İsrail’in Filistin algısını değiştirme stratejisi

Sivillerin yerinden edilmesi doktrininin temellerinin İsrail’de Gazze savaşından önce atıldığı ortaya çıktı

Gazze Şeridi’nde bulunan Şifa Hastanesi’nde tedavi gören bir prematüre bebek (Reuters)
Gazze Şeridi’nde bulunan Şifa Hastanesi’nde tedavi gören bir prematüre bebek (Reuters)
TT

İsrail’in Filistin algısını değiştirme stratejisi

Gazze Şeridi’nde bulunan Şifa Hastanesi’nde tedavi gören bir prematüre bebek (Reuters)
Gazze Şeridi’nde bulunan Şifa Hastanesi’nde tedavi gören bir prematüre bebek (Reuters)

İsrailli yetkililer, Gazze'deki işgalin başlamasından bu yana ‘Filistin algısının değişmesi’ ifadesini, savaşın hedeflerinden ve aynı zamanda Filistinli sivillerin korkunç bir bedel ödediği askeri operasyonların gerekçelerinden biri olarak sık sık kullanıyorlar.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant’ın bir gün içinde yaklaşık bin sivilin öldürüldüğü Cibaliye Mülteci Kampı’ndaki el-Fahura ve Tel ez-Zater okullarının hedef alındığı kanlı saldırıdan saatler sonra bu sözleri tekrarlaması tesadüf değil.

Bu saldırılar, (İsrail’in açıklamasına göre 5'i ölü, 9'u yaralı olmak üzere) çok sayıda İsrail askerinin ölümünden kaynaklanan şiddetli acının kanıtı olabilir. Saldırıların, Filistinlilerin kayıplarını azaltan uzak bölgelere yönelik baskınlarla yıkımın boyutunun azalmasından yaklaşık bir hafta sonra gerçekleşmesi, düşmanı şaşırtmayı amaçlayan askeri bir taktik gibi görünüyor.

Ancak bu savaşın ve bu büyük yıkımın bedeli başka bir sebebi olan ideolojik temellere dayanıyor. İsrailli Bakan Gallant, bu temelleri ‘Filistin algısını değiştirmek’ olarak tanımladı. Bu ifade ilk kez, İsrail İstihbarat Bakanlığı'nın hazırladığı ve geçtiğimiz ekim ayı sonlarında açıklanan, Gazze Şeridi'nde yaşayanların Mısır'a sürülmelerini tavsiye eden bir belgede yer aldı. Belgede, Gazze'nin geleceğine yönelik herhangi bir çözüme, Filistinlilerin algısındaki İsrail karşıtı kavramların ve inançların değiştirilmesini içeren bir kampanyanın eşlik etmesi gerektiğini vurgulayan bir paragraf yer alıyordu. Söz konusu kampanya ile Filistinlilerin algısının Hamas'ın İsrail'e saldırısının başarısızlıkla sonuçlandığı, yıkıma, kayıplara ve yerinden edilmelere yol açtığı, Hamas'ın DEAŞ ile aynı olduğu ve Nazi uygulamaları benimsediği şeklinde değiştirilmesi amaçlanıyor.

İsrail ordusu artık bir savunma ordusu değil, saldırı ordusu

Aynı ifade 2018 yılında İsrail Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan araştırmada, eski Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot’un çok cepheli bir savaştan bahsettiği sözlerinde geçiyor. Burada Eizenkot, Gazze'deki savaşı yöneten İsrail Savaş Konseyi’nin beş üyesinden biri olduğu belirtilmeli.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, 28 Ekim'de Başbakan Binyamin Netanyahu ile düzenlediği basın toplantısında (Reuters)
İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, 28 Ekim'de Başbakan Binyamin Netanyahu ile düzenlediği basın toplantısında (Reuters)

O sıra İsrail’de Başbakan Binyamin Netanyahu, savunma bakanı ise Avigdor Lieberman'dı. Hamas ve Hizbullah'la aynı anda mücadele etme planı yapıldı. Toplantı sırasında hem Hamas’ın hem de Hizbullah’ın üslerinin nüfusun yoğun olduğu kentlerde olması nedeniyle siviller meselesi gündeme geldi. İsrail ordusunun savunma savaşı kapsamında mahalleleri bombalamak zorunda kalması nedeniyle, sivillerin savaşın çıkması durumunda büyük zarar görecekleri konusunda uyarılması kararlaştırıldı.

