Çin önemli bir arabulucu güç haline gelebilir mi?

Pekin, Filistin bataklığına çekilme konusunda temkinli olacak

Fotoğraf: AFP
Fotoğraf: AFP
TT

Çin önemli bir arabulucu güç haline gelebilir mi?

Fotoğraf: AFP
Fotoğraf: AFP

Christopher Phillips

Gazze’deki savaş devam ederken Çin, dikkat çekici bir şekilde sessizliğini koruyor. Bu durum, Çin’in son birkaç yıldır sergilediği tutumla bir tezat oluşturuyor. Nitekim Ortadoğulu güçler, Pekin’in, bölgede ticaret, yatırım ve diplomatik faaliyet hacmini artıran bariz bir rol oynamasına alışmıştı. Sonuç olarak bazı gözlemciler, Çin’in mevcut krizde daha büyük bir rol oynayıp oynayamayacağını merak ediyor.

20 Kasım’da aralarında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan Âl-i Suud’un da olduğu Arap ve Müslüman liderlerden oluşan bir heyet, çatışmanın bitirilmesine yönelik daha fazla destek için baskı yapmak üzere Pekin’e gitti. Şi Cinping, İsrail’e kendine hâkim olma çağrısı yaptı, Filistinlilerin acılarına kayıtsız olmadığını ifade etti ve durumun kötüleşmesinden ABD’yi sorumlu tuttu. Bununla birlikte Çin, bazılarının görmeyi umduğu türde bir Çin arabuluculuğu sergilemedi. Halbuki mart ayında Suudi Arabistan Krallığı ile İran arasında arabuluculuk yapmış ve bir açılıma vesile olmuştu. Bu atılımın ardından da eylül ayında Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile iki ülkenin daha genişletilmiş BRICS grubuna dahil edilmesinde öncü bir rol oynamıştı. O zamandan bu yana Pekin’in bölgesel arabuluculukta daha belirgin bir rol oynayacağına dair beklentiler arttı.

Gelgelelim ABD başta olmak üzere diğer büyük güçlerin de bildiği gibi arabuluculuk, karmaşık ve belki de tehlikelerle dolu bir diplomatik faaliyettir. Şurası muhakkak ki Çin, zaman zaman kendini aşmaya hevesleniyor. Kendisine dünya çapında ‘dürüst bir arabulucu’ olarak bakılmasının ne kadar değerli olduğunun da farkında. Ancak aynı zamanda gücünün sınırlı olması ve içgüdüsel olarak ihtiyatı elden bırakmaması, Çin’in küresel arabulucu rolü oynama imkânını kısıtlıyor. Gazze meselesinde de çok fazla risk ve çok az olumlu getiri olabilir.

İran-Suudi Arabistan yakınlaşması

Çin’in Ortadoğu’ya olan ilgisi senelerdir artış gösteriyor. Onun gözünde bölgeyi özel bir öneme sahip kılan şey, enerji susuzluğu olabilir. Nitekim Çin, İran ve Suudi Arabistan petrolünün en büyük ve BAE petrolünün de ikinci büyük müşterisi haline geldi. Ekonomik ilişki, karşılıklıydı. Çinli şirketler, sadece Körfez’e değil, Ortadoğu’ya da geniş çaplı yatırımlar yaptı. İsrail, Mısır ve Ürdün de Pekin’le olan ticaretini artırdı. Kahire dışında yer alan Yeni İdari Başkent’teki ikonik kule ve Tel Aviv Metrosu’nun Kırmızı Hattı gibi büyük altyapı projelerinin arkasında da Çinli şirketler vardı. İsrail, Ürdün ve Filistin hariç bölgedeki her bir hükümet, Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ne katıldı. Bu büyük ekonomik varlığa karşın bölgeye yönelik artan askerî bir müdahale olmadı.

