeniden alevlendirdi. Kısacası, siyasi geçişin ilerlediğini söylemek mümkün, ancak bunu pekiştirmek için gerekli olan birlik, güven ve meşruiyet konularında halen eksiklik var olamaya devam ediyor.

Değişen koşullarda elde edilen kazanımlar

Diplomasi, geçiş sürecinin en göze çarpan başarısı olsa da erken dönemdeki ilerlemenin sınırları en çok ekonomide belirginleşiyor. Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara, ekonomiyi canlandırmayı, yol haritasının temel taşı haline getirirken ithalat vergilerini düşürdü, devlet memurlarının maaşlarında yüzde 200 artış yapılacağını açıkladı ve Suriye'nin iş dünyasına açık olduğu mesajını vermek için yatırımcıları çekmeye çalıştı.

Kısa bir süre için bu önlemler somut sonuçlar verdi. Gümrük reformları, ticaretin serbestleştirilmesi ve para biriminin geçici olarak güçlenmesi sayesinde enflasyon geçtiğimiz yılın şubat ayında yüzde 110 civarındayken bir yıl sonra aynı dönemde yüzde 15 civarına kadar sert bir gerileme gösterdi. Ancak bu rahatlama kısa sürdü. Enflasyon yeniden yükseldi ve fiyatlar hızla ücret artışlarını geride bıraktı. Ancak açıklanan artış sonrasında dahi, 750 bin Suriye lirası olan asgari ücret, bir aylık temel gıda sepetinin maliyetinin yalnızca üçte birini karşılayabiliyor.

Şara hükümetinin başarıları arasında, temel ürünlerin tedarikinin iyileştirilmesi, elektrik tedarikinin önemli ölçüde artması ve bazı bölgelerde Esed rejimi döneminde mevcut olanın on katına ulaşması da yer aldı. Yakıt krizi hafifledi ve ekmek artık düzenli olarak temin edilebilir hale geldi.

Ancak açıklanan artış sonrasında dahi, 750 bin Suriye lirası olan asgari ücret, bir aylık temel gıda sepetinin maliyetinin yalnızca üçte birini karşılayabiliyor.

Ancak bu başarılar yüksek bir bedel karşılığında elde edildi. Sübvansiyonların yeniden yapılandırılmasının ardından elektrik, yakıt, ekmek ve ulaşım fiyatları keskin bir şekilde yükseldi. Suriyeliler, 2011 yılından bu yana gelirlerinin daha büyük bir kısmını temel ihtiyaç maddelerine harcıyor ve bu durum, siyasi bölünmeleri aşan bir hayal kırıklığı kaynağı haline geliyor.

Geçiş dönemi yetkilileri, Suriye'nin ekonomik çöküşünün yapısal köklerinden sorumlu değil. Zira bu çöküşün nedenleri on yıllardır süren yolsuzluk, savaş ve kötü yönetimdi.

Karar alma sürecinde yukarıdan aşağıya bir yaklaşım, piyasanın liberalleşmesine hızlı geçiş ve aşırı finansal ve sosyal kırılganlığın yaşandığı bir dönemde sübvansiyonların kaldırılması gibi bütün bunlar, kamuoyu ile anlamlı bir istişare yapılmadan gerçekleştirildiğinden, birçok Suriyeli sadece bu durumla başa çıkmakla kalmayıp, sabırlı kalmakta da zorlanıyor. Sonuç, yüzeysel olarak toparlanıyor gibi görünen, ancak yapısal olarak kırılgan ve siyasi patlamalara giderek daha yatkın hale gelen bir ekonomi oldu.

Adalet, siyaset koridorlarında takılı kaldı

Suriyelilerin adalet ve hesap verebilirlik konusundaki uzun süredir devam eden talepleri ise, son yıllarda hiç olmadığı kadar ilerleme kaydetti, ancak yine de sıkı siyasi ve yapısal kısıtlamalara tabi olmaya devam ediyor.