Dönemin önde gelen güvenlik uzmanlarından biri olan Dr. Yair İnspiker, sağ çizgideki Meda internet sitesi için kaleme aldığı bir makalede, sivilleri ‘başka bir açıdan vurmanın’ önemini vurguladı. Düşmanın, İsrail'in saldırı değil savunma doktrinini takip ettiğini anladığını ve doktrininin değişmesi gerektiğini söyledi. Makalesinde düşmanın, İsrail’in saldırı değil, savunma doktrinini takip ettiğinin farkında olduğunu ve bu doktrininin değişmesi gerektiğini belirten Dr. İnspiker, İsrail ordusunun ‘bir savunma ordusu’ olduğu düşüncesinin yanlış olduğunu, artık bir ‘saldırı ordusu’ haline geldiğini ve operasyonlarının yıkıcı olacağının anlaşılması gerektiğini vurguladı. Dr. İnspiker, İsrail ordusunun savaş başlatmasını ve saldırıya uğramayı beklememesini, adını resmi olarak değiştirmesini ve kendisine ‘savunma ordusu’ demeyi bırakmasını önerdi.

12 Kasım'da ABD’nin San Francisco eyaletindeki Kaliforniya şehrin düzenlenen Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi sırasında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun protesto edildiği gösterilerde kullanılan bir pankart (Reuters)
12 Kasım'da ABD’nin San Francisco eyaletindeki Kaliforniya şehrin düzenlenen Asya Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi sırasında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun protesto edildiği gösterilerde kullanılan bir pankart (Reuters)

Ancak bu önerileri kabul etmeyen Netanyahu, konuyla ilgili Lieberman'la fikir ayrılığı yaşadı. Lieberman'a göre Netanyahu, bağımsız bir Filistin devleti kurulmasına yönelik müzakerelerin engellenmesinin en büyük garantörü olan Filistinliler arasındaki bölünmeyi artırmak amacıyla Hamas’ı güçlendirmeyi seçti. 2005 yılında Gazze’den söz ederken Filistin algısının değişmesinden bahseden Netanyahu, yine o dönemde katıldığı Kudüs Konferansı’nda yaptığı konuşmada Oslo Anlaşması’nda İsrail ve Gazze'den ayrılma planıyla ilgili resmedilen fikri, ‘kaçmanın mübah olduğu’ yönünde bir fikir olarak nitelendirdi.

Filistinliler İsrail hakkında bu yeni algıyla düşünmeye başlayana kadar onlara aşırı güç kullanarak saldırmaları gerektiğini söyleyen Netanyahu, “Araplar arasında farkındalığın, kültürün ve kavramların değiştirilmesi meselesi, Almanlar ve Japonlar arasındaki kavramların değiştirilmesinden daha zor” ifadelerini kullandı.

ABD’nin Japonya'nın Hiroşima kentine attığı ilk atom bombasının patlamasının ardından oluşan nükleer duman bulutu (Reuters)
ABD’nin Japonya'nın Hiroşima kentine attığı ilk atom bombasının patlamasının ardından oluşan nükleer duman bulutu (Reuters)

Dolayısıyla Netanyahu'nun Gazze savaşının başlarında Almanlar ve Japonlarla ilgili sözlerini yinelemesi tesadüf değildi. 2005 yılında Güney Tugay Komutanı ve Gazze Şeridi Sorumlusu olan Gallant, önceki akşam Netanyahu ve Benny Gantz'la birlikte katıldığı basın toplantısında Almanlar ve Japonlar hakkındaki sözleri bir kez daha tekrarladı. Ancak söz konusu açıklamalardaki sorun, ABD ve Batı ülkelerinin Almanya ve Japonya'daki algıyı değiştirmek için kullandıkları yöntemden kaynaklanıyor.