Çin’in ekonomik varlığı, güçlü bir askerî varlığı getirmedi. ABD’nin aksine Çin’in bölgede yalnızca bir askerî üssü var, o da Cibuti’de

Çin’den ekonomik varlığına karşılık güçlü bir askerî varlık göremiyoruz. ABD’nin aksine Çin’in bölgede yalnızca bir askerî üssü var, o da Cibuti’de. Bu üs de Çin’e, Ortadoğu’dan ziyade Afrika’daki yatırımları ve Hint Okyanusu’ndaki korsanlığın önlenmesi için hizmet ediyor. Bununla beraber ekonomik ortaklığının boyutu, ona nüfuz kazandırdı. Çin’in İran ile Suudi Arabistan Krallığı arasındaki yakınlaşmaya aracılık etme başarısından sonra, 2023 yılına tarihî bir yıl olarak bakılabilir.

Tahran ile Riyad’ın Suriye’den Yemen’e pek çok bölgesel çatışmada birbirine rakip tarafları desteklediği onlarca yıl boyunca yaşanan gerginlik, 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin kopmasıyla sona ermişti. Ancak hem İran’la hem Suudi Arabistan’la güçlü ilişkilere sahip bir devlet olarak Çin’in arabuluculuğu, bu iki bölgesel düşmanı Mart 2023’te ilişkileri yeniden başlatma taahhüdünde bulunmaya sevk etti. O zaman beri de ilişkilerdeki bu açılım genişlemeye başladı. İran, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın ileride Tahran’ı ziyaret etme davetini kabul ettiğini bildirdi. Yine kısmen Çin’in çabalarıyla bu iki ülke, BRICS grubuna katılma daveti de aldı.

Çin’in arabuluculuk rolünün artması

Çin’in 2023 yılında Ortadoğu’da oynadığı önemli arabuluculuk rolü, münferit bir hadise değildi. Bu arabuluculuk, ülkenin yıllardır bulunduğu ve bölgede artan ekonomik etkinliği sayesinde kolaylaşan bir dizi müdahalenin taçlandırılması mahiyetindeydi. Bu ilişkilerin tarihi 2004 yılına dayanıyor. O dönemde Çin, Güney Sudan petrolünün ana müşterisi olma konumundan faydalanarak Sudan’ı, BM barış güçlerinin Darfur’da konuşlandırılmasını kabul etmesi yönünde etkiledi. Son dönemlerde Suriye’yle normalleşme konusunda Arap ülkeleri üzerinde de üstü kapalı bir etki gösterdi, ki bu hamle, bu yılın başlarında Suriye’nin yeniden Arap Birliği’ne dahil olmasında rol sahibi oldu.

Çin’in arabuluculuk hevesleri, Ortadoğu’yla sınırlı değildi. Suudi Arabistan ile İran’ın bir araya gelmesinden bir ay önce Pekin, Ukrayna’daki savaşın sona ermesi için de 12 maddelik bir plan ortaya koydu. Ancak Pekin, bölgesel egemenlik ilkesini savunurken, Rusya’ya 2014 yılından bu yana ele geçirdiği topraklardan geri çekilme çağrısında bulunmadı. Ki bu, Kiev’in herhangi bir barış görüşmesinin başlangıç noktası olacak temel talebiydi. Özellikle Washington’daki eleştirmenlere göre bu barış teklifi, ciddi bir arabuluculuk çabasından ziyade, Çin’in çatışmada Rusya’nın tarafını tuttuğu yönündeki iddialardan sıyrılmak için ortaya koyduğu bir girişimdi. Yine de Pekin’in o zamandan bu yana defalarca sunduğu bu teklif, Çin’in kendisini küresel bir arabulucu güç olarak konumlandırdığının bir başka göstergesidir.

fgrtnjtr
ABD Başkanı Joe Biden ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 15 Kasım’da Kaliforniya’nın Woodside ilçesinde düzenlenen APEC zirvesi münasebetiyle bir araya geldi (Reuters)