Mart ayında Suriye’nin kıyı şeridinde gerçekleşen ihlallerle ilgili tarihi duruşma, Esed döneminin özelliklerinden biri olan cezasızlık dönemine son verdi. Esed döneminin güvenlik güçleri üyeleri, ilk kez kamuya açık mahkemelerde yargılandı. Duruşmalar televizyonda yayınlandı, sanıklar avukatlar tarafından temsil edildi ve tanık ifadeleri kamuoyuna açık olarak tartışıldı.

Bu durum, gizlilik ve inkâr alışkanlığı olan topluluklar için güvenlik güçlerinin bile artık hesap verebilirlikten muaf olmadığına işaret eden güçlü bir sembolik değişimdi. Bunun öncesinde hükümet, kıyı şeridi ve Suveyda'da meydana gelen ihlalleri kamuoyuna açıklamış, gerçekleri araştırma komisyonları kurmuş ve sorumlulardan hesap sorma sözü vermişti. Daha önce eşi ve benzeri görülmemiş bir adımla, uluslararası kuruluşların bu ihlallere ilişkin bağımsız soruşturmalara erişimine de izin verdi. Ancak tüm bu ilerlemelere rağmen, adalet gündemi ciddi şekilde kısıtlı kalmaya devam ediyor.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre yetkililer, Esed’in iktidara gelmesinden sonra meydana gelen ihlallerin hesap verilebilirliğini önceliklendirirken, önceki rejimin on yıllardır işlediği suçlarla kapsamlı bir yüzleşmeyi erteliyor. Siyasi açıdan bu, birincisi, son ihlallerin sorumlularının hesap vermesinin, tüm dikkatlerin üzerinde toplandığı bir süreçte hükümetin yurtdışındaki imajını güçlendirmesi, ikincisi ise yetkililerin, eski rejimin sembollerine yönelik geniş çaplı yargılamaların kırılgan barışı tehdit edebileceğini düşünmesi olmak üzere iki hesabı yansıtıyor.

sdghvf
Esed rejiminin düşüşünün yıl dönümü kutlamalarında güvenlik güçleri üyeleriyle hatıra fotoğrafı çekilen Suriyeliler (AFP)

Hükümet, kıyı şeridi ve Suveyda’da meydana gelen ihlalleri kamuoyuna açıkladı, gerçekleri araştırma komisyonları kurdu ve sorumlulardan hesap soracağını taahhüt etti.

Ancak tek neden bu hesaplar değil. Suriye’nin kapsamlı bir geçiş dönemi adaleti sağlamak için gerekli yasal altyapısı yok. Ceza hukuku savaş suçlarını, insanlığa karşı suçları veya zorla kayıpları tanımıyor ve gerekli reformları hayata geçirecek güçlü bir parlamento olmadan, yargı sisteminin araçları sınırlı kalıyor.

Bunlar çok büyük zorluklar olsa da eski rejimin simalarına hesap soracak herhangi bir önlemin alınmaması giderek daha fazla zarara yol açıyor. Uzun süredir baskı altında yaşayan topluluklar, seçici adaleti başka bir adaletsizlik biçimi olarak görür. Güvenilir bir telafi yolunun olmaması, öfkeyi körüklerken bazı kişileri gayri resmi yollardan adaleti sağlama veya intikam alma yoluna iter.

Sünni aşiretlerin üyelerinin, bir kez daha mezhepçilik açısından çerçevelendirilen bir suç olayının ardından Alevi mahallelerine düzenledikleri son saldırılar, kurumsal adaletin olmadığı veya taraflı olduğu algısı oluştuğunda şiddetin ne kadar çabuk patlak verebileceğini gösterdi.

