Filistinlinin sığınma aşamaları

İsrail’in Filistinlileri sınır dışı etmesi, onlar için imkânsız bir gerçeklik oluşturdu

Nesma muharami (Majalla)
Nesma muharami (Majalla)
TT

Filistinlinin sığınma aşamaları

Nesma muharami (Majalla)
Nesma muharami (Majalla)

Samir ez-Zeben

Her savaş, satır aralarında bir mülteci sorunu ortaya koyar. Savaş, ölüm ve yıkım getirdiği için de her insanın ölümden kaçma, kendileriyle çocuklarının hayatını kurtarma ve savaş bittikten sonra da vatanına dönme hakkı vardır. Gelgelelim İsrail devletini kuran 1948 yılı savaşında mülteciler, savaşın satır arası bir tezahürü olmadı. Savaş, Filistinlileri kökünden söküp onları birer mülteciye dönüştürmeyi hedefliyordu; bu gerçekleşmeden “İsrail Devleti’nin” kurulması mümkün olamazdı. Savaş sona erdiğinde İsrail, yurtlarına geri dönmelerine hükmeden 194 sayılı BM kararına rağmen mültecilerin geri dönüşünü engelledi.

Vatanın gözden kaybolması

İsrail’in Filistinlileri sınır dışı etmesi, onlar için imkânsız bir gerçeklik oluşturdu. Nitekim bir gecede vatansız kaldılar ve bu vatan, siyasi harita üzerinde “İsrail Devleti’ne” dönüştü. Vatanın geri kalanı Batı Şeria, Ürdün tarafından ilhak edilirken Gazze Şeridi de Mısır yönetimine tâbi oldu. Filistinliler, siyasi haritadan kaybolan bir yere mensup olarak, komşu ülkelerde ve dahi kendi vatanlarında bir mülteci haline geldiler. Bu, karmaşık koşullarında onlar için keskin varoluş ve kimlik soruları doğurdu: Onlar, dağılmış bireyler mi? Ulusal bir topluluk mu oluşturuyorlar? Coğrafi şemsiyelerini kaybettikten sonra onları bir araya getiren şey nedir? Aralarında gerçek bir toparlayıcı unsur var mı? Vatanlarını kaybetseler de ulusal bir kimliğe sahipler mi? Ortak bir kültürleri var mı?

1 Mayıs 2023’te Nekbe’nin 75’inci yıldönümü münasebetiyle Gazze Şeridi’nin güneyinde yer alan Han Yunus’un doğusundaki sınır şeridi boyunca yapılan bir yürüyüşe katılan kızlar (AFP)
1 Mayıs 2023’te Nekbe’nin 75’inci yıldönümü münasebetiyle Gazze Şeridi’nin güneyinde yer alan Han Yunus’un doğusundaki sınır şeridi boyunca yapılan bir yürüyüşe katılan kızlar (AFP)

Sığınma deneyimi, modern Filistinlilerin hayatının özeti. Nitekim onlar, kitlesel ve bireysel sürgün olarak iç içe geçmiş iki düzeyde sürgün hayatı yaşadı. Kopuş, vatanla olan ilişkinin devamıydı. Yani ne orada yaşıyor ne de oraya aidiyetten vazgeçiyorlar; orada bırakılanlar, bir gün geri alınacak. Modern tarihlerinde maruz kaldıkları tüm musibetlere rağmen Filistinlileri besleyen rüya bu.

Son on yıllar boyunca Filistinli, komşu ülkelerde o mekâna ait olmadığını hatırlatan şeylerle yaşadı. Onu, yeni çevreye uyum sağlayamaz hale getiren sebeplerden biri de buydu. Ev sahibi ülkelerden gelen ve onu istemeyen dış baskı, Filistinli “kampını” üretmek ve farklı şekillerde devam etmesini sağlamak için fazladan bir etken olarak işlev gördü.

