Arap zirveleri... Kararlar ve dönüşümler tarihi

80 yılda ‘normal ve acil durumlar ortasında’ 46 toplantı yapıldı.

Kral Faysal ve Cezayir Devlet Başkanı Huari Bumedyen, 1974’te düzenlenen Rabat Zirvesi’nde bir araya geldiler. (Getty)
Kral Faysal ve Cezayir Devlet Başkanı Huari Bumedyen, 1974’te düzenlenen Rabat Zirvesi’nde bir araya geldiler. (Getty)
TT

Arap zirveleri... Kararlar ve dönüşümler tarihi

Kral Faysal ve Cezayir Devlet Başkanı Huari Bumedyen, 1974’te düzenlenen Rabat Zirvesi’nde bir araya geldiler. (Getty)
Kral Faysal ve Cezayir Devlet Başkanı Huari Bumedyen, 1974’te düzenlenen Rabat Zirvesi’nde bir araya geldiler. (Getty)

Bazıları tarihlerini ortak Arap eyleminin sayfalarına kazımış olan Arap zirveleri, uzun bir istişareler, müzakereler ve dönüşümler tarihine damgasını vururken, bazı zirveler de fark edilmeden Arap hafızasından geçti. 80 yıl boyunca Arap liderler, dört Arap ekonomi ve kalkınma zirvesine ek olarak 31 normal ve 15 acil durum zirvesi dahil olmak üzere 46 zirve düzenlediler.

Kurulduğu ilk on yılda Arap zirvelerinin çarkı yavaş döndü. Arap Birliği kayıtları, Mayıs 1946’da Arap Birliği’nin yedi kurucu devleti olan Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Yemen, Irak, Lübnan ve Suriye’nin katılımıyla, Mısır Kralı 1. Faruk’un daveti üzerine yapılan İskenderiye zirvesini ilk zirve olarak tanımıyor. Aksine Arap zirvelerinin sayımı tam on yıl sonra, ‘Mısır’ı üçlü saldırganlığa karşı desteklemek, bu saldırganlığa karşı Mısır’ın yanında durma çağrısı yapmak ve Süveyş Kanalı üzerindeki egemenliğini teyit etmek’ amacıyla Lübnan’ın başkenti Beyrut’un ev sahipliği yaptığı 1956 zirvesinden sonra başlıyor.

Arap atmosferini temizlemek

Arap liderler, sonraki altı yıl boyunca 1964’te Kahire’de bir sonraki zirvelerini yapmak için beklediler. Tarihçiler bunu ‘Arap ortak eyleminin gidişatında tarihi bir değişiklik’ olarak nitelendiriyor. O yıl, ilki acil durum çerçevesinde ocak ayında Kahire’nin ev sahipliğinde ve ikincisi aynı yılın Eylül ayında İskenderiye şehrinde olmak üzere iki zirve düzenlenmesi dikkat çekici.

Siyaset bilimi profesörü ve Arap Birliği Arap Araştırmaları Enstitüsü eski dekanı Dr. Ahmed Yusuf Ahmed, Arap atmosferinin temizlenmesine ilişkin yorumunda en etkili Arap zirvelerinden biri olan 1964 Kahire Zirvesi’ne odaklandı. Profesör, o dönemin benzeri görülmemiş düzeyde Arap- Arap çatışmalarıyla dolu olduğunu hatırlatarak şunları söyledi:

“1961’deki ayrılığın ardından Mısır-Suriye tıkanıklığına ek olarak, Kuveyt’i ilhak etmek isteyen Irak rejiminin politikalarına karşı bir Arap tıkanıklığı, Yemen devrimi olaylarının arka planında bir Mısır- Suudi Arabistan ayrışması vardı. Ayrıca sınır anlaşmazlıkları nedeniyle Cezayir- Fas silahlı çatışması yaşanıyordu. Aynı zamanda, İsrail’in Ürdün Nehri’nin yönünü değiştirme projeleri hız kazanmıştı.”

Ahmed, Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamasını şöyle sürdürdü:

“O zirvenin seyri, liderlerinin o dönemde İsrail projeleriyle başa çıkamamasının bir sonucu olarak Arap ordularının genelkurmay başkanlarının ayağa kalkmalarına tanık oldu. Bu da Veliaht Prensi gönderen Libya Kralı dışında tüm Arap liderlerin katıldığı bir acil durum zirvesinin toplanmasına neden oldu.”