Washington, kötümser tutumunda haksız olmayabilir. Zira Çin’in tamamen diğerkâm sebeplerle arabuluculuk yapması pek muhtemel değil. Ukrayna’da bir barış planı ortaya koyması, Rusya’nın güçlü bir müttefiki olarak Pekin’in imajını zedeler belki ama, Ortadoğu’nun en büyük iki petrol ihracatçısı arasında bir anlaşma için arabuluculuk yapmak, ekonomik bakımdan Pekin için mantıklı bir şey. Çünkü bu, bölgesel çatışma yüzünden tedarikin zarar görmesi ihtimalini azaltacaktır. Benzer şekilde Sudan’ı Darfur’da barış güçlerinin varlığını kabul etmeye ikna etmek, güneyden gelen petrol akışını etkileyebilecek daha sert yaptırımların dayatılması ihtimalini azaltabilir. Suriye’yle tekrar normalleşme de Çin’in Ortadoğu’daki ekonomik çıkarlarını etkileyebilecek bölgesel gerilimleri azaltır.

Belki de Washington kötümser tutumunda haklıdır. Zira Çin’in tamamen diğerkâmlıkla arabuluculuk yapması pek muhtemel değil

Arabuluculuğun ekonomik mantığının ötesinde Çin, jeostratejik bir avantaja da sahip. Şöyle ki son yıllarda ABD’yle gerilimler arttıkça Pekin, kendisini Batılı olmayan ve büyüyen bir dünyanın kahramanı olarak sunmaya gayret gösterdi. Bunu yaparken ABD’yi de kendi çıkarlarının peşinde yeni bir sömürgeci güç olarak tasvir ediyordu. Öne çıkan uluslararası çekişmelerdeki arabuluculuk Çin’e kendisini, taraf tutan ve müttefiklerini destekleyen ABD’nin aksine gerçek bir ‘dürüst arabulucu’ olarak gösterme imkânı veriyor. Görünüşe bakılırsa bu, Çin’in küresel sahnede kendisini ABD’ye nazaran müdahaleci olmayan ve daha adil bir alternatif olarak sunma odaklı, daha kapsamlı bir stratejinin bir parçası.

Arabuluculuğun zorlukları

Arabuluculuk her zaman kolay bir başarı sağlamaz. Dahası olumsuz yanları da olabilir. Çin’in Suudi Arabistan-İran yakınlaşmasını kolaylaştırmadaki başarısı, bunun bariz bir örneğidir. Çin’in gösterdiği diplomatik çabalar, nihai boşlukların kapanması ve hem Riyad’ın hem de Tahran’ın bir anlaşmaya varmaya teşvik edilmesi konusunda hiç şüphesiz önemliydi. Ama bu arabuluculuğun her iki ülkenin de müzakereye zaten meyilli olduğu bir zamanda gerçekleştiğini belirtmek gerekir. Çin’in katılımından önce Irak ve Umman, yıllardır sessiz bir şekilde iki ülke arasında arabuluculuk ediyor ve yavaş da olsa anlamlı bir ilerleme kaydediyordu. Dolayısıyla Pekin, son aşamalarda önemli bir rol oynasa da isteksiz liderleri ikna etmek gibi bir zorlukla yüzleşmedi, zira her iki taraf da zaten müzakere yoluna girmişti. İran, devam eden Amerikan yaptırımlarının yükü altındaydı. Ayrıca 2022-2023 yıllarında Mahsa Amini protestolarının ardından bir iç muhalefetle de karşı karşıyaydı. Suudi Arabistan’ı ve diğerlerini öfkelendiren tüm bölgesel müdahalelerini sonlandırma konusunda isteksiz olsa da bazı alanlarda geri adım atıp uzlaşmaya hazırdı. Öte yandan Suudi Arabistan da yerel ekonomik çeşitliliğini artırmak üzere spor eğlencesi için küresel ve bölgesel bir merkez haline gelmek gibi hedeflerle, 2000’li yıllarda Ortadoğu’da yaşanan çatışmalardan uzaklaşmak istiyordu. İran’la yakınlaşma, komşu Yemen’de istikrarın sağlanmasına da yardımcı olabilirdi. O dönemde Çin, kapıyı tam olarak açmadığı gibi, anahtarı bulmak için büyük bir çaba harcamak zorunda da kalmadı.