Sığınma deneyimi, modern Filistinlilerin hayatının özeti. Nitekim onlar, kitlesel ve bireysel sürgün olarak iç içe geçmiş iki düzeyde sürgün hayatı yaşadı

Kardeşlerin yurtlarındaki garipler

Sığınma deneyimi Filistinlileri, kardeşlerin yurtlarında yabancı, ama vatanlarına dönmeyi bekleyen kişiler olarak yeniden şekillendirdi. Bu, vatanlarına dönme hayalleri gerçekleşmediği sürece hayatlarındaki tek sabite olan “geçiciye” dayalı bir Filistin kültürü üretti. Sürgün yerlerinde geçirilen dönemin uzamasıyla birlikte bu sürgünü hayatlarına katmak ve bir ölçüde onunla barışmak zorunda kaldılar. Zamanla sürgün derinleşti ve kitlesel bir hal olarak tezahürlerinin yerini bireysel bir hal aldı. Ve sadece aidiyet anlamında değil, doğuştan da sürgün çocukları meydana çıktı. 1948 yılında Filistinliler, onlara gönülsüzce ve geçici olarak ev sahipliği yapan komşu ülkelere dağıldı. Yaşadıkları yerin değişmesiyle birlikte Filistin toplumunun tabiatı gittikçe değişti ve sürgün yerlerinin dağılması ve nüfusun parçalanmasından sonra kendi hayatlarını ve yurtlarını icat etmek zorunda kaldılar. Vatan gözden kaybolunca Filistinlilerin, “İsrail” adı altında kaybolan ülkelerinin yerine geçmeleri gerekti.

Kökünden sökülmek, Filistinlileri dağıttığı için onlar da coğrafyanın yerinen hayali koyarak sığındıkları yerlerde yeniden bir Filistin kurmaya mecbur oldular. Bu hayal gücünün yaratıcı vazifesi, sadece gasp edilen vatanı unutulmaktan korumak değildi. Evet bu, en önemli tarihî misyonlarından biriydi, ama bununla birlikte bu hayal gücünün (Filistin vatanının gözden kaybolmasına rağmen) Filistin geleceğini de türetmesi gerekiyordu. Filistinli topluluklar, sürgün yerlerinde kendilerini yeni ve modern bir vaziyetle tek bir toplum halinde yeniden yapılandırdılar. Bu toplum, sürgüne karşı ulusal projesini inşa etti ve böylece nihai bir sürgündeki çıplak bir kurbanken haklarını geri alması gereken tarihî bir proje sahibinin kurbanına dönüştü.

Bu demek değildi ki sürgün, Filistinliler için bir felaket olmadı. Zira vatanlarını kaybettiklerinden beri hayata tutunma gücünü kaybettiler ve her ne kadar kardeş olsalar da başkalarının ülkelerinde yaşar hale geldiler. Bu, sığınma koşullarını farklılaştıran şeydi. Nitekim mağdurlar, birbirlerini kıskandı. Mesela Lübnan’da işsiz kalan mülteci, Suriye’de çalışma hakkı elde eden mülteciyi kıskandı; Suriye’de kendisine siyasi haklar verilmeyen ve mülkiyet hakkı evli olmak şartıyla tek bir daireyle sınırlı tutulan mülteci, Ürdün’de vatandaşlık ve tüm siyasi haklara sahip olan mülteciyi kıskandı.  

Sığınma deneyimi Filistinlileri, kardeşlerin yurtlarında yabancı, ama vatanlarına dönmeyi bekleyen kişiler olarak yeniden şekillendirdi. Bu, “geçici” olana dayalı bir Filistin kültürü üretti

Yeni bir ulusal doğum

Filistin ulusal kimliğinin, kökünden sökülmesi sayesinde Arap kardeşlerinden daha belirgin hale geldiğini söylersem abartmış sayılmam. Sadece Filistinlinin yaşamındaki farklılıklar sebebiyle değil, aynı ölçüde sürgünün ürettiği bu yaşamdaki eksiklik sebebiyle de Filistinliler, çalınan vatanlarıyla daha belirgin bir ilişki kurmak zorunda kaldılar. Mesela sakinlerinden çalınmayan Arap ülkelerinde, Filistinlilerin maruz kaldığı varoluşsal tehdidin yokluğu nedeniyle ulusal bağ daha az belirgindir.

Bu yüzden Filistinlilerin köklerinden sökülmeden önce vatanlarında yaşadıkları durağan, istikrarlı ve homojen yaşam, sürgün yerlerinde daha belirgin hale geldi; coğrafya gözden kaybolduysa da sürgün yerlerindeki Filistinlilerin hayatından yok olmadı. Filistinliler, kendi ülkelerinde yaşarken fark etmedikleri istikrarı, kaybedince anladılar. Dolayısıyla onlara, istikrarlı vatanı rahatsız sürgün yeriyle bütünleştirmek kaldı. Filistinliler bu süreçte sürgünde tekrar ele geçirdikleri vatan parçalarıyla sürgünü yamamayı başardılar ve böylece sürgün, katlanılır hale geldi. Kamplardaki küçük ve sefil sokaklar ve dükkânlar, Filistin şehirlerinin, köylerinin ve coğrafi mekânlarının adlarını aldı.