Zirve, Arap ülkeleri arasındaki atmosferi kayda değer bir şekilde temizlemeye ve ortak bir Arap askeri komutanlığı oluşturmaya ek olarak İsrail projelerine karşı alternatif Arap projeleri geliştirmede rol oynadı. İstisnasız tüm Arap ülkeleri bu liderliği oluşturmak için üzerine düşeni yaptı. Aynı şekilde zirve, Filistin halkının ‘meşru temsilcisi’ olmaya devam eden Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) de temellerini attı.

Ürdün Kralı Hüseyin, 1967’de Hartum’da düzenlenen ‘Üç Hayır’ zirvesine katıldı. (Getty)
Ürdün Kralı Hüseyin, 1967’de Hartum’da düzenlenen ‘Üç Hayır’ zirvesine katıldı. (Getty)

‘Üç hayır’ zirvesi

Arap zirveleri her yıl yapılırken Arap hafızalarında Ağustos 1967’deki Hartum zirvesinin, yani ‘Üç Hayır; Uzlaşmaya hayır, tanımaya hazır ve müzakereye hayır’ zirvesinin özel bir yeri var.

Dr. Ahmed, bu zirveye eşlik eden atmosfere değinerek, zirvenin çok kesin bir zamanda, Arap ordularının Haziran 1967’deki ‘ölümcül yenilgisini’ takiben yapıldığını belirtti. Profesöre göre bu zirve, Yemen’deki çatışmanın çözümü konusunda bir Mısır- Suudi Arabistan mutabakatına tanık oldu.

Söz konusu zirvede dikkat çeken kararlar arasında, İsrail’le karşı karşıya gelen ülkelere Suudi Arabistan, Libya ve Kuveyt tarafından önemli mali destek sağlanması kararı da vardı. Dr. Ahmed, bu durumu ‘Arap ulusal güvenlik sistemi için son derece önemli bir olay’ olarak nitelendirdi. Ayrıca Arap çekişmeleri azaldı ve saldırganlığın etkilerini ortadan kaldırmak için ortak ulusal hedef ortaya koyuldu. Çatışan devletlerin ilk destekçileri, başta Mısır ve Suriye olmak üzere, bazılarının uzun süredir çatışma devletlerine aykırı olarak öne sürdüğü monarşik rejimler tarafından yönetilen devletlerdi.

Üç sene sonra Araplar, Kahire Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörünün ‘tarihteki en hızlı Arap zirvesi’ olarak tanımladığı bir toplantıdaydı. Davet ile toplantı arasındaki zaman farkı 24 saati geçmiyor. Kahire zirvesi, Ürdün makamları ile Filistin direnişi arasındaki çatışmanın bir sonucu olarak son derece tehlikeli koşullar altında Eylül 1970’te yapıldı. Bu zirve, ‘herhangi bir Arap ülkesi ile direniş arasındaki çatışmaya ilişkin bir kırmızı çizginin çizilmesine’ katkıda bulundu. Ateşkes kararıyla sona erdi ve sonunda dönemin Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdünnâsır’ın ölümüne tanık oldu.

Bunu Arap zirvesi takip etti. Filistin sorunu, Arap liderlerin en büyük endişesi ve İsrail’in Kudüs dahil işgal altındaki tüm Arap topraklarından çekilmesi çağrısında bulunan Kasım 1973’teki Cezayir zirvesi ve aynı şekilde Ekim 1974’teki Rabat Zirvesi de dahil olmak üzere sonraki zirvelerin eylemlerinin odak noktası olmaya devam etti. Rabat zirvesinde, 1967 saldırısında işgal edilen tüm Arap topraklarının geri verilmesi ve Kudüs şehri üzerindeki Arap egemenliğine halel getirecek hiçbir durumu kabul etmeme gerekliliği vurgulandı. Söz konusu zirve, FKÖ’yü Filistin halkının tek meşru temsilcisi olarak kabul etti.

sz

Dramatik dönüşümler

Ancak dökülen Arap kanı, Filistin cephesiyle sınırlı kalmadı. Uzun süren bir iç savaşla Lübnan’a sıçradı. Arap zirvesi de krizden uzak değildi. Lübnan’da akan kanı durdurmak, normal hayatı geri getirmek, Lübnan’ın egemenliğine saygı duymak, onu bölmeyi reddetmek ve yeniden inşa etmek amacıyla Suudi Arabistan Krallığı’nın daveti üzerine, Ekim 1976’da Riyad’da 6 ülkeyi kapsayan mini bir Arap zirvesi düzenlendi.