Aynı durumu başka yerlerdeki başarılı arabuluculuklarda da görüyoruz. Mesela en meşhur Amerikan arabuluculuğu örneklerinden birini ele alalım: 1979 yılında Mısır ile İsrail arasında yapılan arabuluculukta, iki düşman birbirine çok da uzak olmayan tutumlarla sürece başlamıştı. Mısır, İsrail’i tanıma karşılığında Sina’yı geri almak istiyordu. İsrail de bunu kabul etmeye hazırdı, ancak geri çekilme için belirlenen takvime itiraz etti. Mısır ayrıca, Filistinlilerin haklarının ve barış süreci koşullarının iyileştirilmesine yönelik adımların atılması için de baskı yaptı. Ancak nihayetinde Enver Sedat, kendi nihai hedeflerine ulaşmak için bu konuda taviz vermeye hazırdı. Sedat’ın derdi; Sina’nın iadesi, ABD’den ekonomik destek ve yerel meşruiyetin artırılması idi.

ABD’nin İsrailliler ile Filistinliler arasında başarılı bir arabuluculuk yapamaması, yıllar geçtikçe küresel itibarının zarar görmesine sebep oldu

Öte yandan desteğini aldığı sağcı yerleşim hareketinin muhalefetine rağmen İsrail Başbakanı Menahem Begin de bu güçlü Arap ülkesini Arap-İsrail çatışmasının dışına çıkarmak için Sina’yı gözden çıkarmaya hazırdı. ABD, Camp David’de anlaşmazlıkları gidermek ve uygulanabilir bir anlaşmaya varmak üzere arabuluculuk yapmak için büyük bir çaba sarf etmek zorunda kaldıysa da yine de iki tarafın başlangıçtaki tutumları birbirine çok uzak değildi.

Ama başlangıçtaki tutumlar birbirine çok uzak olduğunda arabuluculuk yapmak daha da zorlaşıyor. ABD de daha sonra, İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü ve sonra Filistin Yönetimi arasındaki müzakereleri defalarca gözetirken bu gerçekle yüzleşti. Oslo’daki ilk anlaşmalardan bu yana İsrail ile Filistin tarafları arasında halen büyük bir mesafe var.

Herhangi bir Filistin devleti, tam egemenliğe sahip olup sınırlarını kontrol edebilecek ve kendi ordusunu kurabilecek mi? Bu devlet hem Batı Şeria’yı hem de Gazze Şeridi’ni kapsayacak mı? Yerleşimlerin akıbeti ne olacak? Peki ya Doğu Kudüs? Filistinli mültecilerin dönüş hakkından ne haber?

sdegr
20 Ekim’de Refah sınır kapısında Gazze’ye gidecek insani yardım tırlarının hazırlanma aşaması

Başından beri müzakere yapan iki taraf arasındaki temel anlaşmazlık noktalarından bazıları olan bu ve diğer konular, Oslo sürecinin rayından çıkmasına, sonra da birçok müzakere girişiminin başarısız olmasına katkıda bulundu. İki taraf üzerindeki nüfuzuna ve gücüne rağmen ABD, uygulanabilir bir anlaşmaya aracılık edemediğinin farkına vardı.

Herhangi bir hükümetin kendisini arabulucu olarak sunmasının tehlikesi de burada yatıyor. ABD’nin İsrailliler ile Filistinliler arasında başarılı bir arabuluculuk yapamaması, yıllar geçtikçe onun küresel itibarını zedeledi. Aslında ABD’nin İsrail’le güçlü ilişkilerinin, bu başarısızlıkta rol oynayan etkenlerden biri olduğu düşünülüyor. Çin gibi rakip ülkeler de bunu, ABD’nin ‘dürüst bir arabulucu’ olma kabiliyetine meydan okumak için kullanıyor.