Böylece Filistin hayatındaki küçük şeyler, değerinin ötesine geçen anlamlar, metafizik çağrışımlar, fotografik görüntüler, giysiler, yerinden sökülmüş şeyler, sözlü gelenekler ve alışkanlıklar kazandı. Ve “hepsi yeniden bolca üretilip büyüdü, temel bir fikre dönüştürüldü, biz Filistinlilerin kendimizi kimliğimize ve birimizi diğerine bağlamak için kullandığı ilişkilerin dokusuna iplikler olarak işlendi ve aktarıldı.” “Coğrafyanın sabitliği” ile “toprağın sürekliliğinin” kaybı, Filistinlilerin, Edward Said’in tabiriyle, “sürgünde olma” özelliklerinin dışında birbirlerine benzeme yeteneklerinin kaybına yol açtı.

Filistinlilerin köklerinden sökülmeden önce vatanlarında yaşadıkları durağan, istikrarlı ve homojen yaşam, sürgün yerlerinde daha belirgin hale geldi; coğrafya gözden kaybolduysa da sürgün yerlerindeki Filistinlilerin hayatından yok olmadı

Kampın icadı

Geçici kamp, tüm Filistinli nesillerin hayatlarını tüketti ve kendi tarihî, toplumsal ve siyasi yapısını oluşturdu. Bitmek istemeyen bir sürgünde hızla geçip giden bir “geçicinin” anlatısı ve dönüşün gerçekleştiği bir vatanın bekleyişi içinde olan geçici bir anlatı değil, Filistin tecrübesinin en önemli anlatısı haline geldi. Bir tarih ve bir hafıza oldu, bu uzun bekleyişte kamp, ikinci bir vatana dönüşerek Filistin’in bir uzantısı veya bir alternatifi oldu. Filistinlilerin, tabiri caizse iki katlı bir yurdu vardı artık: bugünün yurdu, yani kamp ve tarihteki gerçek yurt, yani Filistin.

Çünkü Filistinliler, başkalarının topraklarında uzun süre kalmanın onları, çalınan bir ülkeden başka bir ülkeye ait insanlara dönüştürdüğünü ve başka bir vatanları olmadığı için bekleyecekleri o vatanla bağlarını kaybedeceklerini bilmiyorlardı. Kamptaki insanlar kendilerini, onları doğmadıkları bir yere ait kılmaya aracı olan babalarının nesli olarak değil, Filistin’in torunları olarak görüyor. Evet, belki o yerden uzakta doğdular, ama herhangi Filistin bir kasabası, köyü veya şehri gibi o yere ait bir dış noktada doğdular. O noktanın adı: kamp.

Bu uzun bekleyişte kamp, ikinci bir vatana dönüşerek Filistin’in bir uzantısı ya da alternatifi oldu. Filistinlilerin, tabiri caizse artık iki katlı bir yurdu vardı: bugünün yurdu, yani kamp ve tarihteki gerçek yurt, yani Filistin

Kampın anlamı

İçine doğmuş bir evladı olarak kampı tarif etmek istesem yabancıların şehrin kenar mahallelerinde inşa ettiği bir yer derdim. Bu kampı, geçicilik duygusu ve geçtiği ve yaşadığı yerlerle özel olarak ilgilenen bir mağdur hissiyle inşa ettiler. Bu mağdur, genellikle meseleyi iki yönden ele alır. Birincisi, geçici bir yerde gelip geçen biri olarak mağdur, o yeri kalıcı bir mekân olarak görmez. İkincisi, o yere ruhunu katar ve önceki deneyimlerinin en güzelini bu yeni mekâna taşıyarak onu ruhuyla inşa eder. Bu, kamp sakinlerinin, içindeki yaşadıkları sefil yerle olan ilişkilerini açıklar. Onlar, o yerin sefaletini görmeyip o mekândaki ruhlarını görürler. Yabancılar, kendilerine benzeyen bir yer inşa etmişler ve çamurunu ruhlarıyla karmışlardır.

Yabancılar, mekânı inşa ettiklerinde onu dışarıya açık yaparlar, çünkü mağdurlar, kendileri gibi mağdur olanı ararlar. Sadece onunla o yeri paylaşmak için değil, aynı zamanda birbirlerinin acılarını hafifletmek için de. Dar evleriyle bu kamp, mahalleye, sokağa, şehre, ülkeye ve dünyaya açıktı.