1978’de Araplar, İsrail ile çatışmanın seyrinde dramatik bir dönüşümle karşılaştı. Dönemin Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat barış girişimi başlattı ve Kudüs’ü ziyaret etti. Ardından ABD’nin arabuluculuğunda İsrail ile, o zamanlar tüm standartlara göre bir ‘siyasi deprem’ olarak nitelendirilen doğrudan müzakereler başladı.

Dokuzuncu olağan Arap zirvesi konferansı Irak’ın başkenti Bağdat’ta düzenlendi. Katılımcılar, Mısır ile İsrail arasında imzalanan Camp David Anlaşmaları’nı Arap zirve konferanslarının kararlarıyla çeliştiği için onaylamama kararı aldı. Bu konferansta Arap Birliği’nin karargahı Mısır’dan Tunus’a taşındı, Mısır boykot edildi ve sebepler ortadan kalkana kadar birlik üyeliği geçici olarak askıya alındı.

Dr. Ahmed Yusuf, İsrail ile uzlaşma yaklaşımının reddedilmesine ek olarak, bu zirvenin boykota dayalı Arap anlaşmazlıklarını ele almak için yeni bir yaklaşım ürettiğine dikkati çekti. Bu yaklaşımın sonradan işe yaramadığını, zararının faydalarından daha fazla olduğunu ve Arap evi içindeki anlaşmazlıkları çözmenin, kendisiyle aynı fikirde olmayanı tecrit etmekten daha etkili olduğunu belirten Profesör, “Bu, son zamanlarda Suriye örneğinde Arap kararının faydalandığı bir durum” dedi.

Arap Araştırmaları Enstitüsü’nün eski dekanı, bu zirvenin Arap zirvelerinin hatırasında sonraki büyük gelişmelerin habercisi olarak görüldüğünü söylerken, ‘Arap rejiminin, Camp David’den daha iyi koşullarda çözüm yaklaşımını benimsediğine dair kanıt sağlayan’ 1982 yılındaki Fas Zirvesi’ni hatırlattı. Söz konusu zirvede, Kral Fahd’ın (o zamanlar Suudi Arabistan’ın veliaht prensiydi) Ortadoğu’da barış projesi sunuldu. Bu, Arap barışı için bir proje olarak onaylandı.

Yirmi yıl geriye, İki Kutsal Caminin Hizmetkârı Kral Abdullah bin Abdülaziz el-Suud’un Ortadoğu’da barış girişimini benimseyen ve ‘Arap Barış Girişimi’ olarak bilinen 2002 Beyrut Zirvesi’ne geçelim. Dr. Ahmed, bu girişimin ‘barış konusunda hala ilan edilen resmi Arap tavrı’ olduğuna dikkat çekti.

Derin Arap çatlakları

20’inci yüzyılın son on yılına dönersek; Arap zirveleri treni, bir ayrım istasyonundaydı. Bunların başında Irak’ın Kuveyt’i işgalini takip eden zirve olan Ağustos 1990’daki Kahire Zirvesi geliyor. Ahmet Yusuf’ın belirttiğine göre bu zirvenin kararları, Arap Birliği içindeki iki taraf arasında büyük bir anlaşmazlık konusu oldu. Bir taraf Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmek üzere gönderdiği işgal güçlerini kovmak için yabancı güçlerin kullanılması gerektiğine inanırken, diğer taraf bir Arap anlaşmazlığını çözmek için Arap olmayan güçlerden yardım isteme konusunda isteksizdi. Nihayetinde karar, Kuveyt’in Arap olmayan güçlerin yardımıyla özgürleştirilmesi lehine alındı.