Tarihçilere göre Nazizmin kendilerine felaketler getirdiği ve Batı'nın Nazizm'i ezmekte kararlı olduklarını Almanların hafızasına kazıyan olayın 1945 yılının şubat ayında Almanya’nın Dresden şehrinin yıkılması ve 35 bin kişinin öldürülmesiydi. Japonya'daki algı ise ABD Hava Kuvvetleri'nin tarihteki ilk nükleer bombayı Hiroşima'ya atıp şehri tamamen yok etmesi ve 66 bin Hiroşimalıyı öldürmesinin yanı sıra 40 bin kişinin öldürüldüğü Nagazaki’ye ikinci bir atom bombası daha atıp şehri tamamen yerle bir etmesinden sonra değişti.

Bu yaklaşımı, ‘çocuktan al haberi’ atasözü üzerinden ele alırsak İsrail Tarım Bakanı Avi Dichter’in Gazze’de yaşanan İkinci Filistin Nekbesi'ne (Nekbe: 1948 yılında Filistinlilerin topraklarından sürülmesi, büyük felaket) ve Miras Bakanı Amihai Eliyahu’nun Gazze Şeridi'ne nükleer bomba atılmasına ilişkin açıklamalarına ve Yahudi yerleşimciler tarafından 26 Ekim’de Deyr İstiya köyünde dağıtılan ve üzerlerinde ‘Köylerinizi, kasabalarınızı bırakıp Ürdün’e gitmelisiniz. Eğer burayı terk etmezseniz, saldırıya uğrayacak ve zorla yerinizden edileceksiniz’ yazan broşürlerle ilişkilendirebiliriz. Sahada buna eşlik eden uygulamalardan sivilleri yok etme ve ezme planlarının İsrail'de çeşitli düzeylerde yeni bir trend haline geldiği sonucuna doğal olarak varabiliriz. Öyle görünüyor ki İsrailliler, kendilerine yönelik ‘saldıranları’ cezalandırmak için yeni bir Nekbe’yi daha hayata geçirmeyi ve kendilerini eleştiren Batı ülkelerinin liderlerine bu yöntemleri onlardan öğrendiklerini hatırlatmayı amaçlıyorlar.

Çarşamba günü Gazze'nin kuzeyinden yerinden edilenler, Selahaddin Caddesi üzerinden güneye yürürken (AP)
Çarşamba günü Gazze'nin kuzeyinden yerinden edilenler, Selahaddin Caddesi üzerinden güneye yürürken (AP)

İsrail eski Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı emekli General Giora Eiland, Hamas'ın suçlarından dolayı Filistinli sivilleri cezalandırmaktan utananlar ya da uluslararası toplumun İsrail'e karşı tepkilerinden korkanlara garantiler verdi. İsrail gazetesi Yedioth Ahronoth’da dün yayımlanan makalesinde hükümeti Gazze'ye yakıt girmesine izin verdiği için eleştiren Eiland, “Uluslararası toplum bizi Gazze'de bir insani felaket ve ciddi salgın hastalıklar konusunda uyarıyor. Tüm zorluklara rağmen bundan korkmamız yasak. Gazze Şeridi'nin güneyindeki ağır salgınlar zaferi bize yaklaştıracak ve İsrail ordusu askerleri arasında bu hastalıklara yakalananların sayısını azaltacaktır. Hayır, bu başlı başına bir vahşet değil, çünkü karşı tarafın acı çekmesini amaç olarak değil, araç olarak destekliyoruz” ifadelerini kullandı.