Filistinli için kamp, köklerinden koparılmaya karşı hayali bir vatan inşa ettiği, dolayısıyla da kimliğini icat ettiği yerdir. Kamp artık, onlarca yıldır gerçeklik haline gelmesi engellenen vatan/rüyadır. Bu doğru, ama tüm kusurlarına rağmen Filistinliye kimliğini veren de odur. Bundan dolayı kampın, hafızalarından bir vatan ören ve başkalarının coğrafyasında kimliklerini yeniden icat ederek hayalden bir halk inşa eden hayalperestlerden oluşan bir topluluk şekillendirdiği söylenebilir. Sevdikleri ve büründükleri bir kimlik, onların ana bileşeni haline geldi ve imkânsız koşullarda bir devrim ortaya çıkardı.

Kamp parçalanıp ortadan kaybolduğunda kimliklerinin tehdit altına olduğunu hissederler ve böylece hayal kırılır, kişisel kimlik dağılır. Bu, mültecilere bölgenin geleceğinde bir yerleri olmadığını söyleyen Oslo Anlaşması’yla başlayan süreçtir. Kampın dağılması, hayallerinden güç alan bir topluluk olarak hayalperestleri yok eder, zira kampı kaybetmişlerdir. Bu yüzden mülteci Filistinli, kampa bir sefalet yeri olarak bakmaz ve kişisel ve kitlesel bir kimlikle hayat kurma yeri olarak sarılır. Avrupa’daki sürgün yerinde olan Filistinli mültecilerin Lübnan ve Suriye’deki sefalet kamplarına karşı besledikleri hasreti, kamplara bakışlarını oluşturan bu temel olmadan anlamak mümkün değildir. Bu bakış, mekânın sefaletinin ötesine geçerek içinde yaşayan hayalperestlerin güzelliğini görür.

Filistinli için kamp, köklerinden koparılmaya karşı hayal gücüyle bir vatan inşa ettiği, dolayısıyla da kimliğini icat ettiği yerdir. Kamp artık, gerçekleşmesi engellenen bir vatan/rüyadır

Nekbe sayesinde vatanseverlik

Modern Filistin milliyetçiliğinin İsrail devletinin ilanına ve Filistinlilerin vatandan kopuş tecrübesini yaşamasına sebep olan bir tarihî kırılmadan doğduğunu söylersek gerçekten uzaklaşmış olmayız. Yani bu Filistin milliyetçiliği, vatanın siyasi haritadan yok olması ve vatan sahiplerinin de vatan topraklarından kaybolması sonrasında doğdu.

Filistin tecrübesindeki bu kırılma, önceki Filistin tarihiyle nihai bir kopuş olarak değerlendirilebilir. Bir diğer ifadeyle modern Filistin milliyetçiliği, Filistin tecrübesinin bu temel hadisesinin etkisiyle dünyaya geldi. Dolayısıyla modern Filistin milliyetçiliğinin oluşumu, 20’nci yüzyılın ikinci yarısına tarihleniyor. Siyonist projenin Filistin vatanının enkazı üzerinde İsrail devletini kurma başarısının bir sonucudur ve Filistin topraklarının coğrafyadan yok olması demektir.  

Bir adım ileri gidersek Filistin halkının bu zaman ve olay bağlamında doğduğunu söyleyebiliriz, ki bu epey tartışılması gereken bir şeydir. Bir diğer deyişle Filistin halkı, tıpkı modern Filistin milliyetçiliği gibi, vatanın kaybedilip toprakları üzerinde İsrail devletinin kurulması üzerine yaşadığı nekbe (felaket) sonucunda doğdu; öncesinde değil. Kamp da bu milliyetçiliğin temelini oluşturdu.

Vatanlarında kalan ve sığınmanın acısını tatmış olan Filistinli toplulukları, bu kimliğin inşasına katkıda bulundu. Modern Filistin milliyetçiliği, bir halkın ve onun ülkesindeki izlerinin ortadan kaldırılması ve gizlenmesine karşı şekillendi ki bu, Siyonist projenin özüdür. Bu proje, bu toprakları işgal edip kontrolü ele geçirmek ve sakinlerini kovmakla yetinmeyip daha ileri gitti ve farklı bir anlatımla tarihi de işgal etmek ve mekânların isimlerini değiştirerek bir halkın izlerini silmek istedi; çünkü yeni isimler kullanılmasının, toprağın asıl kimliğini inkâr ederek ona işgalin istediği niteliği kazandırdığını düşünüyordu. Ona göre bu topraklar, işgal ettiği için değil, üç bin yıl öncesine dayanan uydurma ve yalancı bir uzun tarihten ötürü işgalciye aittir.