Arap zirvesi, Dr. Ahmed’in ‘Irak’ın Kuveyt’i işgalinin neden olduğu derin Arap çatlaklarının vücut bulmuş hali’ olarak gördüğü Kahire’deki 1996 zirvesinden altı yıl sonrasına kadar toplanmadı. Ancak Profesör, Suudi Arabistan ve Mısır’ın Arap ülkeleri arasındaki uçurumu kapatmada ve tüm Arap sistemine yeniden hayat vermede oynadığı liderlik rolünü de takdir etti.

Kahire Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü, Arap tarihi boyunca önemli gördüğü olaylarda Arap zirvesinin toplanmadığına da dikkat çekti. Öyle ki ABD’nin Irak’ı işgaline tanık olan 2003’te veya İsrail’in Güney Lübnan’a saldırısına tanık olan 2006’da Arap zirvesi yapılmadı. ‘Arap Baharı’ olarak bilinen olayların ve o dönemde ev sahibi ülke olan Irak’ın Arap liderleri kabul etme konusundaki isteksizliğinin bir sonucu olarak aynı durum, 2011 yılında da yaşandı.

Bu ertelenen zirve, ertesi yıl Mart 2012’de Bağdat’ta yapıldı. Arap liderler, Suriyeli yetkililer ile muhalefet arasında diyalog çağrısı yaparak, Şam’a Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği’nin Suriye özel temsilcisi Kofi Annan’ın planını derhal uygulaması çağrısında bulundu.

Belki de Muammer Kaddafi’nin devrilmesinden bir yıl önce 2010’da ev sahipliği yaptığı Sirte zirvesi ve Yemen’de Suudi Arabistan liderliğindeki ‘Kararlılık Fırtınası’ operasyonuna yönelik Arap desteğine tanık olan 2015’teki Şarm eş-Şeyh zirvesi de öne çıkabilir. Dr. Ahmed Yusuf’a göre bu zirve, İran’ın Yemen’de yayılmasını durdurdu.

Cezayir’deki Arap zirvesi 2022’de düzenlendi. (DPA)
Cezayir’deki Arap zirvesi 2022’de düzenlendi. (DPA)

Mayıs 2019’da düzenlenen Mekke zirvesi, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) karasularında ticari gemileri hedef alan saldırı ve Suudi Arabistan’daki petrol pompa istasyonlarına yönelik Husi saldırısının ardından İran’ın bölgedeki müdahalesini ele almak üzere toplanan istisnai Arap zirvelerinin sonuncusuydu. Arap ülkeleri, İran’ın müdahalesi karşısında dayanışmalarını yinelediler ve İran’ın Bahreyn’in içişlerine müdahalesini, Suriye’nin birliğine etkisini, BAE adalarını işgalini ve terörist gruplara desteğini kınadılar.

Arap zirveleri, 2019’dan itibaren koronavirüs pandemisi nedeniyle duraklasa da 2022’de ‘yeniden birleşme’ sloganının yükseldiği Cezayir zirvesiyle tekrar geri döndü. Önceki müzakereler, Suriye’nin Arap Birliği’ndeki koltuğunu yeniden işgal etmesi yönünde çabalara tanık oldu. Ancak o dönemde başarıya ulaşılamadı. ‘Yeniden birleşme’, 12 yıl sonra ilk ‘tam sayılı’ Arap zirvesi olacak olan Cidde Zirvesi’ne ertelenmiş oldu.



Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
TT

Sudan Savaşı: Londra’daki konferansın başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından şimdi ne olacak?

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025
Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, İngiltere Dışişleri Bakanı David Lammy ve Afrika Birliği (AfB) Siyasi İşler, Barış ve Güvenlik Komiseri Bankole Adeoye Londra'da düzenlenen Sudan konulu barış konferansına katıldılar, 15 Nisan 2025

Emced Ferid et-Tayyib

Sudan'daki yıkıcı savaşın patlak vermesinin ikinci yıldönümünde, İngiltere Dışişleri Bakanlığı'nın ev sahipliğinde Londra'da düzenlenen Sudan konulu konferans, Sudan kriziyle nasıl başa çıkılacağı konusunda uluslararası aktörler arasındaki derin görüş ayrılıklarını ortaya koydu. Sudan hükümeti ve Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) katılmadığı konferansta, uluslararası katılımcılar tarafından üzerinde mutabık kalınan bir sonuç bildirgesinin yayınlanamaması bu görüş ayrılıklarının en bariz göstergesiydi.