Dahası 1993’teki arabuluculuk rolü nedeniyle Washington, bugünkü Gazze savaşında da gördüğümüz üzere, şu an başarısız barış sürecinin sonuçlarına ‘katlanıyor’. İsrailliler ve Filistinliler, tüm vaatlerinden ve girişimlerinden sonra ABD’den yolun sonunda varılan trajik durumun çözümünde öncü bir rol oynamasını talep edebilir. Velhasıl, bir arabulucu olarak öne çıktıktan sonra ABD’nin otuz yıl geçse bile, itibarını ciddi anlamda kaybetmeden geri çekilmesi çok zor.  

Çin’in Gazze’deki kararsızlığı

Tüm bunlar, Çin’in neden halen Gazze’de arabuluculuk talebinde bulunmadığının cevabı olabilir. Dışarıdan bakıldığında müzakere teklifinde bulunmak, Pekin için mantıklı görünüyor. Nitekim İsrail’le güçlü ticari ilişkileri var. Filistin ekonomisindeki doğrudan katılımı daha az olsa da hem Filistin Yönetimi’nin ana destekçisi (Körfez ülkeleri) hem de Hamas’ın ana destekçisi (İran) ile yakın ilişkilere sahip. Teorik açıdan Çin, arabuluculuk için bu nüfuzu kullanabilir. ABD’nin otuz yıl boyunca başaramadığı şeyi başarırsa da bu ona büyük bir uluslararası şöhret kazandıracaktır.

Gelgelelim bu, ‘açık bir kapı’ değil ve savaşan taraflar birçok konuda halen taban tabana zıt. Üstelik Çin’le artan ticaretine rağmen İsrail, ABD safında kalmayı sürdürüyor. Pekin’in aracılık ettiği bir anlaşmaya varmak için de oradan vazgeçmeyecektir.

Çin öyle ya da böyle zorlukların üstesinden gelip de başarılı bir arabuluculuk yaptı diyelim. Ama o zaman da anlaşmanın ‘sahibi olacak’ ve ABD’nin 1993 yılından beri yaptığı gibi bu anlaşmanın yürütülmesinden sorumlu tutulacak.

Pekin, Filistin bataklığına çekilme konusunda temkinli davranacaktır. Bu, Çin’in son birkaç on yıldır benimsediği uluslararası stratejisiyle de bir çelişki arz eder. Zira Pekin, dış ortaklıklarında temkinlilik ve yüksek seçicilik hali gösterdi. O genelde sadece ekonomik veya diplomatik getiri sağlayabilecek alanlara yatırım yapıyor. Bu durum, arabuluculuğa, başarı sağlanma ihtimali yüksek ve canlı ekonomik ve stratejik faydalar sağlayacak alanlarda, sadece bir taktik olarak başvurulması gibi bir sonuç getirdi. Şurası kesin ki Pekin, arabuluculuğu yeni bir öğreti olarak benimsemedi. Bu yüzden de yalnızca Çin için açık bir fayda barındırdığında arabuluculuk yapmayı teklif eder. 

Şu an Gazze, riskten uzak duran Çin için oldukça riskli görünüyor. O yüzden Pekin, muhtemelen bu meseleden bariz bir şekilde uzak duracak.

Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



Trump'ın takasa dayalı diplomasisinin yeniliği, avantajları ve sonuçları

Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)
Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)
TT

Trump'ın takasa dayalı diplomasisinin yeniliği, avantajları ve sonuçları

Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)
Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor (Reuters)

Nebil Fehmi

Eski anlaşmalardan ve erken sözleşmelerden modern devlet yönetiminin karmaşık sanatına kadar diplomasi, güç, çıkarlar ve uzlaşılardan etkilenmiştir. Başlıca geleneklerinden biri, “gerçekçilik”tir; yani devletler öncelikle kendi güvenlikleri ve ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ederler, ahlaki veya idealist hedefler için değil.