Modern Filistin milliyetçiliğinin oluşumu, tarihî olarak 20’nci yüzyılın ikinci yarısına ait olup Siyonist projenin Filistin vatanının enkazı üzerinde İsrail devletini kurma başarısının bir sonucudur

Mülteci ve vatandaş yabancılar

İçine doğduğum ve hayatımın büyük bir bölümünü yaşadığım Yermuk kampının, yabancılar ile şehrin kenar mahallesi arasındaki bir aşk hikâyesi olduğunu söylersem abartmış olmam. Bu yabancılar, başka hiçbir şeye sahip olmadıkları bu uzak mekânda yaşayan bedenlerinden kendi Filistin’lerini yeniden inşa ettiler. Bizatihi kendileri de başkalarının vatanlarında taşınan bir vatan oldu. Yabancıların hayatı, zalim bir otorite tarafından icat edilen ve “Filistinli mültecilerin geçici ikamet kartı” olduğunu söyleyen dört köşeli plastik bir kartla eşleştirildi.  

Han Yunus’un doğu sınırı boyunca yapılan bir yürüyüş sırasında 1948 Filistinlilerinin terk ettiği evleri simgeleyen bir anahtar ve bir buğday demeti taşıyan bir kadın (AFP)
Han Yunus’un doğu sınırı boyunca yapılan bir yürüyüş sırasında 1948 Filistinlilerinin terk ettiği evleri simgeleyen bir anahtar ve bir buğday demeti taşıyan bir kadın (AFP)

Nesilden nesle mülteciye dönüşerek hepsi de 1948 Nekbe’sine ait oldu. 2000 doğumlu birinin bile kaydına şöyle yazıldı: “1948’de Suriye’ye sığındı.” Bu, tüm şiirsel mecazları aşan bir gerçeklik metaforudur. Filistinliler, “kamp” tabirini severken “mülteci” tabirinden hoşlanmıyordu. Halbuki ikisi de aynı şeyi söylüyor. Ama başkalarının vatanlarında kalmak istedikleri için hoşlanmıyor değillerdi. Geçici “kamp” tabiri kayıp cennete geçen Filistinliyi ifade ederken, “mülteci” kelimesi yarayı deşiyor ve ilticadan sonra doğup oraya ait olanları yaralıyordu.

Suriye “ulusal” uçakları, yeni bir sığınmanın başladığını duyurarak Yermuk kampının sakinlerini kanlarıyla yoğurdu. Ertesi gün kamptaki evlerinin anahtarlarını taşıyan Suriyeliler ile kamptaki ve kayıp cennetlerindeki evlerinin anahtarlarını taşıyan Filistinliler beraber yürüdü. Yeni bir yola çıkmak üzere aceleyle bağlanmış giysi bohçalarında hayallerini taşımak için geri döndüler. Yermuk’un “oraya buraya dağılmış” Filistinlileri, şimdi dünyanın dört bir yanında, bitimsiz hayallerinin kesesini açmak için yeni bir “kamp” arıyor.

Nesilden nesle mülteciye dönüşerek hepsi de 1948 Nekbe’sine ait oldu. 2000 doğumlu birinin bile kaydına şöyle yazıldı: “1948’de Suriye’ye sığındı.” Bu, tüm şiirsel mecazları aşan bir gerçeklik metaforudur

Ben İsrail’den daha büyüğüm

Filistinli mülteci, komşu ülkelerde olduğunda ona bir Filistinli olduğu ve Filistin’e dönme hakkı bulunduğu hatırlatıldığı için baskıya uğruyor. Yani Filistinlinin, uğrunda sıkıntı çekmesi gereken büyük davasını sürdürmek için bir Lübnanlı ya da Suriyeli gibi olma hakkı yoktur. Avrupa ülkelerine geldiğinde de bu ülkeler, onun Filistin’ini inkâr ediyor. Mesela Avrupa’ya gelen tüm mültecilerin mensubu oldukları bir vatanları var; bu Etiyopyalı, şu Iraklı, o Bulgar vs. Ama Filistinli ve onun gibi birkaç lanetli ise “stateless” yani vatansız.