Sudan’daki savaş üçüncü yılına girerken insani, siyasi ve güvenlik riskleri artmaya devam ediyor. Uluslararası toplum ise Sudan kriziyle etkin ve gerçekçi bir şekilde başa çıkmak için ortak bir stratejiye ulaşıyor.

Sudan'a yönelik uluslararası yaklaşımlardaki temel sorun, Sudan ordusu ile HDK arasında sahte bir ‘eşdeğerlik’ benimsenmesinden kaynaklanıyor. Bu yaklaşım sadece analitik açıdan hatalı değil, ahlaki açıdan da kabul edilemez. HDK, Sudan devletinin bir kurumu olan Sudan ordusuyla eşit düzeyde meşru bir siyasi veya askeri aktör olarak ele alınamaz. Bunun yanında uluslararası aktörler, Ekim 2021 darbesinden bu yana hükümetin gayrimeşru olduğunu savunarak, Sudan ordusunu Sudan hükümetinden ayrı ve bağımsız bir varlık olarak ele almakta ısrar ediyor. Ancak Sudan ordusu, Sudan devletinin önemli bir parçası ve ona hükümetten ayrı muamele etmek, siyasi alanı daha da askerileştirme riski taşıdığı da bir gerçek. Bu durum, tamamen askeri bir hükümete doğru kayma riskini artırmakta, demokratikleşme beklentilerini engellemekte ve otoriter yolları güçlendirmektedir.

Londra konferansındaki çıkmaza HDK'nın Kuzey Darfur'un yönetim şehri ve Sudan ordusunun Darfur bölgesindeki son kalesi olan el-Faşir'e sadece on beş kilometre uzaklıktaki Zemzem Mülteci Kampı’na yaptığı son saldırı eşlik etti. Tanıklara göre 11 Nisan 2025 tarihinde HDK üyeleri kampı ele geçirerek etnik temelli katliamlar ve insani yardım çalışanlarına yönelik saha infazları gerçekleştirdi. Bu infazlar arasında, kampta faaliyet gösteren son tıbbi klinik olan Uluslararası Mülteci Örgütü (IRO) kliniğinden dokuz sağlık personeli de bulunuyordu. Tüm bu zulümler, HDK tarafından el-Faşir şehri ve çevresindeki Zemzem ve Ebu Şuk gibi mülteci kamplarına bir yıldan uzun süredir uygulanan ve insani durumu daha da kötüleştiren kuşatmanın ardından meydana geldi.

Geçtiğimiz yılın ağustos ayında Zemzem Mülteci Kampı’ndaki gıda güvensizliği boyutunun, Entegre Gıda Güvenliği Aşama Sınıflandırması’nın (IPC) 5. aşaması olan ‘felaket/kıtlık’ seviyesinde olduğu ilan edildi.

Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) mülteci kampında her iki saatte bir en az bir çocuğun açlık veya hastalık nedeniyle hayatını kaybettiğini bildirdi.

Londra'daki konferansa katılan birçok ülkenin temsilcileri için HDK ile normalleşmeyi öneren ya da onu uluslararası arenada tanınan Sudan hükümeti ile eşit konuma getiren her metin danışıklı dövüş kokuyor. Bu durum, Lancaster Sarayı'nda gerçekleşen konferansa katılımın, diplomatik inceliklerin ötesinde daha derin ikilemleri ve anlaşmazlıkları gizlediğini yansıtıyordu. Bazı bölge devletlerinin HDK'ya -süregelen silah sevkiyatları ve altyapıya saldırmak için kullanılan insansız hava araçları (İHA) da dahil olmak üzere- askeri ve lojistik destek sağlamaya devam etmesi çok çeşitli uluslararası diplomatik ve siyasi çevreler tarafından kabul edilemez hale geldi. Başta Temsilci Sarah Jacobs ve Senatör Chris Van Hollen olmak üzere ABD Kongresi'nin bazı üyeleri bu desteğin altını özellikle çizdi. Bu desteğin Sudan'da devam eden savaşın ana nedeni olduğu vurgulandı.

