John Bolton
İsrail'in Gazze Şeridi'nde Hamas'a yönelik askeri harekâtı şiddetini artırırken, Ortadoğu'daki siyasi söylem de yoğunlaştı. Önde gelen İsrailli liderler, modern Yahudi devletinin kuruluşuna kadar uzanan eski bir slogan olan “Büyük İsrail” projesine desteklerini açıklarken, Arap liderler ve bölge dışından birçok kişi, yine uzun süredir var olan “iki devletli çözüm” sloganına bağlı kalmaya devam etti.
Hamas'ın vahşi saldırısı sahneyi değiştirdi ve artık farklı bir dünyayla karşı karşıyayız. Daha da önemlisi, haziran ayında İran'ın nükleer silah ve balistik füze programlarını hedef alan İsrail-Amerikan saldırılarının çok daha derin ve etkili sonuçları oldu.
Hamas başta olmak üzere İran'ın vekilleri, Tahran'ın “ateş çemberi stratejisi” olarak adlandırdığı ve yankıları bugün de devam eden bir stratejiyi İsrail'e karşı uygulamaya koymuşlardı. Sonuçlar göz önüne alındığında, Tahran'daki Ayetullahlar ve vekilleri için bundan daha feci bir sonuç hayal etmek zor. Ancak acı gerçek şu ki, gerçekten “Üçüncü Körfez Savaşı” olarak adlandırılabilecek süreç henüz bitmedi. Birinci Körfez Savaşı'nda, ABD ve müttefikleri, Kuveyt'i dönemin Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in işgalinden kurtararak önceki statükoyu yeniden tesis etmişlerdi. İkinci Körfez Savaşı ise Saddam'ın devrilmesine yol açtı ve Birinci Körfez Savaşı'nın başaramadığını fiilen tamamladı.
Irak'ın bölgesel tehdit denkleminden çıkarılmasıyla İran, büyük bir tehdit olarak öne çıktı ve bu da bölgenin stratejik hesaplarını kökten değiştirdi. Üçüncü Körfez Savaşı birçok cephede devam ettiği için, uzun vadeli etkileri hakkında henüz kesin bir yargıya varılamaz. Ancak, bölge içindeki ve dışındaki tüm tarafların, bölgesel sahnenin artık aynı olmadığını ve ister İsrail'e karşı tüm Arap savaşlarının başarısızlıkla sonuçlandığı 1948-1973 dönemi, ister barışa giden diplomatik yolların farklı sonuçlar verdiği 1973-1990 dönemi olsun, “eski zihniyetler” dönemini geride bıraktığımızı anlamaları çok önemli.
Stratejik bakış açısına göre en önemli gerçek, Ayetullahların Tahran'da iktidarda kalmaya devam ettikleridir. Vatandaşlarının güvenini giderek kaybeden bir rejimi korumak için umutsuz bir çabayla geniş çaplı bir iç baskı uygulamaya devam ediyorlar. Ancak, son iki yılın olayları - özellikle de ABD-İsrail saldırıları- İran rejiminin zayıf noktalarını açığa çıkardı ve çöküşünün artık bir olasılık değil, bir zaman meselesi olduğu yönündeki yaygın inancı pekiştirdi.
Suriye'de İran'ın en yakın müttefiki olan Beşşar Esed diktatörlüğünün devrilmesi, Tahran'ın nüfuzunu sona erdirmekle kalmadı, aynı zamanda Suriye ile İsrail arasında kalıcı bir barış ve hatta belki de Suriye’nin İbrahim Anlaşmaları'na katılma olasılığının kapısını açtı; ancak bununla ilgili bir yargıya varmak için henüz çok erken.
Lübnan'da, onlarca yıldır eşi benzeri görülmemiş bir İsrail-Lübnan iş birliğine dair haberler arasında, Hizbullah'ın askeri gücünü dağıtma çabaları devam ediyor. Lübnan ve İsrail arasında halen düşmanlık olsa da, iki başkentin Hizbullah'ı askeri ve terörist bir tehdit olarak etkisiz hale getirme konusunda şüphesiz güçlü bir çıkarı olduğu açık. Ama burada bile sonuç belirsizliğini koruyor.
Yemen'de Husi militanları, yalnızca İsrail ve komşu Arap devletleri için değil, aynı zamanda Kızıldeniz'deki uluslararası seyrüsefer için de bölgesel bir tehdit oluşturmaya devam ediyor. Bu tehdidi durdurma çabalarının tüm dünya için henüz sonuçlanmadığı açık.
Gazze Şeridi ve Batı Şeria'ya gelince, Hamas ve diğer Filistinli terör örgütlerine karşı savaş devam ediyor. Ancak silahlı çatışmayla ilgili yönlere odaklanmak, Gazze halkının karşı karşıya olduğu insani krizin şiddetini veya onun için güvenli ve onurlu bir gelecek sağlama ihtiyacını hiçbir şekilde hafifletmez. Gerçekten de insani, siyasi ve askeri düzeylerde tek sürdürülebilir çözüm, Hamas'ın sürdürülebilir bir siyasi ve askeri oluşum olarak ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu kanser ortadan kaldırılmazsa, 7 Ekim 2023'te ortaya çıktığı şekliyle yeniden ortaya çıkma olasılığı yüksek ve bu durum hem İsrail'i hem de komşu Arap devletlerini bir kez daha tehdit etmektedir.
İki devletli çözüm fiilen 7 Ekim'de sona erdi ve ben sık sık Gazze'nin yeniden Mısır yönetimine döneceği, İsrail ve Ürdün'ün ise Batı Şeria'daki sınır ve güvenlik sorunlarını çözüme kavuşturacağı “üç devletli çözüm” çağrısında bulundum. İster Mısır ister İsrail olsun, Gazze'yi kimin kontrol ettiği veya kimin kontrolünü paylaşacağı sorusu, Hamas'ın (veya diğer terör örgütlerinin) Kahire veya Kudüs'ü tehdit etmesini engelleme ihtiyacından daha az önemlidir. Bunu başarmak için, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) himayesinde ve köklü insani ilkeleri doğrultusunda, mültecileri yeniden yerleştirme yoluyla Gazze nüfusunu önemli ölçüde azaltmak gerekebilir. Bu, zaman ve kaynak gerektiren bir süreç ve hiçbir ciddi gözlemci, 1948'de İsrail'in kuruluşundan bu yana herkesin gözünden kaçan kolay ve hızlı bir çözümün bulunduğunu iddia edemez.
Son olarak, tüm tarafların siyasi söylemlerini yatıştırmaları son derece faydalı olacaktır. Mısır ve İsrail, geçmişte İsrail ile komşularından biri arasında ilk tam diplomatik ilişkiler kuran tarihi Camp David Anlaşması’nı imzalamışlardı. Ortak dostların desteğiyle, iki taraf Gazze konusunda da benzer atılımlar gerçekleştirebilir.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.