14 Nisan 2023’te Beyrut’un güneyinde Filistin mültecilerin bulunduğu Burc el-Beracine kampı (AFP)
14 Nisan 2023’te Beyrut’un güneyinde Filistin mültecilerin bulunduğu Burc el-Beracine kampı (AFP)

1938’de Filistin’de doğan ağabeyim Ali, Suriye katliamı nedeniyle 2014’te İsviçre’ye sığındığında İsviçre Göçmen Bürosu’ndaki bir müfettiş ona nerede doğduğunu sormuş. O, “Filistin’de doğdum” deyince müfettiş, “İsrail’i mi kastediyorsun?” demiş. Kardeşim de müfettişe kızarak şu cevabı vermiş: “Hayır, Filistin’de doğdum. Ben İsrail’den on yaş büyüğüm.”

Üç farklı sığınma ülkesinde yaşadıktan sonra sığınmanın ruhta bir damga olduğunu anladım. Bu damga, bize ve başkalarına, doğalı yaşamayan, onu tanımayan ve ölene kadar da öyle kalacak bir yabancı, mutlak bir yabancı olduğumuzu gösterir.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Majalla dergisinden çevrilmiştir.



12 günlük savaşın ardından İran’ı dayatılan bir savaş mı yoksa dayatılan barış mı bekliyor?

Görsel: Eduardo Ramon
Görsel: Eduardo Ramon
TT

12 günlük savaşın ardından İran’ı dayatılan bir savaş mı yoksa dayatılan barış mı bekliyor?

Görsel: Eduardo Ramon
Görsel: Eduardo Ramon

Araş Azizi

ABD'nin 22 Haziran'da İran'ın nükleer tesislerine düzenlediği saldırıların ve 12 gün süren İran-İsrail Savaşı’nın sona ermesinin ardından acil cevaplanması gereken bir soru ortaya çıktı: Tahran nasıl tepki verecek?

Tahran'ın bugün karşı karşıya olduğu en önemli soru ise stratejik geleceğiyle ilgili olan ‘İran, ABD üslerini barındıran komşu ülkelerle gerginliklere yol açabileceği halde ABD ile uzun soluklu bir gerilime doğru gidebilecek bir yola mı devam edecek yoksa Washington ile tarihi bir anlaşma arayışına girerek tırmanan gerginliği sona erdirecek ve devam eden savaşa bir son verecek farklı bir yol mu seçecek?’ sorusudur.

Orta yolun bir marjı olması gayet doğal karşılanabilir. İran İslam Cumhuriyeti'nin siyasi deneyimi, ‘Amerika'ya ölüm’ gibi düşmanca sloganların yanında gerektiğinde Washington ile pratik iş birliği yapma becerisine sahip olduğunu daha önce kanıtlamıştı. İran rejimi, ABD ve İsrail ile kapsamlı bir çatışmayı bir kez daha önleyerek, yaralarını sararken Batı karşıtı söylemlerini sürdürmeyi başarabilir. Fakat, özellikle sabırsızlığıyla tanınan ve daha önce reddettiği bir seçenek olarak ‘rejim değişikliği politikasını’ düşünmeye başlayan Donald Trump gibi bir ABD başkanı varken bu denge oyununu sürdürmek oldukça zorlaştı.

İran’ın krizlerle boğuşan 86 yaşındaki Dini Lideri siyasi kariyerinin sonuna yaklaşırken pek çok kişinin beklentilerini boşa çıkarmış olması son derece ironik.

İran’ı bugünkü duruma Dini Lideri (Rehber) Ayetullah Ali Hamaney getirdi. İran geçtiğimiz yıldan bu yana nükleer silaha sahip üç ülke tarafından saldırıya uğradı. Pakistan’ın geçtiğimiz yıl saldırdığı İran’a geçtiğimiz haftalarda İsrail ve ABD de saldırılar düzenledi. İran bugün İsrail'in saldırıları altında ezilirken Tahran, ABD’nin bölgedeki çıkarlarına saldırmaya karar vermesi halinde buna şiddetle karşılık verebilecek olan değişken bir ruh hali içindeki bir ABD başkanıyla karşı karşıya.

