1973 Arap-İsrail Savaşı: İsrailliler ABD’lilere şantaj yapmak için nükleer silahlara başvuracaklarını ima etti

Savaş sırasında yapılan temaslar ve toplantılarla ABD tutanakları

1973 Arap-İsrail Savaşı: İsrailliler ABD’lilere şantaj yapmak için nükleer silahlara başvuracaklarını ima etti
TT

1973 Arap-İsrail Savaşı: İsrailliler ABD’lilere şantaj yapmak için nükleer silahlara başvuracaklarını ima etti

1973 Arap-İsrail Savaşı: İsrailliler ABD’lilere şantaj yapmak için nükleer silahlara başvuracaklarını ima etti

Mısır ve Suriye'nin 6 Ekim 1973'te İsrail'e karşı başlattığı 1973 Arap-İsrail Savaşı (Yom Kippur Savaşı), Arap ve yabancı araştırmacılar arasında popüler bir konu olmaya devam ediyor. Savaşın ilk kıvılcımının üzerinden onlarca yıl geçmesine rağmen halen savaşın ayrıntılarıyla ilgili yeni bilgilerin sızdırılması ve bazı ülkelerde kanunen yayınlanması gereken bazı belgelerin ortaya çıkması bu ilgiliyi daha da artırıyor. Bu belgelere bazen savaşın sonucuna ilişkin farklı ve belki de şok edici açıklamalar eşlik ediyor.

Ancak öyle ya da böyle modern tarihin ender olaylarından biri olan bu savaş, iki farklı anlatı arasında tam bir çatışma noktasına varacak kadar çok kafa karışıklığıyla ve tartışmalarla belgelendi. Birinci anlatıda savaş, Arap ülkelerinin desteklediği Mısır ve Suriye ordularının askeri zaferi olarak aktarılıyor. Bu anlatıda ayrıca diplomasi savaşında en az İsrail'in cephede sahip olduğu Batı yapımı tanklar ve savaş teknolojileri kadar etkili olan petrolün silah olarak kullanılmasının önemi vurgulanıyor.

İkinci anlatı ise İsrail’in anlatısı. Yom Kippur Savaşı’nda (Tevrat’ta geçen bir terim) Tel Aviv’in, Mısır ve Suriye ordularının Sina ve Golan Tepeleri’nde rehavete kapılan İsrail ‘işgal’ güçlerini hava saldırılarıyla şaşırttığı anlatılıyor. İsrail’in yaşanan sürpriz karşısında verdiği tepkiyi ve daha sonra kahramanca Süveyş Kanalı'nın doğu kıyısına geçerek Bar-Lev Hattı'nın ya da bir diğer deyişle İsrail basını tarafından bir ‘efsaneye’ dönüştürülen toprak setin kurulmasını övüyor.

Belki de Arap ülkeleri ile İsrail arasındaki çatışmanın gidişatında ‘stratejik’ bir dönüm noktası olduğuna karşı çıkmanın güç olduğu bu tarihi savaşta, gerçekte neler olduğuna dair ayrıntılar ve gerçekler kaybolmuş yahut çarpıtılmıştır. Savaşın 50’nci yıl dönümü yaklaşırken ne Mısır ne de Suriye henüz savaşla ilgili ellerindeki belgeleri yayınladı. Belgelerin ve tutanakların özellikle de ABD’nin en ünlü dışişleri bakanı olan Henry Kissinger'ın savaş sırasında dünya liderleri ve üst düzey diplomatlarla arasındaki temaslar ve mektuplaşmalarla ilgili belgelerin yanı sıra o dönem yapılan ABD Ulusal Güvenlik oturumlarının tutanaklarının da acilen yeniden okunması gerekiyor gibi görünüyor.

Başarısızlık mı yoksa aşırı güven mi?

Arapların yaptıkları sürprizle İsrail’e yaşattıkları şok, Süveyş Kanalı cephesi dışındaki birçok cephede büyük kafa karışıklığına neden oldu. Öyle ki Kissinger, 23 Ekim'de, savaş henüz sürerken Washington'ın, resmi kurum ve kuruluşlarından herhangi biri aracılığıyla savaşa ilişkin bir uyarı alıp almadığını ve eğer aldıysa bunu görmezden gelip gelmediğini teyit etmeye çalışmakla meşguldü.

ABD Dışişleri Bakanlığı'nın 23 Ekim 1973 tarihli toplantı tutanaklarını özetleyen 63 nolu gizli belgeye göre Henry Kissinger, savaşın hemen öncesindeki tüm istihbarat bilgilerini bizzat inceledi ve savaşın çıkma ihtimaline dair hiçbir belirti bulunmadığını teyit etti. Aynı belgede, Kissinger'ın ABD-İsrail ilişkilerinin özel önemi üzerine oluşturulan stratejiyi yardımcılarıyla yaptığı toplantılarda bizzat tekrarladığı “İsrail'in mağlup edilmesine asla izin vermeyeceğiz. Ancak bunu yaparken (dış) politikamızı da İsraillilerin eline bırakacak değiliz” sözleriyle özetlendiği de açıkça görülüyor.

fgr
İsrail Başbakanı Golda Meir, ABD Başkanı Richard Nixon ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın Beyaz Saray'ın önünde çekilen bir fotoğrafı, Kasım 1973

Dönemin ABD Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Departmanı Direktörü Ray Steiner Cline, ABD istihbaratının savaşı henüz patlak vermeden çok önce öngörme (ve sonra önleme) konusundaki başarısızlığını “Tıpkı kendi beyinlerini yıkadıkları gibi bizim de beynimizi yıkayan ve bir yanılsama içinde yaşayan İsraillilere güvendik” diyerek açıkladığı bu duruma bağlıyor. Mısır ve Suriye'nin 1973 Eylülünden itibaren kısa bir süre içinde bir ortak askeri harekat düzenleme niyetine ilişkin uyarılar yapılmaya başladı. Gerçekten de Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail Başbakanı Golda Meir'i -eylül ayı sonlarında- Suriye güçlerinin savaş pozisyonu aldığı konusunda uyarmıştı.

Savaşın başlamasına saatler kala

Dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi William Quandt tarafından Ulusal Güvenlik Konseyi’nden üstü Brent Scowcroft’a, 6 Ekim 1973 Cumartesi sabahı gönderilen bir notta, Washington Çalışma Grubu üyelerinin ‘Henry Kissinger yokken’ Beyaz Saray’da acilen toplandıklarına işaret ediliyor. Not, toplantıda yaşanan kargaşanın boyutunun ve Mısır ile Suriye’nin İsrail'e savaş açma olasılığına ilişkin göstergelerin ciddiyetinin yanı sıra bu saldırının ve Sovyetler Birliği’nin o dönemde Mısır ve Suriye’deki uzmanlarının ailelerini, Kahire ve Şam'dan tahliye etme kararının önemi ile ilgili yapılan tartışmalardaki atmosferi yansıtıyor.

Toplantıya katılan CIA ajanlarından biri, Sovyetler Birliği’nin kararının kısa vadede bir savaş olasılığı anlamına gelmeyebileceği, daha ziyade Arap ülkeleri ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde bir bozulmaya işaret edebileceği şeklinde yorumladı! Belgede ‘askeri güç dengesi eşitlenmediği sürece Arap ülkelerinin İsrail'le savaşa girmeye hazır olmadıklarına dair bir fikir birliği olduğu açıkça görülürken ‘İsrail'in askeri ve teknolojik üstünlüğünün bölgede savaşın patlak vermesinin önündeki 'birincil engel' olduğu inancı’ da ortaya çıkıyor.

Sovyetler Birliği’nin mesajı

Sovyetler Birliği, ABD Başkanı Nixon ve Dışişleri Bakanı Kissinger'a (6 Ekim 1973 Cumartesi günü, Washington saatiyle öğleden sonra saat 14.00’da) bir mesaj göndererek Washington'ın düşünce hattına dahil oldu. Mesajda, ‘Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Leonid İlyiç Brejnev'in Mısır ile Suriye’nin aldığı savaş kararı karşısında tıpkı ABD’liler gibi şoke olduğu’ belirtildi.