Sudan ordusunun sicili suistimallerden arınmış değil, ancak bağımsız sayısal izleme raporları HDK milisleri ile aralarındaki büyük farkı ortaya koyuyor.

Ancak bölge ülkeleri için en tehlikeli gelişme, HDK'nın 2025 şubatında Nairobi'de diğer güçlerle birlikte Darfur merkezli Sudan hükümetine paralel bir hükümet kurmak için anlaşmasıdır.  Bu gelişme, milislerin el-Faşir’i ele geçirme çabalarının artmasını açıklarken, Sudan'ın bölünme ihtimalini arttırma tehdidi yaratıyor. Bu da diğer uluslararası aktörlerden çok yakın komşularını etkileyen jeopolitik bir risk ve savaşın uzamasına katkıda bulunan yeni bir gerçeklik yaratacak.

Konferans sırasında binlerce Sudanlı, uluslararası etkileşimin kendisini reddetmek için değil, daha ziyade Sudan'da devam eden çatışmayı körüklemekle suçlanan bazı ülkelerin katılımına itiraz etmek için konferansın gerçekleştiği binanın önünde protesto gösterileri düzenledi. Ancak bu protestolar, bazı Batılı diplomatların halkın öfkesinin gerçek bir ifadesinden ziyade Sudan hükümetinin resmî açıklamalarında yer alan görüşlerinin bir uzantısı olarak değerlendirerek, bu protestoları küçümsemeleri nedeniyle dikkate değer bir ilgisizlikle karşılandı. Oysa bunlar halkın öfkesinin gerçek bir ifadesi bile değildi. Bu durum, Sudan’daki gerçekliği kasıtlı olarak inkâr etmeye devam eden ve Sudanlıların iradesini ve ülkelerinin kaderini belirleme ve egemenliğini koruma konusundaki doğal haklarını görmezden gelen Batı'nın yanlış hesaplarını açıkça ortaya koyuyor.

cdfgrthy
HDK'nın 15 Nisan'da Kuzey Darfur'daki Zemzem Mülteci Kampı’na saldırmasının ardından etraftaki Sudanlı kadın ve çocuklar (Reuters)

Bu dinamik, Batılı aktörlerin ve uluslararası kuruluşların Sudan ihtilafını ele alma yaklaşımlarını sürekli olarak zayıflatan derin ve sistematik bir analitik başarısızlığı ortaya koyuyor. Bu aktörlerin değerlendirmeleri, çatışmayı ulusal bir trajediden ziyade kaybedilen siyasi gücü yeniden kazanmanın bir aracı olarak gören ve Batılı diplomatik çevrelerle yakın bağları olan dar bir Sudanlı elit çevresinin siyasi isteklerine bağlı kalıyor. Bu özlemler, Sudan'daki çatışmanın, Sudan ordusu ve HDK arasında sahte ve yapay bir denklik tezini desteklemeye çalışan bir uluslararası analiz merceği yarattı.

Bu yaklaşımın temel metodolojik kusuru inatçı katılığından kaynaklanıyor. Sürekli ortaya çıkan gerçeklere kayıtsız kalıyor ve kendisiyle çelişen kanıtlar artmasına rağmen değişmiyor. Uluslararası aktörler, ortaya çıkan gerçeklere uyum sağlamak yerine, gerçekler gözden düşse bile, dogmatizmin sınırlarında dolaşan ideolojik bir hararetle ilk değerlendirmelerine bağlı kaldılar. Bu bilişsel önyargı, sadece Sudan hükümeti arasında değil, Sudan halkı arasında da dış müdahalelere karşı bir şüphecilik iklimine yol açtı. Daha da önemlisi, yabancı aktörlerin çatışmanın gerçeklerine hitap eden müdahaleler tasarlama kabiliyetlerini zayıflatıyor. Bu çabaların analitik temeli en başından kusurlu ve milyonlarca Sudanlının yaşadığı gerçeklikten tamamen farklı olan çarpıtılmış bir gerçeklik algısına dayanıyor. Verimsiz ve etkisiz bir uluslararası angajman döngüsünü sürdürüyor.