İran’ın krizlerle boğuşan 86 yaşındaki Dini Lideri siyasi kariyerinin sonuna yaklaşırken ironik olan ABD ile ilişkilerin normalleşmesini umut edenlerin de İran'ın bölgede daha güçlü bir rol oynamasını isteyenlerin de beklentilerini boşa çıkarmış olmasıdır. Hamaney, ideolojik katılık ve Batı'ya karşı sert bir düşmanlık şeklindeki bir yaklaşıma sahip. Taktik düzeyde aşırı ihtiyatlıydı. Bu çelişkinin sonucu olarak, rejim içindeki çeşitli akımlar nezdindeki itibarı zedelendi. Onun dışlanması büyük bir kurumsal şok yaratabilir, bu yüzden birçok kişi onun ölümünü beklemeyi tercih ediyor. Bununla birlikte, gerçek güç merkezlerinin iktidar içindeki diğer taraflara geçmesiyle birlikte, giderek marjinalleşebilir.

Karşı karşıya gelme seçeneği

Öte yandan Tahran'da kararları kimin verdiği önemli değil. Bu savaştan sonra İran’ın geleceği iki ana yolda şekillenecek gibi görünüyor.

İran önce, dış politika alanında tutumunu sürdürmekte ısrarcı olabilir ve dış politika alanında reddedici yaklaşımını sürdürebilir. Hatta ABD'nin bölgedeki ve uluslararası arenadaki çıkarlarını hedef alarak ABD ile çatışmayı genişletmeye çalışabilir. Ancak bu yolda ilerlemek, Tahran’ın son yıllarda, özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile, hatta uzun süredir yakın ilişkiler sürdürdüğü Türkiye ve Katar gibi ülkelerle kurmayı başardığı bölgesel ilişkiler ağını zedeleme riski taşıyor.

Bu ilişkilerle ilgili kayıp önemsiz bir kayıp olmaz. Riyad ve Abu Dabi ile ilişkilerin yeniden başlaması, İran rejimine yönelik tecridin azalmasına katkıda bulunmuş ve son dönemde İran'ın en önemli diplomatik başarılarından biri olmuştu. Bu durum, Washington ile yakın ortaklığına rağmen, İsrail ve ABD’nin İran'a yönelik saldırılarını kınamaktan çekinmeyen Suudi Arabistan'ın tutumunda açıkça görülüyordu.

Ayrıca İran, dışişleri bakanları düzeyinde yapılan tekrarlı toplantıların ardından Mısır ve Bahreyn ile ilişkilerini yeniden kurma yolunda ilerliyordu. Hatta İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin Kahire sokaklarında dolaşırken Mısır mutfağına olan sevgisini coşkuyla anlatması artık alışılmış bir manzara haline gelmişti. Dolayısıyla, bölgesel bir savaşa sürüklenerek Arap ülkeleriyle olan bu dostluğunu kaybetmek Tahran için ağır bir darbe olur.

Eğer savaş çıkarsa, İran büyük olasılıkla kendini tek başına savaşırken bulacak. Bazı ideologların sert söylemlerine ve vaatlerine rağmen, Rusya veya Çin'in Tahran'a doğrudan destek verme olasılığı yok. Moskova, iki ülke arasındaki ilişkilerin en yakın olduğu dönemde bile İsrail'in Suriye'deki İran güçlerini hedef almasına izin verdi ve Tahran'ın talep ettiği hava savunma sistemlerini sağlamayı reddetti. Çin ise, ABD ile küresel bir çatışmaya girse bile, Ukrayna için yapmadığı gibi İran'ı da savunması söz konusu değil.  Böylece, stratejik açıdan İran izole kalacak ve içerde geniş bir destek bulamayacağı kesin olan bir savaşla karşı karşıya kalmış olacak.

İran rejiminin destekçileri, uzun ve eşit olmayan savaşlarda rejimin direnme kabiliyetiyle gurur duysalar da rejim artık ilk yıllarında sahip olduğu esnekliğe sahip değil. Son yıllarda yaşanan bir dizi bölgesel ve uluslararası değişim, ‘direniş ekseni’ olarak bilinen yapının dağılmasına yol açtı. Bu eksenin merkezi ve en belirgin örneği, geçtiğimiz yıl halk ayaklanması karşısında çöken Beşşar Esed rejimiydi. İsrail de bu eksenin geri kalan bileşenlerinin parçalanmasında önemli bir rol oynadı.

Irak'ta Tahran'a yakın Şii milisler ABD üslerini hedef alabilirler, ancak özellikle seçimler yaklaşırken ülkeyi yeniden topyekûn bir savaş ortamına sürükleyen bir izlenim vermemeye özen göstereceklerdir. Arap dünyasında daha geniş bir sahnede ise çoğu ülke kalkınma ve ekonomi önceliklerini benimsiyor. Körfez ülkelerinden ve ABD'den yatırım çekmeye çalışıyor, bu da onları İran ile İsrail arasındaki silahlı çatışmaya dahil olmaya hazırlıksız kılıyor.