ABD’nin ifadesine göre Sovyet lider, savaşın ‘büyük bir yanlış hesap ve korkunç bir siyasi hata’ olduğunu düşünüyordu. Sovyetler Birliği’nin ‘Arap ordularının büyük bir yenilgiye uğramasını beklediği’ de açıktı. Ayrıca Brejnev'in Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu'daki rolünü aktif tutmak ve müttefikleri Mısır ve Suriye’nin askeri ya da siyasi bir felakette uğramaktan kaçınmaları konusunda son derece istekli olduğu da ortadaydı.

İlk değerlendirme

Ulusal Güvenlik Konseyi, saat farkını dikkate alarak Washington saatiyle öğleden sonra saat 15.00’da, Ortadoğu'daki gelişmelere ilişkin Acil Müdahale Odası ile toplantı yapıyordu. Toplantı tutanağının aşağıdaki metnine göre, savaşa saatler kala yaşananlara dair bir ön değerlendirme yer alıyordu.

Toplantı tutanağında şu ifadeler yer alıyordu:

İsrailliler Yom Kippur'u (Yahudilerin Kefaret Günü) kutlarken, Mısırlılar ve Suriyeliler, Suriye güçlerinin başlattığı hücumla eş zamanlı olarak Süveyş Kanalı'nın doğusunda İsrail güçlerinin etrafını saran 100 bin Mısır askeri ve bin tanktan oluşan bir güçle atağa geçti. O sırada Golan Tepeleri'ndeki İsrail mevzilerinde 35 bin asker ve 800 tank bulunuyordu.

sdfegr
1973 yılında Suriye'nin Golan Tepeleri'ndeki bir bölgede konuşlu İsrail askerleri (AFP)

Toplantıdakiler, ‘Arap ülkelerinin petrol ihracatını durdurulmalarından doğacak sorunlar, Sovyetler Birliği’nin olası hamleleri ve Araplar için yeni bir ağır yenilginin sonuçları’ gibi çeşitli değerlendirmeleri masaya yatırdılar.

Kissinger ve Eban

ABD’ye ait bir başka belge ise İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban ile ABD Dışişleri Bakanı Kissinger arasında Washington saatiyle sabah 09.00’da bir görüşme yapıldığını ortaya koyuyor. Belgeye göre Kissenger, görüşme sırasında Eban’a ‘Washington'ın Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) hemen gitmeyeceğine’ söz verdi.

Abba Eban ile Kissinger'ın Yardımcısı Lawrence Eagleburger arasında yapılan başka bir görüşmeye ilişkin belgede Eban’ın, BM’nin savaşla ilgili herhangi bir adım atmasını ya da BMGK’dan gelecek ateşkes önerisini (8 Ekim) pazartesi gününe kadar ertelemek istediği anlaşılıyordu. Çünkü İsrail böylece Sina ve Golan Tepeleri’ndeki durumu değiştirebilecekti.

Ateşkes adımı hem Sovyetler Birliği hem de dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed tarafından memnuniyetle karşılandı. Esed’in memnuniyetinin nedeni, durumun olduğu gibi kalması ve Golan Tepeleri’nin fiilen geri alınması anlamına geliyordu. Dönemin Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat ise Mısır ordusunun Sina'nın derinliklerinde sağlam bir şekilde mevzilenmeden savaşı durdurmaya niyetli gibi görünmüyordu.

Çinlilerle birlikte

Kissinger, aynı gün akşam saat 21.00'da Washington'da, Çin'in Washington Büyükelçisi Huang Jun ile bir görüşme yaptı. ‘Gizli’ olarak sınıflandırılan görüşmeye ilişkin belgeye göre Kissinger, Çinli diplomata, ‘Washington'ın bu aşamadaki stratejik hedefinin, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da liderliği ele geçirmesini engellemek’ olduğunu söyledi.

Yaklaşık yirmi dakika süren görüşmenin detaylarından Kissinger’ın, İsrail'in Mısır ile Suriye'nin sürpriz saldırısını birkaç gün içinde askeri yenilgiye dönüştürebilecek askeri beceriye sahip olduğundan emin olduğu anlaşılıyor.

Kissinger, görüşmede alaycı bir tavırla “Sovyetler Birliği’nin desteğine güvenen kimse hedefine ulaşamaz” diyor. Kissinger yine aynı görüşmede, Arapların sahada kazanımlar elde ederek ve ardından BM’nin bu kazanımlarını korumalarını sağlayacak bir ateşkes kararı çıkarmasına çalışarak, başarmaya çalıştıklarını görmek istemediğini vurguluyor.

ABD Dışişleri Bakanı, amacını şu sözlerle açıklıyor:

Durumu savaş başlamadan önceki haline, yani 1967 sınırlarına döndürecek bir ateşkes anlaşmasını kabul etmeleri gerekiyor.

Belgedeki konuşma metninden “Çinlilerin Arap davasına sempati duyduğu” anlaşılıyor.

Belki de Kissinger'ı Çin’in Washington Büyükelçisi’ne garanti vermeye iten neden, Çinli diplomata söylediği, “Bir dereceye kadar İsrail’den farklı bir tutum sergilememiz gerekiyor. Ancak bu, Washington'ın ateşkes sonrası yeni sınırların çizilmesi için güvenlik garantileri sağlaması durumunda mümkün olabilir” şeklindeki sözlerden anlaşılıyordur.

İkinci gün

Savaşın üzerinden yarım asır geçmesine rağmen Kissinger’ın, savaşın ikinci günü, 7 Ekim Pazar saat 20.30'da, İsrail’in Washington Büyükelçisi Simcha Dinitz ile yaptığı görüşmeye ilişkin belgenin, ABD’nin Sidewinder havadan havaya füzelerinden ve fırlatma rampalarından oluşan silah sevkiyatı hakkındaki ‘karalamalar’ dışında ilk sayfasının yayınlanmasına halen izin verilmiyor.

rtg

Ancak belgenin ilerleyen bölümlerinde, Kissinger'ın ‘ne olursa olsun, ilk saldıran siz olmayın’ şeklindeki açık uyarısına karşı İsrail hükümetinin, Mısır ve Suriye'ye önleyici saldırılarda bulunmaları gerektiğinde ısrar etmesi sonucu yaşanan hararetli tartışmalar gibi 1973 Arap-İsrail Savaşı’nın ilk anlarına ilişkin heyecan verici detaylar yer alıyor. Kissinger’ın uyarısı, dönemin İsrail Başbakanı Golda Meir’in düşünceleri üzerinde önemli bir etkisi oldu. İsrail tarafı, savaşın başlamasından kısa bir süre sonra ABD’den acil askeri yardım talebinde bulundu. Öncelikle Sidewinder havadan havaya füzeler, uçaklar, mühimmat ve savaş uçağı yedek parçaları istedi. Kissinger, savaş sırasında İsrail'e savaş uçağı temin edilebileceğinden emin değilse de söz konusu füzelerin yanı sıra mühimmat da gönderilebileceğine inanıyordu.

Berbat bir gün

ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki Ortadoğu’yla ilgili operasyon merkezi’nde 7 Ekim 1973, Washington saatiyle 23.00’da gelişmelere dair bir toplantı yapıldı.

rtg
ABD Dışişleri Bakanı Kissinger ve İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan’ın 1974'te Tel Aviv'de bir araya geldikleri bir kare (AFP)

Toplantı tutanağı, savaşın ilk gününde Suriyelilerin (işgal altındaki) Golan Tepeleri’ne, Mısırlıların da Süveyş Kanalı’nı geçip Sina'ya girmesiyle Arap kuvvetlerinin önemli kazanımlar elde ettiğini söylüyor. Tutanakta Golan Tepeleri’nin İsrail’deki yerleşim yerlerine yakın olması nedeniyle İsrail için stratejik öneminden dolayı askerlerini önce buraya yönlendirdiği belirtiliyor. Merkezin savaşın ikinci gününün sonunda toplananlara sunduğu raporun özetinde sahada durumun vahim göründüğü, her iki tarafın da büyük kayıplar verdiği ve İsrail ordusu için çok berbat bir gün olduğu ifade ediliyordu.