 

Bu bağlamda, bazılarının “gerçekçilik” diplomasisi olarak adlandırdığı şey yeni bir icat değildir; tarihe derinden kök salmıştır. Odak noktası, toprak, kaynaklar, güvenlik garantileri ve ekonomik anlaşmalar gibi somut kazanımlardır.

ABD Başkanı Donald Trump'ın yaklaşımı, bu takas modelinin doğrudan, agresif ve açık bir versiyonu olarak görülüyor. Destekçileri bu tür adımları pratik ve sonuç odaklı olarak görüp överken, diğerleri bunların uzun vadeli sonuçları, bölgesel dinamikleri, ahlaki ikilemleri ve istikrarı göz ardı eden bir diplomasiye yol açabileceğinden endişe ediyor.

Ekim ayında İsrail ve Hamas arasında ateşkes anlaşması sağlandı. ABD'deki birçok kişi, bundan doğan diplomatik atılımı hemen ABD liderliğindeki diplomasinin somut bir sonucu olarak karşıladı. Şarm el-Şeyh'te düzenlenen zirveye Trump ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi eş başkanlık etti ve birçok ülkeyi bir araya getirdi. Anlaşmanın pragmatik doğasını vurgulayan hedefleri, ateşkes, rehinelerin serbest bırakılması ve acil insani yardım sağlanması gibi görünüyordu.

Kasım ayında da Trump yönetiminin Ukrayna'daki savaş için 28 maddelik bir barış planı önerdiği yönünde haberler çıktı. Taslak, Kırım, Luhansk ve Donetsk üzerindeki Rus kontrolünün tanınması, diğer bölgelerdeki çatışmaların dondurulması, Ukrayna ordusunun sayısının sınırlandırılması ve Ukrayna'nın NATO'ya katılmasının engellenmesi gibi oldukça tartışmalı maddeler içeriyordu.

Avrupalı müttefikler, planın kilit unsurlarına, özellikle de Ukrayna'nın egemenliğini zayıflatacak, onu yeniden Rus saldırganlığına karşı savunmasız bırakacak veya NATO'dan dışlayacak önerilere şiddetle karşı çıktı.

Haberler ayrıca, bazı önerilerin ABD desteği karşılığında Ukrayna'nın maden kaynaklarına, altyapı haklarına ve ihracat lisanslarına erişim gibi ekonomik koşullar içerdiğine de işaret ediyor.

Bu tür müzakereler – barış ve ekonomik koşullar karşılığında kapsamlı toprak ve askeri tavizler – birçok kişinin cüretkar koşullar, güçlü bir düşman lehine açık yanlılık göz önüne alındığında, yeni olarak değerlendirdiği takasa dayanan gerçekçi bir diplomasi örneğidir. Rusya, Avrupa, müttefiklerin ikinci plana itilmesi ve Ukrayna'ya bir anlaşmayı kabul etmesi için yapılan baskı, eleştirmenler tarafından barış yapma kılıfına bürünmüş zorlayıcı takas diplomasisi olarak görülüyor.

Analistler, “Önce ABD” bayrağı altında yürütülen bu diplomasinin uzun süredir devam eden ittifakları sarstığı ve Avrupa'nın kendisini giderek daha fazla ikinci plana itildiği hissine kapılmasına neden olduğu konusunda uyarıyor. Avrupalı liderler de ABD liderliğindeki Ukrayna müzakerelerinin yeterli Avrupa katılımı veya istişaresi olmadan ilerleyebileceğinden endişe duyduklarını dile getirdiler.

Eleştirmenler, bu yaklaşımın İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni destekleyen kolektif diplomatik normları – çok taraflılık, ortak değerler, kurumsal iş birliği ve egemenlik ile insan haklarına bağlılık üzerine kurulu normları – zayıflattığını savunuyor.