Önceki gün İsrail'in Cibaliye Mülteci Kampı’na düzenlediği hava saldırısında ölenlerin Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Endonezya Hastanesi’nin önüne dizilen cesetlerini inceleyen Filistinliler (AP)
Önceki gün İsrail'in Cibaliye Mülteci Kampı’na düzenlediği hava saldırısında ölenlerin Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Endonezya Hastanesi’nin önüne dizilen cesetlerini inceleyen Filistinliler (AP)

Gazze sakinleri Hamas'tır!

Eiland, makalesini şöyle sürdürdü:

“ABD’nin anlatımına göre Gazze'de iki grup insan var. Bunlardan birincisi acımasız teröristler ve dolayısıyla ölümün çocukları olan Hamas üyeleri. İkinci grup ise Gazze sakinlerinin çoğunluğu olan ve yapmadıkları bir hatanın bedeli olarak acı çeken masum siviller. Ancak bir diğer ve daha doğru olan anlatı, ‘İsrail’in bir terör örgütüne karşı değil, Gazze devletine karşı savaştığı’ anlatısıdır. Gazze devleti Hamas tarafından yönetiliyor. Bu örgüt, devletinin tüm yeteneklerini, nüfusunun çoğunun desteğini ve toplumun önde gelenlerinin Yahya Sinvar'ın liderliğine tam sadakat göstermelerini, onun ideolojisine tam destek vermelerini sağlamayı başardı. Gazze bu anlamda benzer bir icraatın vuku bulduğu Nazi Almanya'sına çok benziyor. Bu da durumu doğru bir şekilde açıklıyor. Buna göre çatışmanın da buna uygun bir şekilde yönetilmesi doğru olacaktır. Bize Sinvar'ın son derece kötü biri olduğu ve Gazze'deki sivillerin tamamı ölse umurunda olmadığı söylendi. Böyle bir tanımlama tam olarak doğru değil. Peki (zavallı) Gazzeli kadınlar kimler? Hepsi Hamas’ın katil üyelerinin anneleri, kız kardeşleri ve eşleri.”

Bu şekilde düşünen sadece Eiland değil. Tel Aviv Üniversitesi Orta Doğu Tarihi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eyal Zisser, ABD ve Avrupa'daki yüzbinlerce kişinin Gazze’deki çocukların, kadınların ve diğer sivillerin yanında olduklarını duyurmak için sokaklara dökülmesi karşısında son derece öfkeli. Prof. Zisser, eylemcileri, aşırı solcularla bağlantılı ve Avrupa'daki şehirlerin sokaklarında kıtanın 1920 yılında İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarından bu yana tanık olmadığı anti-Semitik yürüyüşler yapan Arap ve İslam dünyasından gelen asi bir göçmen çetesi olarak görüyor. İsrail gazetesi Israel Hayom’da dün yayımlanan makalesinde Prof. Zisser, kendi ülkelerinde gösteri yapan Arapları ‘cahil ve kana susamış provokatörler’ olarak tanımladı.



Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
TT

Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)

Kürt liderler, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik politikasını ve "Suriye Demokratik Güçleri"ne (SDG) karşı tekrarlanan askeri müdahale tehditlerini eleştirerek, Suriye Kürtlerinin ülkeyi bölmeyi amaçlamadığını vurguladı.

Bu durum, Suriye'deki Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) bir kolu olarak kabul edilen Kürt Halk Koruma Birimleri (YPG) liderliğindeki SDG ile Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri arasında son haftalarda yaşanan çatışmalarla gerilimin yeniden arttığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Ayrıca, SDG'nin 10 Mart'ta Şam ile imzaladığı, Suriye ordusu ve devlet kurumlarına entegrasyonuyla ilgili anlaşmayı uygulamaya koyacağına dair hiçbir işaret de bulunmuyor.