Ayrılma noktası

ABD'nin sahada İsrail'i askeri olarak destekleme noktasında ağırlığını koymasından önce 9 ve 10 Ekim günleri, çatışmaların gidişatında bir ‘dönüm noktası’ olarak değerlendirilebilir. Siyasi açıdan, Mısır ve Suriye ordularının Sina ve Golan Tepeleri’nin kontrolünü geri almaya çalışan İsrail’i ezici bir yenilgiye uğratarak BM salonlarındaki ve dünyanın nüfuzlu ülkelerinin kulislerindeki herkesi şaşırttı. İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'ı hayrete düşüren ve Washington’ın hesaplarını karıştıran’ bir hezimete uğradı.

İsrail'in Washington Büyükelçisi Dinitz, 9 Ekim Salı sabahı çok erken saatler Kissinger’ı arayarak ‘İsrail güçlerinin önceki gün (yani 8 Ekim) başlattıkları karşı saldırının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından (çok zor) bir durumla karşı karşıya kaldığını ve İsrail ordusunun ağır kayıplar verdiğini’ söyledi.

Kissinger ve Dinitz, meseleyi derinlemesine ele alabilmek için aynı gün sabah 8.30’da bir araya geldi. Dinitz, İsrail ordusunun Mısırlılar karşısından 400’den fazla, Suriye cephesinde ise 100'e yakın tank kaybettiğini itiraf etti. Dinitz, Mısır’ın zırhlı araçlarının ve karadan havaya füzelerinin etkili olduğunu, bu yüzden İsrail hükümetinin ‘savaşta ordunun sahip olduğu tüm teçhizat ve uçakları kullanmaya’ karar verdiğini açıkladı. Gizli belgeye göre Kissinger, İsrail büyükelçisinin sözleri karşısında şoke olmuştu. Çünkü savaşın başladığı ilk andan itibaren, İsrail'in ilk günlerde kaybettiği toprakları geri almak için ABD’nin daha fazla askeri yardımda bulunmasına ihtiyaç duymayacağına inanıyordu.

Yahudi olan Kissinger öfkelenmişti. İsrailli diplomata sesini yükselterek, “Bana Mısırlıların bir savaşta dört yüz tankınızı nasıl yok edebildiğini açıklayın!” diye bağırdı.

Kissinger, o dönemde ABD’nin İsrail'e büyük miktarda askeri yardımda bulunmasının Washington için diplomatik düzeyde feci sonuçlar doğurabileceğinin farkındaydı. Kissinger ve Dinitz’in kapalı kapılar ardında görüştükleri belirtilen belgede, iki diplomatın İsrail Başbakanı Meir'in, ABD Başkanı Nixon’la gizlice görüşmesi ve acil askeri yardımda bulunulması talebini’ görüşmek için bir dakika dahi kaybetmek istemedikleri vurgulandı. Ancak belgeye göre Kissinger bu talebi, ‘Moskova'nın Arap dünyasındaki nüfuzunu artmasına neden olacağı korkusuyla’ reddetti.

Nükleer iması

Belgede ‘İsrail'in umutsuzluğa kapıldığı sırada Büyükelçi Dinitz’in bir tür şantaj olarak nükleer silah kullanma tehdidinde bulunabileceklerini ima ettiği’ aktarılıyor. İsrail Başbakanı Meir, ordunun nükleer silah kullanma önerisini -gerektiğinde kullanılmak üzere- reddederken, en azından Washington üzerinde baskı oluşturmak için (İsrail'in nükleer silah olarak güvendiği temel sistem olan) Jericho füzelerinin hazırlanmasını emretti.

Belgeye göre Kissinger, hiçbir zaman İsrail'in nükleer silahları hakkında açıkça konuşmadı. Aynı zamanda gizliliği kaldırılmış ABD belgelerinin hiçbirinde 1973 savaşı sırasında İsrail'in nükleer durumuna ilişkin bir bilgi yer almıyor. Daha sonra ABD Dışişleri Bakanlığı’ndaki Ortadoğu’yla ilgili operasyon merkezi, İsrail’in askeri durumuyla ilişkili bir değerlendirme çerçevesinde, Washington'ın dikkatleri üzerine çekmediği sürece Tel Aviv’i silahlandırması’ tavsiyesinde bulundu. Kissinger, aynı günün akşamı yapılan bir toplantıda İsrail büyükelçisine, Başkan Nixon'ın İsrail'in talep ettiği askeri yardım listesindeki mühimmatın (lazer bombaları hariç) tamamını göndermeyi kabul ettiğini bildirdi. Kissinger, bunun yanında İsrail'e (gerekirse) kaybettiklerini telafi etmek için tankların ve savaş uçaklarının da temin edilebileceğini belirtti. Silah tedarikinde gizliliğin sağlanması için İsrail'e gönderilen sevkiyatlar üzerinde ABD’ye dair her türlü simge ve işaretin kaldırılmasında anlaşıldı. Tedarikin ticari (sivil) uçaklarla taşınması için gerekli prosedürlerin yerine getirilmesi kararlaştırıldı. Dinitz, akşam yapılan toplantıda Kissinger’a İsrail'in Golan’da büyük bir ilerleme kaydettiğini ve Suriye ordusuna ait çok sayıda tankın imha edildiğine dair aldığı yeni haberi aktardı.

Petrol tehdidi

ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan ve Ulusal Güvenlik Konseyi'nden bir ekibin ortak hazırladığı raporda şöyle deniyor:

İsrail ve Arap (Mısır ve Suriye) orduları karada yeniden konuşlanırken, İsrail ve Suriye hava kuvvetleri şiddetli bir hava muharebesine girişti. İsrail savaş uçakları Şam Uluslararası Havalimanı'nı bombaladı. Öte yandan Yunanistan, İsrail ve ABD istihbaratları, Sovyetler Birliği'nin Arap müttefiklerine hava yoluyla sevkiyat yaptığına dair sinyaller yakaladı. İsrail bunu ‘füze ​​sevkiyatı’ olarak tanımladı. Sovyetler Birliği, Arap ülkeleri arasındaki nüfuzunu artıracağı düşüncesiyle savaşın ilk günlerinde Araplara (askeri) yardım gönderme kararı almış gibi görünüyor. Ancak bu, yalnızca Suriye ve Mısır'ı savaşı sürdürmeye teşvik ederek değil aynı zamanda Washington'ın, meseleyi kendi gücüne karşı bir meydan okuma olarak görmesini sağlayarak savaşın gidişatına yönelik önemli boyutları ve etkileri olan bir adım.

Raporda daha sonra ABD basınında Virginia eyaletindeki Norfolk Askeri Üssü’nde bulunan bir havaalanında füze ve bomba yükleyen bir İsrail Boeing 707'si ile ilgili çıkan haberlere değiniliyor. Son olarak raporda, dönemin Suudi Arabistan Petrol Bakanı Ahmed Zeki Yemani’nin ABD'nin İsrail'e askeri yardımda bulunmasına tepki olarak petrol üretimini azaltma tehdidinde bulunduğu açıklamalarının önemi vurgulanıyor.



Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García
TT

Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García

Hüsam İtani

ABD Başkanı Donald Trump’ın yardımcılarını Mısır, Lübnan ve Ürdün'deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı (İhvan-ı Müslimin) ‘terör örgütü’ olarak tanımlamayı düşünmelerini çağırması, şu an dünyanın dört bir yanında aranan ve çok az müttefiki kalan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na karşı büyük bir zafer olarak görüldü.

Trump tarafından 25 Kasım'da imzalanan ve yönetimindeki yetkililere, gerekli gördükleri takdirde 45 gün içinde yaptırım uygulayabilme hakkı veren başkanlık kararnamesi, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın tarihini, fikirlerini ve uygulamalarını yeniden gündeme getirdi.

Ancak, son zamanlarda yayınlanan yazılar ve incelemelerin önemli bir kısmı, Müslüman Kardeşler Teşkilatı, liderleri, politikaları ve yüzlerce mecrada dolaşımda olan hikayeleri hakkında halihazırda bilinenlerin yanında, teşkilatın kökleri ve faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki yetkililerle ve onların desteğini kazanmak isteyen ve kendi çıkarları için harekete geçirmek istedikleri uluslararası güçlerle olan ilişkilerini anlatmakla yetiniyor.