Peki takas diplomasisi tarihsel olarak belgelenmişken, bazı yorumcular Trump'ın yaklaşımını neden yeni veya istisnaiymiş gibi ele alıyor? Yeni görünen husus, kurumsal süreklilik ve ortaklıktan ziyade, belki de kısa vadeli kazanımlar ve kişisel güç tarafından yönlendirilen, daha tek taraflı, sıfır toplamlı, yukarıdan dikte edilen bir versiyon olmasıdır. Geleneksel diplomasi – hatta gerçekçi politika bile – genellikle kapalı kapılar ardında yürütülürken, arka kanal diplomasisi farklı bir hikayedir. Trump döneminde, anlaşmalar, teklifler ve hatta müzakere pozisyonları genellikle tamamen aleni ve duyurulmuştur. Bu şeffaflık, diplomasinin takasçı doğasını daha belirgin hale getiriyor ve bazen daha muğlak diplomasiye alışmış izleyiciler için şok edici olabiliyor.

Ukrayna için önemli toprak ve stratejik tavizler içeren barış planı taslağı, Ukrayna'nın maden ve altyapı haklarından yararlanmayı öngörüyor. Dolayısıyla Ukrayna planı da ABD liderliğindeki bir planın parçası olarak Gazze'yi “kontrol etme” ve yeniden geliştirme yönündeki radikal plan da kademeli diplomatik anlaşmalar değil. Bunlar büyük ölçekli ve kapsamlı olup, egemenlik, adalet ve güç dengesizlikleri hakkında temel soruları gündeme getiriyor.

Diplomasi giderek daha çok kişiye dayalı hale geldi; bu modern diplomaside bir eğilimdir, ancak Trump döneminde bu konuda aşırıya kaçıldı. Anlaşmalar genellikle kurumlara veya kurum odaklı çok taraflılığa değil, bizzat Trump'a bağlı. Bu istikrarsızlığı artırıyor; zira lider değişirse, anlaşmalar değişebilir ve onları destekleyen güven ortadan kaybolabilir. Gözlemciler, modern diplomasinin güç yapıları, teknoloji, medya ve devlet dışı aktörlerdeki değişiklikler nedeniyle bir dönüşüm geçirdiğini belirtiyor, ancak Trump modeli kişisel etkiyi vurguluyor.

İkinci Dünya Savaşı sonrası diplomasi büyük ölçüde, kolektif kurumlar, egemenliğe saygı, insan hakları, uluslararası hukuk ve ittifaklar (NATO gibi) vb. kurallara dayalı bir uluslararası düzen kurmaya çalıştı. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre eleştirmenler, Trump'ın yaklaşımının diplomasiyi kaba pazarlık, takas mantığı ve bazen asimetrik güç etrafında yeniden odakladığını ve potansiyel olarak kolektif diplomasiyi destekleyen normları ve güveni aşındırdığını savunuyor.

Bu nedenle, takas diplomasisinin ardındaki mantık yeni olmasa da biçimi, açıklığı, kapsamı ve normatif etkileri birçok kişiye göre modern diplomatik uygulamalardan önemli bir sapma gibi görünüyor. Birçok gözlemci için yeni olan da budur.

Trump döneminde görüldüğü gibi daha agresif ve tepkisel bir diplomasi benimsemek kısa vadeli kazanımlar sağlayabilir, ancak aynı zamanda ciddi uzun vadeli riskler de taşıyabilir.

Takas diplomasisi -özellikle güçlü bir lider tarafından yönetildiğinde- çıkmazlar devam etse de anlaşma için tarafları zorlayabilir. Gazze ateşkesi birçokları tarafından hızlı ve güçlü diplomasinin bir başarısı olarak gösteriliyor.