Sudan ordusu ihlallere bulaşmamış değil. Ancak bağımsız nicel izleme raporları, Sudan ordusunun HDK ile arasındaki büyük farkı ortaya koyuyor. Silahlı Çatışma Konumu ve Olay Verileri Projesi'nin (ACLED) 2024 yılında HDK'ya atfedilen yaklaşık bin 300 olaya karşılık, Sudan ordusunun sivil kayıpların yaşandığı yaklaşık 200 olaydan sorumlu olduğunu bildirdi.

HDK gerçek bir terör kampanyası yürütürken, destekçileri olası bir baskıya karşı koruyucu gibi davranıyor.

Uluslararası toplumun Sudan'a yönelik mevcut tutumu, Batılı güçlerin Bosna hükümeti ile Sırp milisler arasında sistematik etnik temizlik ve soykırım uygulandığına dair açık kanıtlara rağmen sahte bir eşdeğerlik politikası benimsediği, Bosna Hersek savaşının ilk günlerindeki tutumuyla çarpıcı bir benzerlik taşıyor.

Uluslararası aktörler tüm taraflara eşit derecede suçlu muamelesi yaparak zulmü durdurmak için kararlı ve gerçekçi müdahaleyi engelledi, Sudan'dakine benzer bir denklik yanılsaması yaratarak savaş suçlularını meşrulaştırdı ve başta Srebrenitsa Soykırımı olmak üzere zulümlerin kontrolsüz bir şekilde devam etmesine izin verdi. Bu ahlaki kararsızlık sadece failleri cesaretlendirmekle kalmadı, nihayetinde müdahaleyi daha maliyetli ve karmaşık hale getirdi. Yıllar süren önlenebilir acılar, NATO’nun hava saldırıları ve Dayton Anlaşmaları’nın imzalanmasıyla sona erdi. Bu olay, açık bir saldırganlık karşısında diplomatik tarafsızlığın, dünyanın bir daha asla müsamaha göstermemeye yemin ettiği suçları nasıl mümkün kılabileceğine dair çarpıcı bir ders niteliğindeydi. Yine de 2023 yılında HDK tarafından Masalitlere karşı etnik temizlik gerçekleştirmesi, kısa bir süre önce Zemzem Mülteci Kampı’na saldırması ve bunlar arasında sayısız sistematik zulümde bulunmasından sonra bile, dünya halen kayıtsız kalmaya devam ediyor.

Bu dengesizlik, bilginin ve alternatif anlatıların silah haline getirilmesi ve bir savaş aracı olarak kullanılmasıyla körüklendi. Bunun belki de en belirgin tezahürü, bu savaşı Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) ve radikal İslamcılara karşı bir savaş olarak göstermeye çalışan medya kampanyasıdır. Kıtlık ve soykırım Darfur bölgesini kasıp kavururken, Müslüman Kardeşler'in HDK saflarındaki ve üst düzey lideri arasındaki köklü varlığı görmezden geliniyor. Radikal İslamcılık hayaleti, uluslararası toplumun dikkatini işlenen zulümlerden uzaklaştırmak ve HDK'ya verilmeye devam eden dış desteği meşrulaştırmak amacıyla stratejik bir sis perdesi olarak kullanılıyor. Bu anlatı, Batı'yı radikal siyasal İslamcılığın ve terörizm hayaletinin Sudan'da yeniden ortaya çıkması konusunda korkutmayı amaçlarken, HDK'nın toplu katliam, etnik şiddet, cinsel kölelik ve sivil altyapının tahribatı gibi sistematik terör eylemleri gerçekleştirdiği gerçeğini görmezden geliyor. İronik olan ise HDK gerçek anlamda terör estirirken, destekçilerinin potansiyel bir terör kampanyasına karşı koruyucuymuş gibi davranması. Gerçeğin bu şekilde kasıtlı olarak çarpıtılması sadece uluslararası toplumu yanıltmakla kalmıyor, aynı zamanda soykırımın 'terörle mücadele' gibi yanıltıcı bir söylemin arkasına gizlenmesine de olanak sağlıyor.

dfgtrhy
Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı ve Ordu Komutanı Abdulfettah el-Burhan Port Sudan'daki savaş kurbanlarının ailelerine destek için bir girişim başlattı, 26 Nisan 2025 (AFP)