Trump'ın açıklamasından sonra yayınlanan makalelerin çoğunda, olayın yüzeyinden biraz daha derine inen soruları yanıtlamaktan kaçınılması üzücü. Haberler beş soruyu (kim, ne zaman, neden, nasıl, nerede?/5N1K) geçerli haber olarak kabul edilecekse, bize ulaşan makalelerde gördüklerimiz, akademik araştırma veya belgesel çalışma olmaktan çok haber olmayı bile tenezzül etmiyor. Bunun nedeni, Müslüman Kardeşler Teşkilatı karşıtlığını ifade etmenin, ona karşı olumsuz tutumun nedenlerini açıklamaktan daha ağır basmasıdır.

Bu yüzden Müslüman Kardeşler Teşkilatı, söz konusu makalelere göre Arap ve Müslüman toplumlara karşı kötü niyetli olan, İslam dini istismarının arkasına gizlenen, Arap ve İslam ülkelerinde ilerleme, kalkınma ve modernite ile ilgili ne varsa baltalamaya çalışan, daha önce bilinmeyen sosyal politikalar ve ritüeller icat eden, belirsiz motiflere ve uluslararası güçlere sahip bir grup insan olarak kalıyor. Bu güç, geçmiş yüzyılların karanlığından ortaya çıkmış ve Batı, Doğu veya en çok para ödeyenin hizmetinde iktidarı ele geçirmeyi amaçlıyor.

İslam dini ve siyaset arasındaki ilişki, İslam dininin kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur.

erfg
Hükümet karşıtı bir miting sırasında bir Kur'an-ı Kerim nüshasını havaya kaldıran bir gösterici, 4 Mayıs 2005 (AFP)

Bu teşhis, her ne kadar popüler de olsa, aynı zamanda eksik olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bir yandan bazı gerçekleri, diğer yandan bazı siyasi propagandaları içeriyor. Tıpkı Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kendini Müslümanların kurtarıcısı olarak göstererek, Müslüman halkların yaşadığı tüm krizlerin panzehrinin, İslam dininin kendi yorumlamaları ve siyasi uygulamalarında yattığını savunması gibi. İslam çözümün ta kendisidir ve İslam ümmetinin yükselişi ve yeniden şahlanışı, iç ve dış tiranlardan kurtuluşu için doğru yol İslam'da, daha doğrusu onların İslam anlayışında yatmaktadır. Bunun çok genel bir ifade olduğunu söylemeye gerek yok. Çünkü İslam ümmetinden bahsetmek, ülkelere, halklara, dillere, mezheplere, inançlara ve sınıflara yayılmış, kategorize edilemeyen ve tek bir siyasi-dini ideoloji altında toplanamayan bir milyardan fazla Müslüman'ın çeşitliliğini hesaba katmaz. Müslüman halklar ve uluslar İslam inancının temellerini paylaşsalar bile, etnik ve kültürel farklılıkları ile çeşitli tarihsel deneyimleri Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın İslam dünyası vizyonuna indirgenemez.

İslam dinin siyasallaşması

Arap ülkelerinde değil, tüm dünyada İslam dinin siyasallaştıran ilk hareketin Müslüman Kardeşler olduğu ve ona mevcut otoriteden bağımsız bir liderlik hiyerarşisine göre işleyen grup olarak modern bir örgütsel yapı kazandırdığı yönünde yaygın bir inanç hakim. Bu iddia dikkatle incelenmeli. Öte yandan, İslam ve siyaset arasındaki ilişki İslam'ın kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur. İsmaililer, İbadiler, Karmatiler ve diğerleri gibi gruplar, temelde iktidardaki otoritelere karşı siyasi muhalefet güçleriydi ve kendilerini Pers'ten Fas'ın en batısına kadar uzanan misyoner ağları halinde örgütlemişlerdi.

Cezayir ve Fas'ta Fransızlar tarafından tarım arazilerinin müsadere edilmesini kolaylaştırmak amacıyla şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için yürütülen sistematik çalışmalar, şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı.

Fransa’nın 1798 yılında Mısır’a gerçekleştirdiği askeri sefer, çok yönlü bir kültürel şok yarattı. Memlükler ve ardından Türklerin işgali nedeniyle uzun süredir siyasetten çekilmiş olan sivil toplum örgütlerini ve onların askeri ve mali aygıtlarını tüm kamusal alana geri döndürerek, faaliyetlerine yeniden başlamalarını ve Müslüman olmayan yabancı işgalcilere karşı tavır almalarını sağladı. Örneğin, El-Ezher'in Mısır'daki siyasi rolünün yeniden başlaması, o dönemde geleneksel düşünce yapısının cevaplaması zor sorular ortaya atan Fransız seferine kadar uzanabilir. Belki de El-Ezher öğrencisi Süleyman el-Halebi, Fransız seferinin komutanı General Jean-Baptiste Kléber’e suikast düzenleyerek yabancı zorluklarla başa çıkmanın bir yolunu gösterdi.

‘Neden?’ sorusuna cevap bulmaya çalışırken ikinci faktör, 1857 yılında Hindistan'da yaşanan isyanın acımasızca bastırılmasına kadar uzanabilir. İsyana karşı İngilizlerin verdiği yanıtta on binlerce kişi hayatını kaybetmiş olsa da bunların arasında hem Hindular hem de Müslümanlar vardı. Müslümanlar, İngilizlerin Hindistan'da doğrudan yönetimini (Britanya Rajı) kurmasının ve yüzyıllar süren çöküşün ardından son nefesini veren Babür İmparatorluğu'nun geriye kalan sembolik varlığını ortadan kaldırmasının ardından en büyük yenilgiyi yaşayanların kendileri olduğunu düşündüler. Müslüman Hintler, İngilizlere açıkça ve kolayca devredilen iktidara ve yüzlerce yıl boyunca Müslüman Babürler ve diğer milletler tarafından kuzey ve güney Hindistan'da (örneğin Malabar ve çevresinde) uygulanan ve çoğu İslam hukukundan türetilen yasaları değiştirme çabalarına verdikleri tepkilerden biri, Diyobend Medresesi'nin kurulmasıydı. Bu medrese, İngiliz sömürgeciliğiyle mücadele etmek için Hanefi-Maturidi fıkhına dayalı bir İslam projesi oluşturmayı ve bunu daha sonraki bir siyasi projenin teorik giriş kısmı olarak benimsemeyi kendine görev edindi.

Bunun yanında Fransızların Cezayir ve Fas'ta şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için sistematik olarak yürüttükleri çalışmalar, mülkiyet kayıtlarının imha edilmesi, toprak sahiplerinin uzaklaştırılması ve daha sonra ‘Kara Ayaklar’ olarak bilinen Fransız yerleşimcilerin getirilmesi yoluyla tarım arazilerinin müsadere edilmesinin önünü açtı. Faslı filozof Abdullah Laroui’nin ‘Fas Tarihinin Özeti’ adlı kitabına göre bu durum, Cezayir'de şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı. Bu ayaklanmaların başında, Fas'ın kuzeyinde Emir Abdulkadir el-Cezairi'nin devrimi ve Fas genelinde ‘Mahzen’ (Fas'a özgü bir yönetim sistemi) ile çatışması geliyor.

Ayrıca, Abdullah Al-Aroui'nin "Fas Tarihinin Özeti" adlı kitabında anlattığı gibi, Fransızların Cezayir ve Fas'ta Şeriat mahkemelerini ve vakıflarını ortadan kaldırmak, mülkiyet kayıtlarını yok etmek, sahiplerini arazilerinden uzaklaştırmak ve Fransız yerleşimcileri (daha sonra "Kara Ayaklılar" olarak bilinenler) getirmek suretiyle tarım arazilerine el koymanın yolunu açmak için yürüttükleri sistematik çalışmalar, Cezayir'de belki de en ünlüsü Emir Abdülkadir el-Cezayiri'nin devrimi olan şiddetli kırsal ayaklanmalara ve Fas'ın kuzeyinde de "Makhzen" ile genel olarak bir çatışmaya yol açmıştır.

dc
Kahire'nin merkezindeki Tahrir Meydanı'nda toplanan Mısırlı protestocular, 19 Kasım 2011 (AFP)

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Haşimilerin İngilizler tarafından kandırılması, İngiltere’nin Haşimilere verdiği bir Arap krallığı kurma sözünü yerine getirmemesi ve 1920 yılında Fransız kuvvetleri Suriye'ye girip Kral 1. Faysal’ı devirdiğinde onları terk etmesi; Bu olaylar, bölge halkları arasında sömürge güçlerine karşı güvensizlik duygularını pekiştiren, misilleme ve kendini yeniden değerlendirme yolları aramaya iten faktörler arasında yer aldı ve onları büyük bir sıçrama yapmaya itti.