Kırılgan sakinlik

Güvenlik durumuna, dikkat çekici bir istikrar ve derin yapısal kırılganlık hakim. Yetkililerin iyi yönetimi sayesinde Suriye, Esed rejiminin düşüşünün ardından birçok kişinin beklediği yaygın şiddet olaylarından kaçınmayı başardı.

Silahlı gruplar Savunma Bakanlığı bünyesine girdi ve güvenlik güçlerinin başlangıçtaki disiplini, son derece istikrarsız bir dönemde misillemelerin önlenmesine yardımcı oldu.

Ancak bu istikrar, mezhepsel gerilimin yaşandığı noktalarda defalarca kez sınandı. Geçtiğimiz mart ayında kıyı şeridinde yaşanan ihlaller ve temmuz ayında Suveyda'da yaşanan ayaklanmalar, Savunma Bakanlığı bünyesine yeni entegre edilen güçler üzerindeki kontrolün sınırlarını ortaya koydu. Disiplinin sağlanamadığı birlikler, suistimaller, misillemeler ve aşırı önlemler almış ve topluluklar arasındaki güvensizliği derinleştirdi.

Öte yandan son gelişmeler bazı kurumsal öğrenmelerin olduğunu gösterdi. Alevi nüfusun yoğun olduğu mahallelere yönelik aşiret saldırılarının ardından hükümetin Humus'a hızla müdahalesi, daha geniş çaplı bir mezhepsel çatışmanın patlak vermesini önledi. Koordineli konuşlandırma, önde gelen yerel isimlerle istişare ve sıkı operasyonel kontrol, gecikmeli tepkiler şeklindeki önceki müdahalelerin aksine, şiddetin tırmanmasını önlemeye yardım etti.

Benzer şekilde, kıyı bölgesinde son zamanlarda Aleviler tarafından düzenlenen protesto gösterilerini bastırmak yerine koruma kararı alınması dikkate değer bir değişiklikti. Güvenlik güçlerine göstericileri korumaları, yerel birimleri dizginlemeleri ve şikayetlerin kamuoyuna duyurulmasına izin vermeleri talimatı verildi. Bu yaklaşım, gerilimi tırmandırmak yerine yatıştırmaya yardımcı oldu.

Suriye’nin kıyı bölgesinde son zamanlarda Aleviler tarafından düzenlenen protesto gösterilerini bastırmak yerine koruma kararı alınması dikkate değer bir değişiklikti.

Bu iyileştirmeler önemli olsa da temel sorunları çözmekte yetersizdi. Parçalanmış güvenlik kurumları, zayıf disiplin ve merkezi liderlikten çok yerel liderlere sadık kalan birimler.

Daralan pencere

Suriye’deki geçiş sürecinin ilk yılı önemli başarılar getirdi, ancak merkezi otoriteye dayalı, katılımın dikkatle kontrol edildiği ve en zor kararların ertelendiği bir yönetim modelinin sınırlarını da ortaya çıkardı. İstikrar ve diplomatik atılımlar hükümete zaman kazandırdı, ancak bu zaman sonsuz değil. Halkın beklentileri, devletin bunları karşılama kapasitesinden daha hızlı artıyor ve resmi söylem ile yaşanılan gerçeklik arasındaki uçurum giderek genişliyor. Bu genişleyen uçurum, artık Suriye'nin gelecekteki gidişatını belirleyecek bir fay hattı haline geldi.

Önümüzdeki görev artık sadece düzeni sağlamak değil, ilk yılda kaçınılan gücün nasıl dağıtıldığı, adaletin nasıl sağlandığı, güvenlik güçlerinin nasıl yönetildiği ve ekonomik yüklerin nasıl ele alındığı gibi yapısal sorunları ele almak. Bu tartışmalar zor olabilir, ancak bunları ertelemek daha da tehlikeli.

Sonuç olarak, geçtiğimiz yıl geçiş sürecinin neler vaat edebileceğini gösterdiyse, önümüzdeki yıl da bu temellerin ayakta kalıp kalamayacağını belirleyecek.