Bu anlatının, özellikle de milislerin destekçileriyle ilişkili Sudanlı politikacılar arasında yaygın bir şekilde desteklenmesi sadece mantığa aykırı olmakla kalmıyor, aynı zamanda medya etkisinin ve stratejik mesajlaşmanın meşruiyet üretmek için ne ölçüde silah haline getirildiğini de ortaya koyuyor. Medya üzerindeki hegemonya ile dikkatlice gizlenen bu çelişkiler, Batı'nın Sudan krizine ilişkin algılarını derinden çarpıtırken, politik tepkilerinin tutarlılığını ve güvenilirliğini zayıflattı. Böyle bir atmosferde dış aktörlerin sahadaki gerçekleri doğrulamak için çabalarını iki katına çıkarmaları gerekiyor.

Dahası, Batılı politika çevreleri, eski Başbakan Abdullah Hamduk liderliğindeki Tekaddum İttifakı’nı kurup finanse ederek, Sudan'da müdahaleleri için tercih edilen bir ortak olarak kontrollü bir siyasi koalisyon oluşturmaya ve finanse etmeye çalıştı. Bu yaklaşım, saflarında HDK sempatizanları olduğuna dair açıkça yapılan uyarılara rağmen devam etti.

Sonuç ise tahmin edilebilir ve yıkıcıydı. Önemli miktarda mali ve uluslararası destek ve siyasi meşruiyet elde eden Tekaddum İttifakı bölündü ve yerini ‘Kuruluş’ adında yeni bir siyasi oluşuma bıraktı. Bu oluşum, mevcut çatışmadaki en ciddi zulümlerden sorumlu olan aynı milislerle paralel bir hükümet kurmak amacıyla HDK ile açık bir siyasi ve askeri ittifak ilan etti. Batı'nın sivil tarafı güçlendirme bayrağı altında bu sonucu desteklemesi, sahadaki açık sinyalleri görmezden gelmeyi seçen uluslararası aktörlerin bilgeliği ve stratejisi hakkında acil yanıt bekleyen soru işaretlerini ortaya koydu. Daha da önemlisi, bu durum nasıl düzeltilebilir?

Dünya şimdi Sudan’la ilgili bir gerçeklik anıyla karşı karşıya. Sudan ordusu ve HDK arasındaki yapay, sahte ‘denkliğe’, hesap verebilirliği baltalayan ve soykırım ve savaş suçları işleyen suçluları ne barışı garanti eden ne de istikrarı yeniden tesis eden siyasi vaatlerle ödüllendiren bir yaklaşıma tutunmaya devam mı edecek? Yoksa stratejisini, dış mihraklar veya vekillerle yapılan müzakerelerle değil, egemen ve sürdürülebilir bir barış isteyen sıradan Sudanlıların istekleriyle uyumlu olacak şekilde yeniden mi düzenleyecek?

Londra konferansının başarısızlığı, kısmi tedbirlerin sınırlarını gözler önüne serdi. Dünya, HDK gibi aktörlere ve onların dışarıdan destekçilerine hesap sormayarak suç işlemeye devam etmelerine izin veren kısa vadeli çözümler peşinde koşmaya devam etmekle, Sudan halkının refahına öncelik veren ilkeli, gerçeklere dayalı bir politikaya bağlı kalmak arasında seçim yapmalı. BM sürdürülebilir kalkınmayı, gelecek nesillerin kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini tehlikeye atmadan bugünün ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik çabalar olarak tanımlıyor. Sudan'da sürdürülebilir barışın sağlanması da ‘barışı gelecekte riske atmadan şimdi sağlamak’ şeklindeki benzer bir düşünce yapısını gerektiriyor. Sudan'da sürdürülebilir barış, basmakalıp açıklamalarla ya da kapalı kapılar ardında yapılan güç simsarlıklarıyla sağlanamaz. Bunun için kimin savaş suçu işlediğine dair sarsılmaz bir dürüstlük, milisler tarafından gerçekleştirilen zulümlerin kategorik olarak reddedilmesi ve en çok acı çekenlerin sesleriyle gerçek bir dayanışma içinde olunması gerekir.