Buna, İslam halifeliğini yeniden canlandırma çabaları ve Mısır’da Sultan Fuad'ın (daha sonra Kral Fuad) halife unvanına hak kazandığını ilan etme çabaları eşlik etti.

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitim almış grupların ortaya çıkmasının Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olduğunu düşünürsek, belki de çok da yanılmamış oluruz.

Bu olaylar ve diğerleri, Napolyon’un Mısır seferi ile örneklendirilebileceğimiz Batı modernliğine ve İngilizlerin Hindistan ve Kuzey Afrika’daki baskıları ile örneklendirilebilir Batı sömürgeciliğine karşı düşmanlık gibi çeşitli ilkeler üzerine inşa edilen siyasal veya aktivist İslam’ın ortaya çıkmasının arka planını oluşturdu. Her iki düşmanlık da İslam’ı bir din ve kimlik olarak hedef aldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi, halifeliğin yerini alan sivil devlet de şiddetle reddedildi. Bu düşmanlık faktörleri bir araya gelerek, dini kimlik ya da Batı milliyetçiliği ve sol ideolojiler yoluyla her türlü kurtarıcıya hazır bir zemin oluşturdu. Bununla birlikte siyasal İslam'ın kurulmasının, Mısır ve Ortadoğu'da komünist ve milliyetçi partilerin ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildi. O dönem, gerçeklikle başa çıkmak için niteliksel olarak yeni yolların aranmasını gerektiriyordu. 

Bu bağlamda, medeniyet ya da sömürgecilik gibi Batı'nın meydan okumalarına verilen yanıtların, o dönemde İslam dini düşüncesi açısından en gelişmiş iki ülkeden gelmesi şaşırtıcı olmadı. Bunlar Hindistan (Deybandi Medresesi ve onu izleyen hareketler, bunların bazıları Hindistan'ın bağımsızlığı için ardından Pakistan'da Müslüman bir devletin kurulması için verilen mücadelede yer aldı) ve Mısır'dı. Mısır'da El-Ezher, direnişin ilk aşamalarında öncü bir rol oynadı ve ardından İmam Muhammed Abdu ile modernleşmenin gerekliliklerine yanıt vermeye çalıştı.

Müslüman toplumların dönüşümü

Bu arada Mısır toplumu, Batı'ya gönderilen Mısırlı heyetler, müfredat değişiklikleri, geleneksel medreselerin yerine devlet okullarının kurulması ve okullarda zorunlu dersler olarak dil ve dinin yanı sıra modern seküler bilimlerin yaygınlaşmasıyla, İslam dünyasındaki diğer toplumlardan önce yeni eğitim yaklaşımlarını benimsemişti. Bu değişiklikler, Mısır toplumunda derin bir etki bırakmadan geçmedi. Mısır toplumu, sanayileşmenin başlangıcına ve Batı kültür ürünlerinin akınına tanık oldu. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre ayrıca 19. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar Avrupa milliyetçi fikirlerinden etkilenen ve İngiliz sömürgeciliğine karşı duygular besleyen eğitimli kentli sınıfların ortaya çıkışına da şahitlik etti.

dfv
Hasan el-Benna (AFP)

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitimli grupların ortaya çıkmasını Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olarak değerlendirirsek, belki de çok da yanılmayız. Bu eğitimli kişiler, modern bilgiye sahip seçkin bir grup olarak ülkelerindeki durum hakkında fikirlerini ifade etme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı ve aynı zamanda İslam dininin kendi saflarında en açık şekilde ifade ettiği kimlikten ayrılmak istemiyorlardı.

Bilindiği üzere Mısırlı yazar Taha Hüseyin'in yazdığı ‘Cahiliye Şiiri Üzerine’ adlı kitabı, İslam öncesi (Cahiliye) dönemi şiirinden günümüze ulaşanları sorgulaması tartışma yaratmış, ardından Mısır kültürünün Arap-İslam kültüründen çok Helenistik-Roma medeniyetinin bir parçası olduğunu öne sürerek Batı kültürüne entegrasyon çağrısında bulunmasıyla kopardığı fırtınalar, Hüseyin’in ‘Mısır’da Kültürün Geleceği’ adlı kitabında da yer almıştı. Ancak bu fırtınalar Mısır'ın sadece Arap kimliğini değil, İslam kimliğini de vurgulamıştı.

Kültür ve siyasetin Arap yönü, daha sonraki aşamalarda İslam'dan ayrı olarak ortaya çıktı. Aynı durum, Ali Abdurrazık’ın ‘İslamda İktidarın Temelleri’ kitabına yöneltilen sert eleştiriler için de geçerli. Bazıları bu kitabı, 20. yüzyıla ait olması gereken bir ülkede İslam dininin siyasi iktidarı yönetme yeteneğini inkar eden bir eser olarak görüyor. Abdurrazık, dinin devletten ayrılması, dinin ibadetle sınırlı kalması ve siyasete karışmaması gerektiğini ve artık hiçbir gerekçesi kalmayan halifeliğin yeniden canlandırılmasının imkansız olduğunu savunmuştu. Burada, aktivist İslam olgusunun ortaya çıkışının ‘nasıl’ yönünü ele alıyoruz.

Aslında, Ali Abdül Abdurrazık’ın İslam tarihinden örnekler ve argümanlarla ortaya koyduğu ve desteklediği görüş, dini her şeyin –iktidar, siyaset, devlet ve bilim– ayrılmaz bir parçası haline getirmeyi ve sıradan insan yaşamının herhangi bir yönünden ayırmayı imkansız kılmayı amaçlayan çağrılarla çelişmektedir.

Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı önemli rol hakkında çok sayıda makale olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut.

Bu görüşün, İmam Mehdi'nin gelişi beklenirken siyasi rol konusunda ikilemde olan bazı İranlı Şii çevrelerinde memnuniyetle karşılandığını belirtmek gerekir. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, ‘Velayet-i Fakih’ doktrininin savunucuları gibi hukukçulara genel ve mutlak otorite hakkı verme noktasına kadar gitmemiş olsalar da vaat edilen halifeliği kurmanın bir yolu olarak İslami çizgideki siyasi örgütlerin iktidara gelme rolüne ilişkin teorik bir çözüm sunmuşlardı. Müslüman Kardeşler teorisyenlerinin birçok yazısının, daha sonra İran Devrimi'nin sembol isimleri haline gelen kişiler tarafından Farsçaya çevrildiği herkesçe biliniyor. (Müslüman Kardeşler'in İran Devrimi üzerindeki etkisini küçümseyen Valid Nasr'ın ‘Şii Uyanış’ adlı kitabına bakabilirsiniz. Nasr’ın kitabı, Müslüman Kardeşler'in önemini vurgulayan başka bir araştırmacı olan Olivier Roy'un görüşüyle zıtlık oluşturuyor.)

dwf
New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin güney kulesi alevler içinde kaldığı anlar, 11 Eylül 2001 (Reuters)

Durum ne olursa olsun, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan, dini olmayan eğitim almış ama yine de siyasi bir kimlik ve dünyadaki tüm olayları anlamak için bir çerçeve olarak İslam dinine bağlı kalan kentli orta sınıf, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın toplumda ilerleme kaydetme ve siyasi temsil için bir yol buldu. El-Ezher'in kıdemli alimlerinin, Hasan el-Benna'nın mesajını aralarında yayma girişimlerini hoş karşılamadıkları doğru, ancak başta ‘Nahvu'n-Nur’ olmak üzere kaleme aldığı ‘Risaleler’ aracılığıyla, Müslüman topluluğun üyeleri arasındaki eğitim ve ilişkileri kapsayan ve Batı medeniyetini radikal bir şekilde reddeden, ancak Batı ülkeleri İslam'ı siyasi otorite olarak kabul ederse onlarla ilişkileri kabul eden ‘karşıt bir toplum’ inşa etme vizyonunu ortaya koydu.