PKK’nın önde gelen liderlerinden ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Karasu, "Türk devletinin Suriye'ye yaklaşımı yanlıştır. Türkiye Gazze'deki savaşa ve İsrail'in Lübnan ve Suriye'ye yönelik saldırılarına karşı çıkıyor, yani savaşa karşı ve barış istiyor, ancak aynı zamanda SDG entegrasyon anlaşmasını uygulamadığı takdirde Suriye'ye müdahale edeceğini söylüyor... Bu mantık nasıl makul olabilir?" dedi.

Suçlamalar ve uyarılar

Karasu, bugün Türk gazetelerinde de yer alan Kürt medya kuruluşlarına yaptığı açıklamalarda, Türkiye'nin tüm bölgelerde barış istediğini ancak Kürtlere karşı savaş istediğini belirterek, "Kürtler ve Şam hükümeti sorunlarını kendi aralarında görüşüp çözebilirler, çünkü bu iç meseledir ve Kürtler 'Suriye'yi bölelim' demiyor, böyle bir yaklaşım söz konusu değil" diye vurguladı.

PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)

Türkiye'nin Suriye'ye yönelik, baskı ve tehdit yoluyla adımlarını dayatmaya dayalı politikasını değiştirmesi gerektiğini vurgulayan Karasu, şunları ekledi: “Mesele birden fazla gücün elinde. Evet, farklı güçler söz konusu. Sadece Türkiye ile sınırlı değil; diğer güçler de Suriye'de karışıklık çıkarıyor. Yapılabilecek en iyi şey Suriye'de istikrarı sağlamaktır, ancak istikrar, Şam ile Kuzey ve Doğu Suriye yönetimleri arasında çatışma ve anlaşmazlık çıkararak sağlanamaz.”

Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda anlaşmaya varan Türkiye ve diğer tarafların sabrının tükendiğini belirterek, anlaşmanın uygulanması yönünde herhangi adım atıldığına dair bir işaret olmadığını vurguladı.

El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)

Geçtiğimiz pazartesi günü Şam'da Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şeybani ve Türk mevkidaşı Hakan Fidan'ın düzenlediği ortak basın toplantısında Ankara ve Şam, SDG'yi lideri Mazlum Abdi ile Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara arasında imzalanan anlaşmanın uygulanmasını geciktirmekle suçladı ve Suriye'nin birliğini ve istikrarını baltalamaya yönelik her türlü girişimi reddettiklerini yineledi.

Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve İstihbarat Başkanı İbrahim Kalın'ın da aralarında bulunduğu bir Türk heyeti Şam'da El-Şara ile görüşmeler yaparken, SDG ateşkes anlaşmasını ihlal ederek Halep'in kuzeyindeki El-Şeyhan ve El-Layramun kavşaklarına yakın noktalara saldırdı. Bu saldırı, Şam ve Ankara'ya yönelik mesaj olarak değerlendirildi.

Halep'te Gerilim artıyor

Dün gece Halep'in kuzeyinde SDG ile Suriye hükümet güçlerine bağlı gruplar arasında çatışmalar yeniden başladı.

 Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)

SDG'ye bağlı İç Güvenlik Kuvvetleri (Asayiş), hükümete bağlı grupların Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerine ağır makineli tüfek ve topçu ateşiyle şiddetli bir saldırı düzenlediğini, Şeyh Maksud kavşağı yakınlarındaki kontrol noktalarından birine iki RPG mermisi isabet ettirdiklerini ve bu saldırıya karşılık verdiklerini açıkladı.

Bu gerilim, SDG ile Şam arasında 10 Mart anlaşmasının uygulanmasına ilişkin müzakereler için bir tehdit oluşturuyor.

Suriye Dışişleri Bakanlığı'ndan bir kaynak, dün resmi haber ajansı SANA'ya verdiği demeçte, SDG liderliğinin entegrasyon ve Suriye'nin birliğiyle ilgili yaptığı açıklamaların pratik adımlara veya net zaman çizelgelerine dönüşmediğini, bu durumun anlaşmaya olan bağlılıklarının ciddiyeti konusunda soru işaretleri yarattığını söyledi.