Bu yüzden Arap ülkelerindeki Tahran ile ittifak halinde olan milislerin ABD'ye karşı açık bir savaşa girmeleri için siyasi alan daralıyor. Bu da Hizbullah'ın tırmanışa katılmakta tereddüt etmesini açıklıyor. Yemen'deki Husiler ise şu anda ABD ve Suudi Arabistan ile ayrı ayrı ateşkes anlaşmaları yapmaktan yararlanarak, doğrudan çatışmanın dışında kalıyor.

Mevcut seçenekler pek cazip olmasa da Hamaney kendini ‘dayatılan bir savaş ya da dayatılan bir barış’ şeklinde iki seçenek arasında seçim yapmak zorunda bulabilir.

Alternatif yol

Askeri gerilim olasılıklarının yarattığı bu karanlık gerçeklik karşısında, İran rejimi en uygun seçeneğin savaş mantığından uzaklaşmak ve alternatif bir yol izlemek olduğunu düşünebilir. Başkan Trump'ın İran'ın nükleer programı ve Batı'yı endişelendiren diğer konuları kapsayan kalıcı bir anlaşma müzakere etmeyi amaçlayan ilk girişimini ciddiye alabilir ve Trump'ın ekonomik refah yoluna girme teklifinden yararlanmayı düşünebilir.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre ABD'nin İsrail'in İran'a yönelik saldırılarını onaylaması ve bu saldırılara doğrudan katılması, Tahran'da Başkan Trump'ın samimiyeti konusunda derin şüpheler uyandırdığına şüphe yok. Bu durum, önceki turlarda müzakereleri hedef almaktan çekinmeyen bir başkanla müzakerelerin yeniden başlatılmasının yararlılığı konusunda ciddi soruların sorulmasına neden oluyor.

Abbas Arakçi ile Trump'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Stephen Witkoff arasında beş turluk nükleer konulu müzakereler yapıldıktan sonra Trump, İran tarafının kendisiyle oynadığını düşündü. Zaman geçtikçe, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun tavsiyeleri kararlarını etkilemeye başladı. Beşinci turdan sonra, İran'ın müzakere stratejisini destekleyenler ‘saldırgan diplomasi’ politikasıyla övünmeye başladılar. ABD’nin dayattığı herhangi bir anlaşmayı ‘reddetme’ ilkesine dayalı bir tutum benimsediklerini açıkladılar. Bu yüzden Trump'ın kasıtlı manevralar olarak gördüğü bu durum karşısında sinirlerine hakim olamaması şaşırtıcı değil.

İran’ın kalıcı bir anlaşmaya varmak için en iyi seçeneği, yeni arabuluculara kapılarını açmak olabilir. Umman, Tahran ile Washington arasındaki diyaloğu kolaylaştırmada önemli ve belirgin bir rol oynarken, Suudi Arabistan, sahip olduğu siyasi nüfuz ve bölgesel ağırlığıyla, müzakere sürecini kesin sonuçlara doğru itmek için daha etkili ve ciddi bir garantör olabilir. Riyad, Başkan Trump'ın yurt dışı gezilerinin ilk durağıydı. Bu bağlamda Trump ile İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ı bir araya getirecek yeni bir barış zirvesine ev sahipliği yapabilir ve belki de en önemlisi, çatışmayı sona erdirecek bir müzakere anlaşmasının temellerini atabilir.

İran’ın Dini Lideri Hamaney, ABD’nin İran’daki nükleer tesisleri hedef alan saldırılarından önce sert bir konuşma yaparak İran'ın ne dayatılan bir savaşa ne de dayatılan bir barışa teslim olacağını bir kez daha vurguladı. Hamaney, konuşmasında meydan okuyan bir ton kullansa da yüzünde yorgunluğun izleri vardı ve ülkesini büyük bir savaşa sürüklemeye hazırlanan bir lideri değil krizlerden yıpranmış bir lideri andırıyordu. Belki de artık bu yaşlı adamın uzun kariyerinin sonuna yaklaştığını kabul etmesinin zamanı gelmiştir. Mevcut seçenekler cazip olmasa da Hamaney kendini ‘dayatılan savaş ya da dayatılan barış’ şeklinde iki seçenek arasında seçim yapmak zorunda bulabilir.