Şiddetin temeli ve gerekçesi

Hasan el-Benna, önce Mısır'da, ardından Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yayıldığı diğer Müslüman ülkelerde, taşkilat ile iktidardaki siyasi otoriteler arasında bir çelişki yarattı. İslam dininin yaşamın tüm yönlerini kapsadığı iddiası eğer uygulanırsa, Müslüman Kardeşlerin merkezinde olmak istediği nüfuz alanı dışındaki herhangi bir faaliyete yer bırakmaz. Bu, salt bir fıkıh görüşü değil, en yüksek siyasi otoriteye geçmeden önce toplumda ve kurumlarında mümkün olduğunca fazla güç ele geçirmeyi amaçlayan mekanizmanın nasıl kurulacağına dair radikal bir tutum. Buradan hareketle, Müslüman Kardeşlerin suikasttan eğitimli ve silahlı grupların oluşturulmasına kadar her türlü şiddet eylemine dayalı konumunu inşa ettiği arka planı tartışabiliriz. Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı merkezi rol hakkında çok sayıda makalenin kaleme alınmış olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut. Ancak Seyyid Kutub, şiddet kullanımının kapsamını genişletti ve buradan yola çıkarak en radikal gruplar, sadece ‘kafir’ devlete karşı savaşmakla kalmayıp, ‘cahil’ topluma da saldırma yönünde vizyonlarını geliştirdi. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın belki de kentsel varlıkları nedeniyle, sosyal farklılıkların daha katı ve belirgin olduğu kırsal alanlarda yayılan İslamcı veya cihatçı gruplar gibi diğer güçlere göre şiddet kullanımında daha temkinli davrandığının söylenmesi gerekiyor. El Kaide ve ardından DAEŞ’ın ortaya çıkışıyla din adına acımasız şiddetin zirvesine ulaşıldı. El Kaide ve DEAŞ’ın 11 Eylül 2001 saldırıları, DEAŞ’ın İslam devleti kurma çabaları sırasında yaptığı gibi köleliğin ve köle ticaretinin yeniden canlandırılması gibi terör eylemlerini küresel sahneye taşıyan diğer tüm örgütlerden ayrıldığı da söylenmeli.

g4tg
Tulkerim'de Hamas'ın kuruluşunun yıl dönümü töreninde Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucusu Hasan el-Benna'nın resimlerini ellerinde tutan Hamas destekçileri, 14 Aralık 2014 (AFP)

Öte yandan, Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve benzeri grupların iktidardaki hükümetlerle ateşkes dönemlerinde faaliyet gösterdikleri bağlamları burada hatırlamakta fayda var. Söz konusu gruplar, birçok büyük meslek sendikasında, özellikle bilimsel uzmanlık alanlarıyla uğraşanlarda (doktorlar, mühendisler vb.) liderlik pozisyonlarına yükselmiş, ‘bilim ve inanç’ ya da ‘Kuran'daki bilimsel mucizeler’ adlarıyla bilinen kavramlar aracılığıyla bilim ve teknolojiye ilişkin yanlış bir algı yaymayı başarmışlardır.

Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neden neredeyse 100 yıldır yok olmadı?

Ancak en önemli faktör, tutarlı ve istikrarlı olmayan siyasi otoritelerle olan ilişkilerden ziyade fırsatçılık ve fırsatları değerlendirmeye yakın bir ilişkiydi. Müslüman Kardeşler, belirli koşullarda taktiksel ilerleme kaydetmesini sağlayan projelere katılmayı kabul ediyordu. Örneğin, 1970'lerin ilk yarısında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın solcu üniversite öğrencilerine karşı başlattığı kampanyaya katılarak, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı solculara darbe vurmak için kullanmıştı. Daha sonra iktidarla ilişkiler bozuldu, ancak Hüsnü Mübarek döneminde yeniden düzeldi. Bu düzelme ‘25 Ocak Devrimi’ne kadar sürdü. Ancak Müslüman Kardeşler, ‘Öfke Cuması’ gerçekleşene kadar devrime katılmakta geç kalmıştı.

Dolayısıyla bu fenomenin yükselişi veya düşüşüyle ilgili birçok soru işareti var. Bunlar genellikle cevaplamaktan kaçındığımız sorular. Çünkü bunların mevcut durum ve onun örneğin, iktidar ve iktidara erişim sorunu, iktidarı talep etmenin meşruiyeti, din ve siyasetle ilişkisi, devletle/otoriteyle bütünleşmesi veya ayrılması gibi parametreleriyle bağlantılı olduğunu biliyoruz.

Bu yüzden yaklaşımlarımızı Müslüman Kardeşler ve diğerlerinin çelişkilerini araştırmakla sınırlıyoruz ve sorunların yüzeyinde ve bunlardan kaynaklanan siyasi ve sosyal çıkmazlarda küçük çizikler atmaktan öteye geçmek istemiyoruz. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neredeyse 100 yıldır neden yok olmadı? Burada dışarıdan destek ve finansman aldıklarını hatırlamak yeterli olmaz. Çünkü aynı zamanda belirli koşullarda iktidarı ele geçirmeleri için teşvik edildiklerini de hatırlamak gerekir. Birçok güç benzer şekilde destek aldıktan sonra başarısız oldu ve ortadan kayboldu. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı, ulaşması imkânsız bir şeyi isteyen sosyal grubun ifadesi olarak görmek daha yararlı olacaktır. Çünkü ne zaman siyasi söylemine dini meşruiyet kazandırmak ve iktidarı ele geçirebilecek bir çoğunluğa dönüşmek istese başarısız oluyor. Bu kısır döngü, belirli aşamalarda devletin ve toplumun yapısını ve içindeki herkesi yok etme çabalarına dönüşen krizlere yol açtı.

Bu satırlarda gazeteciliğin temelindeki 5N1K sorularını yanıtlamamış olabiliriz, fakat bunları anlamsız sözlerle yanıtlamaktan kaçınmaktansa bilinçli bir şekilde ele almayı tercih ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Esed ailesinin Rusya'daki yaşamının detayları ortaya çıktı: Ailesi Moskova'da lüks ve gözlerden uzak bir hayat sürüyor

Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)
Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)
TT

Esed ailesinin Rusya'daki yaşamının detayları ortaya çıktı: Ailesi Moskova'da lüks ve gözlerden uzak bir hayat sürüyor

Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)
Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)

Suriye’deki rejimin devrilmesinin üzerinden bir yıl geçmesinin ardından, eski Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve ailesinin Moskova’da sakin ve lüks bir yaşam sürdüğü bildirildi. Aileye yakın bir ismin yanı sıra Rusya ve Suriye’den kaynaklar ile sızdırılan veriler, uzun yıllar Suriye’yi demir yumrukla yöneten ve artık büyük ölçüde izolasyon içinde yaşayan bu ailenin hayatına dair nadir bir tablo ortaya koydu.

Guardian’a konuşan bilgi sahibi bir kaynak, Londra’da göz hastalıkları alanında eğitim almış olan Esed’in, mesleki bilgisini tazelemek amacıyla şu sıralar yeniden ders aldığını söyledi.

Esed ailesiyle sürekli temas halinde olduğunu belirten bir aile dostu da bu bilgiyi doğrulayarak, “Rusça öğreniyor ve göz hastalıkları alanındaki bilgisini gözden geçiriyor. Doktorluk onun tutkusu; bunu para için yapmıyor. Suriye’de savaş başlamadan önce de Şam’da düzenli olarak göz doktorluğu yapıyordu” dedi.

Söz konusu kaynak, Moskova’daki varlıklı elit kesimin Esed’in potansiyel hasta kitlesini oluşturabileceğini de ifade etti.

Lüks bir konut ve son derece huzurlu bir yaşam

Konuya vakıf iki kaynağa göre Esed ailesi, büyük olasılıkla Moskova elitinin yaşadığı kapalı ve lüks bir yerleşim alanı olan Rublyovka semtinde ikamet ediyor. Şarku’l Avsat’ın Guardian’dan aktardığına göre aile, burada 2014’te Kiev’den kaçan ve bölgede yaşadığı düşünülen eski Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç gibi önde gelen isimlerle aynı çevrede bulunuyor.

Esed ailesinin mali sıkıntı yaşamadığı belirtiliyor. Aile, 2011 yılında Beşşar Esed yönetiminin protestoculara yönelik kanlı baskıları nedeniyle Batı yaptırımlarıyla küresel finans sisteminden izole edilmesinin ardından, servetinin önemli bir bölümünü Moskova’ya taşıdı. Bu durum, Batılı denetim mekanizmalarının söz konusu varlıklara erişimini zorlaştırdı.