10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)

Kaynak, Suriye ordusu çerçevesi dışında, bağımsız liderliğe ve yabancı bağlantılara sahip silahlı grupların varlığının devam etmesinin ulusal egemenliği zayıflattığını ve istikrarı engellediğini vurguladı. Aynı durum, sınır geçişlerinin tek taraflı kontrolü ve bunların pazarlık kozu olarak kullanılması için de geçerlidir.

Geçtiğimiz hafta, Türkiye Savunma Bakanı Yaşar Güler, Türkiye'nin her türlü olasılığa hazır olduğunu belirterek, SDG’den anlaşmanın uygulanması için net bir yol haritası açıklamasını istemişti.

Türk müdahaleleri

Suriye'deki Kürt Demokratik Birlik Partisi başkanlık kurulu üyesi Salih Müslim, Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerini kuşatan hükümete bağlı grupların emirleri Şam'dan değil, doğrudan Türkiye'den aldığını belirtti.

Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)

Müslim, Türkiye'nin bu gerilimle Suriye arenasını alevlendirmeyi ve SDG entegrasyon anlaşmasını engellemeyi amaçladığını, Türk politikasının ise "Suriye'deki Kürt ve demokratik iradeyi" kırmayı hedeflediğini iddia etti.

Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinin Genel Konseyi ile Suriye hükümeti arasında 1 Nisan'da imzalanan anlaşmanın, Halep şehrinde birlikte yaşamı pekiştirmeyi ve sivil barışı teşvik etmeyi amaçladığını, iki mahallenin özel statüsünü teyit ettiğini ve Suriye hükümetindeki İçişleri Bakanlığına bağlı İç Güvenlik Güçlerinin (Asayiş) iki mahallenin korunmasından sorumlu olacağını belirtti; ancak "asi" silahlı kişilerin bu anlaşmayı tehlikeye attığını vurguladı.


Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
TT

Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).

Suriye devlet televizyonu bugün, Halep'te kimliği belirsiz kişiler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda Savunma Bakanlığı mensubunun öldürüldüğünü bildirdi.

Bu olay, Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) Halep'in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri yakınlarındaki bir İçişleri Bakanlığı kontrol noktasına düzenlediği saldırıda Suriye İç Güvenlik Güçleri mensubunun yaralanmasından bir gün sonra gerçekleşti.

Halep vilayetindeki iç güvenlikten sorumlu Albay Muhammed Abdülgani, SDG tarafından anlaşmaların yeni bir ihlalinin gerçekleştiğini duyurdu. Şarku’l Avsat’ın Suriye TV internet sitesinden aktardığına göre saldırının Şeyh Maksud ve Eşrefiye bölgelerinde sivil hareketini düzenleme görevini yerine getiren kontrol noktası personelinin bulunduğu sırada meydana geldiğini ve personelden birinin yaralandığını vurguladı.

Abdulgani, ateşin kaynaklarının onaylanmış askeri kurallara göre etkisiz hale getirildiğini, yaralıya ilk yardım yapıldığını ve tedavi için hastaneye sevk edildiğini belirtti.

İç güvenlik başkanı, iki mahalledeki SDG güçlerine uyarıda bulunarak, ateşkesi ihlal etmeye ve güvenlik kontrol noktalarına saldırılarını sürdürmeleri durumunda "gerekli önlemlerle karşılanacaklarını" vurguladı ve bu ihlallerden kaynaklanacak herhangi bir gerilim veya sonuçtan tamamen sorumlu olduklarını belirtti.

Abdulgani, Suriye devletinin, ildeki güvenliği sağlama sorumlulukları çerçevesinde, sükuneti koruma ve sivilleri koruma çabalarına devam ettiğini teyit etti.


ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.