Ancak lüks yaşam koşullarına rağmen Esed ailesi, geçmişte sahip olduğu Suriyeli ve Rus elit çevrelerle bağlarını büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Esed’in ani şekilde Suriye’den kaçması, destekçileri arasında hayal kırıklığına yol açarken, Rus yardımcılarının da onun eski rejimin üst düzey isimleriyle temas kurmasını engellediği ifade ediliyor.

Beşşar Esed, 8 Aralık 2024 sabahının erken saatlerinde, Suriyeli muhalif güçlerin başkente kuzeyden ve güneyden yaklaşması üzerine çocuklarıyla birlikte Şam’dan ayrıldı. Rus askeri koruması tarafından karşılanan Esed ve ailesi, Hmeymim Hava Üssü’ne götürüldü ve buradan hava yoluyla ülke dışına çıkarıldı.

Esed’in, yaklaşan çöküş konusunda ne yakın akrabalarını ne de rejime yakın müttefiklerini bilgilendirdiği, onları kaderleriyle baş başa bıraktığı aktarıldı.

Beşşar Esad’ın kardeşi ve üst düzey askeri yetkili olan Mahir Esed’e yakın bir isim, saray çevresindeki birçok kişiyi tanıdığını belirterek, “Mahir günlerce Beşşar’ı aradı ama yanıt alamadı. Son ana kadar sarayda kaldı. Başkalarının kaçmasına yardımcı olan Beşşar değil, Mahir’di. Beşşar sadece kendisini düşündü” dedi.

Aileye yakın bir başka kaynak ise Esed’in Moskova’daki yaşamını ‘son derece sakin’ olarak nitelendirdi.

Kaynak, “Neredeyse dış dünyayla hiçbir teması yok. Sadece kendisine yakın iki isimle iletişim kuruyor; eski Cumhurbaşkanlığı İşleri Bakanı Mansur Azzam ve Esed’e yakınlığıyla bilinen iş insanı Yaser İbrahim” ifadelerini kullandı.

Beşşar, Putin için önemsiz

Kremlin'e yakın bir kaynak, Esed'in Putin ve Rus siyasi elitleri için büyük ölçüde ‘önemsiz’ hale geldiğini söyledi.

Kaynak, “Putin, iktidarını kaybeden liderlere tahammül edemez. Esed artık etkili bir figür olarak görülmüyor, hatta akşam yemeğinde hoş karşılanan bir misafir bile değil” dedi.

Esed'in medyada görünme arzusu

Beşşar Esed’in Suriye’den kaçışını izleyen ilk aylarda, eski rejimin müttefikleri onun öncelikleri arasında yer almadı. Esed’in odağı, uzun süredir lösemiyle mücadele eden ve sağlık durumu kötüleşen eşi Esma Esed’e destek olmaktı. Esma Esed, rejimin çöküşünden önce de Moskova’da tedavi görüyordu.

Esma Esed’in sağlık durumuna ilişkin ayrıntılara vakıf bir kaynağa göre, eski first lady Rus güvenlik birimlerinin gözetiminde uygulanan bir tedavi sonrasında iyileşti.

Eşi Esma’nın sağlık durumunun istikrara kavuşmasının ardından Esed’in, yaşananlara ilişkin kendi anlatısını kamuoyuna aktarma arayışına girdiği belirtildi. Bu kapsamda, Rusya’nın devlet kanalı RT ile sağcı görüşleriyle bilinen Amerikalı bir podcast sunucusuyla röportajlar ayarladığı, ancak medyaya çıkmak için Rus makamlarının onayını beklediği ifade edildi.

Ancak Rusya’nın Esed’in kamuoyuna açık şekilde görünmesine izin vermediği anlaşılıyor. Geçen ay Irak medyasında, Rusya’nın Bağdat Büyükelçisi Elbrus Kutraşev ile yapılan nadir bir röportajda, Esed’in Moskova’daki yaşamına değinilirken, eski Suriye liderinin herhangi bir kamusal faaliyette bulunmasının yasak olduğu doğrulandı.

Kutraşev, açıklamasında, “Esed burada ikamet ediyor olabilir, ancak herhangi bir siyasi faaliyette bulunma hakkı yoktur. Medyada görünmesi ya da siyasi bir faaliyet yürütmesi yasaktır. Onu hiç duydunuz mu? Hayır, çünkü buna izin verilmiyor. Ancak kendisi hayatta ve durumu iyi” ifadelerini kullandı.

Esed'in çocukları ‘şokta’

Aileye yakın bir isim, birkaç ay önce Esed’in bazı çocuklarıyla görüştüğünü belirterek, “Şaşkınlık içindeler. Hâlâ yaşadıkları şokun etkisindeler. Yeni hayata uyum sağlamaya çalışıyorlar” dedi.

Esed ailesinin, Beşşar Esed hariç olmak üzere, rejimin çöküşünden sonra kamuoyunda birlikte görüldüğü tek an, 30 Haziran’da kızı Zeyn Esed’in mezuniyet töreni oldu. Zeyn Esed, Moskova’daki seçkin ve çoğunlukla elit kesimin tercih ettiği Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (MGIMO) uluslararası ilişkiler alanında diploma aldı.

MGIMO’nun resmi internet sitesinde yer alan bir fotoğrafta, 22 yaşındaki Zeyn Esed diğer mezunlarla birlikte ayakta görülüyor. Törene ait net olmayan ayrı bir videoda ise Esed ailesinin bazı üyeleri, Esma Esed ile oğulları Hafız (24) ve Kerim’in (21) de aralarında bulunduğu şekilde salonda yer alıyor.

Törene katılan ve Zeyn’in sınıf arkadaşları olan iki kişi, Esed ailesinden bazı isimlerin salonda bulunduğunu doğruladı ancak ailenin tören boyunca sessiz kaldığını söyledi.

İsminin açıklanmasını istemeyen öğrencilerden biri, “Aile uzun süre kalmadı ve diğer ailelerin yaptığı gibi sahnede Zeyn’le birlikte fotoğraf çektirmedi” dedi.

Daha önce Beşşar Esed’in muhtemel halefi olarak görülen Hafız Esed ise şubat ayında Telegram’da yayımladığı ve ailesinin Şam’dan kaçışına dair kendi anlatımını paylaştığı videonun ardından, kamuoyundan büyük ölçüde çekildi. Hafız, videoda müttefiklerini terk etmediklerini savunmuş ve Suriye’den ayrılma talimatının Moskova’dan geldiğini ileri sürmüştü.

Söz konusu videonun yayımlanmasının ardından Suriyeliler, Hafız’ın görüntüyü Moskova sokaklarında çekerken bulunduğu yeri kısa sürede tespit etti.

Sızdırılan verilere göre Hafız Esed, sosyal medya hesaplarının büyük bölümünü kapatarak, yerine bir Amerikan çocuk dizisinden esinlenen takma adlarla yeni hesaplar açtı.

Aileye yakın bir kaynağa göre, Beşşar Esed’in çocukları ve anneleri, zamanlarının büyük kısmını alışveriş yaparak geçiriyor ve Rusya’daki yeni evlerini lüks ürünlerle dolduruyor.


Hamas'ın Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına ilişkin şartları ilerleme şansını zayıflatıyor mu?

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)
TT

Hamas'ın Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına ilişkin şartları ilerleme şansını zayıflatıyor mu?

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)

Gazze Şeridi’nde şu anda tıkanma yaşayan ateşkes anlaşması, Hamas’ın ikinci aşamada öngörülen idari ve güvenlik düzenlemelerine ilişkin çekinceleri ve kamuoyuna yansıyan talepleriyle yeniden gündeme düştü. Bu gelişme, ABD’den ikinci aşamaya geçiş konusunda ‘perde arkasında’ yürütülen çabalara dair açıklamaların yapıldığı bir döneme denk geldi.

Hamas’ın dün açıkladığı ve silahsızlanma, barış konseyi, istikrar güçleri ile Gazze Şeridi’nin yönetimi için bir komite oluşturulmasına ilişkin dört ana başlığı içeren bu çerçeveye dair değerlendirmelerde görüş ayrılığı yaşanıyor. Şarku’l Avsat’a konuşan bazı uzmanlar, söz konusu taleplerin ikinci aşamaya geçişi zorlaştıran krizleri ortaya koyduğunu ve hareketin üzerindeki baskıyı azaltmaya yönelik manevralar olduğunu savunurken, diğerleri ise İsrail kaynaklı engellere rağmen Hamas’ın anlaşmayı uygulama konusunda ciddiyetini yansıttığı görüşünü dile getiriyor.

ABD Başkanı Donald Trump tarafından önerilen ve geçtiğimiz ekim ayında Gazze’de ateşkes sağlanmasına temel oluşturan barış planı, başkanlığını Trump’ın üstleneceği bir barış konseyi kurulmasını, bu konseyin Filistinli teknokratlardan oluşan bir komiteyi denetlemesini, Hamas’ın silahsızlandırılmasını, savaş sonrası Gazze yönetiminde rol almamasını ve istikrar güçlerinin konuşlandırılmasını öngörüyor.

Hamas’ın Gazze’deki lideri Halil el-Hayye, hareketin kuruluşunun 38. yıl dönümünde yaptığı açıklamada, silahın işgal altındaki halklar için uluslararası hukukla güvence altına alınmış bir hak olduğunu belirterek, bu hakkın korunmasını ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını güvence altına alan her türlü önerinin incelenmesine açık olduklarını ifade etti.

El-Hayye, Trump planında yer alan ve ABD Başkanı’nın liderliğinde kurulması öngörülen barış konseyinin görevinin, ateşkes anlaşmasının uygulanmasını gözetmek, finansmanı sağlamak ve Gazze Şeridi’nin yeniden imarını denetlemek olduğunu vurguladı. Filistinliler üzerinde ‘her türlü vesayet ve manda uygulamasını’ ise reddettiklerini söyledi.

Gazze Şeridi’nin yönetimi için Filistinli bağımsız isimlerden oluşan bir teknokratlar komitesinin derhal kurulması çağrısında bulunan el-Hayye, Hamas’ın tüm alanlardaki yetkileri bu komiteye devretmeye ve görevlerini kolaylaştırmaya hazır olduğunu kaydetti. Kurulması planlanan uluslararası gücün görevinin ise Gazze sınırlarında ateşkesi korumak olması gerektiğini vurguladı.

El-Hayye ayrıca, arabuluculara ve özellikle ‘temel garantör’ olarak nitelendirdiği ABD yönetimi ile Başkan Trump’a, İsrail’i anlaşmaya saygı göstermeye ve uygulamaya zorlamak için çalışmaları, anlaşmanın çöküşe sürüklenmesine izin vermemeleri çağrısında bulundu.

asdfr
Başlarında yük taşıyan kadınlar, Gazze Şeridi'nin güneyinde yerinden edilmiş Filistinlilere barınak sağlamak için temizlenmiş araziye kurulan çadırların önünden geçiyor. (AFP)

Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Türk geçen hafta yaptığı açıklamada, ateşkesin ilan edilmesinden bu yana Gazze’de sarı hattın gerisinde kalan bölgede 350’den fazla İsrail saldırısının belgelendiğini ve en az 121 Filistinlinin hayatını kaybettiğini söyledi. Öte yandan Hamas liderlerinden Raid Saad, cumartesi günü İsrail’in Gazze’de aracını hedef alan saldırısında öldürüldü.

İsrailli yetkililer, ABD yönetiminin Gazze’de savaşı sona erdirmeyi amaçlayan planın ikinci aşamasını şekillendirmek üzere çalışmalar yürüttüğünü ve çok uluslu uluslararası gücün gelecek aydan itibaren bölgede göreve başlamasının planlandığını belirtti. İsrail Yayın Kurumu’na göre, ABD’li yetkililer bu bilgileri son günlerde yapılan görüşmelerde İsrailli muhataplarına iletti.

İsrail Kanal 14 televizyonu, kasım ayının sonlarında yaptığı bir haberde, ABD’nin uluslararası istikrar gücünün Gazze’de konuşlandırılması için tarih olarak ocak ayının ortasını belirlediğini, nisan ayı sonunu ise bölgedeki silahsızlanma sürecinin tamamlanması için nihai takvim olarak öngördüğünü aktarmıştı. Kanal, bu hedeflerin gerçeklikten kopuk bir beklenti olduğunu ve sürecin yeniden ertelenebileceğini kaydetmişti.

El-Ehram Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde İsrail meseleleri uzmanı olan Mısırlı analist Dr. Said Ukkaşe, Hamas’ın ortaya koyduğu çerçevenin ikinci aşamada ilerleme ihtimalinin zayıf olduğunu gösterdiğini ve bunun daha fazla İsrail saldırısını tetikleyebileceğini savundu. Ukkaşe, bu tutumun, tehlikeli koşullar altında ilerleyen ikinci aşama yükümlülükleri öncesinde Hamas üzerindeki baskıyı azaltmaya yönelik ‘manevralar’ olduğunu ifade etti.

Hamas dosyasına odaklanan Filistinli siyaset analisti İbrahim el-Medhun ise İsrail’in anlaşmayı sabote etmeye yönelik tekrarlanan engellerine rağmen ikinci aşamaya geçilmesi ve uygulanmasının kaçınılmaz olduğunu dile getirdi. Silah meselesine ilişkin olarak Hamas’ın, Filistin iç kamuoyunda derinlemesine bir diyalog yürüttüğünü, Kahire’deki arabulucularla da şeffaf ve açık görüşmeler yaptığını belirten el-Medhun, tüm taraflarca kabul edilebilecek bir vizyonun şekillenebileceğini ve hareketin barış güçlerinin varlığına açık olduğunu söyledi.

Hamas’ın ortaya koyduğu bu çerçeveye arabulucuların henüz yorum yapmadığı bir ortamda, Mısır Dışişleri Bakanlığı dün yaptığı açıklamada, Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati’nin, İngiliz mevkidaşı Yvette Cooper ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde Gazze’de geçici bir uluslararası istikrar gücünün konuşlandırılmasının önemini vurguladığını bildirdi. Abdulati, ateşkesin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve Trump planının ikinci aşamasına ilişkin yükümlülüklerin uygulanmasının önemine dikkat çekti.

Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) düzenlenen Sir Bani Yas Forumu’na katılımı sırasında konuşan Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati, Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına geçilmesinin gerekliliğini ve uluslararası istikrar gücünün oluşturulmasının önemini yineledi.

Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, cuma günü gazetecilere Gazze anlaşmasındaki gelişmelere ilişkin yaptığı açıklamada, “Barış anlaşmasının ikinci aşamasına yönelik olarak şu anda perde arkasında çok sayıda sessiz planlama yürütülüyor… Kalıcı ve sürdürülebilir bir barış sağlamak istiyoruz” ifadelerini kullandı.

ABD’nin Wall Street Journal gazetesi, cumartesi günü yetkililere dayandırdığı haberinde, Trump yönetiminin Gazze Şeridi’nde istikrarı sağlamak amacıyla bir ABD’li generalin komutasında 10 bin askerden oluşan çok uluslu bir güç oluşturmayı hedeflediğini aktardı. Haberde, bazı ülkelerin, gücün görev kapsamının Hamas’ın silahsızlandırılmasını da içerebileceğine yönelik çekinceleri nedeniyle henüz asker göndermediği belirtildi.

Gazete ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, Gazze’de konuşlandırılması planlanan bu güç için yaklaşık 70 ülkeden askerî veya mali katkı talebinde bulunduğunu, ancak yalnızca 19 ülkenin asker göndermeye ya da ekipman ve lojistik destek gibi farklı şekillerde katkı sunmaya istekli olduğunu yazdı.

Ukkaşe, Trump’ın 29 Aralık’ta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yapacağı görüşmede ikinci aşamanın başlatılması için baskı kuracağını öngörerek, İsrail’in bu aşamaya girmeyi kabul edeceğini ancak çekilmelerin uygulanmasına ilişkin müzakerelerin süresiz biçimde uzayabileceğini söyledi.

El-Medhun ise Kahire’nin İsrail kaynaklı engellerin farkında olduğunu ve anlaşmanın başarısızlığa uğramasına yol açabilecek muhtemel İsrail gerekçelerini ortadan kaldırmak için ikinci aşamaya geçişin hızlandırılmasını talep edeceğini ifade etti.