Siyasi gerçekçiliğin bazen yardımı veya desteği ekonomik anlaşmalar ve stratejik uyum gibi somut getirilerle ilişkilendirmeye sevk ettiği dikkatleri çekiyor. Güçlü devletler, stratejik veya ekonomik çıkarları için hayati önem taşıyan uzun vadeli avantajlar elde edebilirler; kaynaklar, etki ve erişim gibi.

Kaotik ve hızla değişen jeopolitik bağlamlarda (savaşlar, değişen ittifaklar ve kaynaklar için rekabet), takas diplomasisi, yavaş ilerleyen kurumsal diplomasiden daha uyarlanabilir olabilir.

Öte yandan, müttefikler kendilerini ikinci plana itilmiş veya sömürülmüş hissedebilir; bu da ittifakların zayıflamasına, parçalanmasına veya muhalefete yol açabilir. Örneğin, Avrupalı ​​liderler, Ukrayna için önerilen ABD barış planının bazı hükümlerine karşı çıktılar.

Adalet ve haklar yerine güce odaklanan anlaşmalar (toprak tavizleri, kaynakların kontrolü ve askeri kısıtlamalar) kızgınlığa yol açabilir, eşitsizlik yaratabilir ve bölgeleri istikrarsızlaştırabilir. Ukrayna planında önerilen toprak tavizleri ve askeri şartlar, egemenlik ve gelecekte güvenlik konusunda ciddi endişeler doğuruyor.

Eğer büyük güçler giderek çok taraflı kurumların ve normların üstünden atlayıp, bunun yerine ikili anlaşmalara ve kişisel diplomasiye yönelirse, küresel kurumlar -kurallara dayalı uluslararası düzen- meşruiyetini ve etkinliğini kaybedebilir. Bu durum, özellikle daha küçük ve zayıf devletler için küresel iş birliğini daha da zorlaştırabilir.

Bireylere, siyasi döngülere veya kısa vadeli çıkarlara bağlı anlaşmalar kırılgandır. Yeni bir liderin ortaya çıkması, iç politikada bir değişim veya farklı bir küresel bağlam, anlaşmaları hızla alt üst edebilir ve uzun vadeli istikrarı baltalayabilir.

Güç ve çıkarlara odaklanan diplomatik anlaşmalar, insan hakları, adalet, kendi kaderini tayin etme ve egemenlik gibi değerleri zayıflatabilir. Zamanla bu, bir devletin ahlaki duruşuna ve yumuşak gücüne zarar vererek gelecekteki iş birliğini daha da zorlaştırabilir.

Eğer güçlü devletler giderek daha agresif, çıkar odaklı diplomasiye dönerse, savaş sonrası düzenin bir dizi özelliği -müttefikler arasındaki güven, kurumların ve ortak normların meşruiyeti ve insan haklarına veya toprak bütünlüğüne bağlılık- aşınabilir. Zamanla bu, diplomasinin pazarlık aracı haline geldiği, ittifakların hızla değiştiği ve gücün haktan üstün geldiği daha çalkantılı ve parçalanmış bir dünyaya yol açabilir.

Bu, kurumların ortadan kalkması anlamına gelmez, ancak onları marjinalleştirebilir, zayıflatabilir veya yalnızca ihtiyaç duyulduğunda kullanılabilir hale getirebilir. Yeni ve daha katı diplomasi biçimleri hakim olabilir; anlaşmalar etki, kaynaklar, güç dengesizlikleri ve anlık imtiyazlara dayanabilir. Böyle bir dünya, daha güçlü devletleri destekleyebilir, daha küçük devletleri zayıflatabilir ve küresel zorluklar (iklim, göç, salgın hastalıklar, nükleer silah kontrolü vb.) konusunda çok taraflı iş birliği alanını daraltabilir.

Aynı zamanda, üzerinde anlaşmaya varılmış normların azaldığı bir dünyada, öngörülemezlik artar. Bu, çatışmaları şiddetlendirebilir, istikrarı zayıflatabilir ve diplomatik güvenin yeniden inşasını daha da zorlaştırabilir. Genel olarak takasa dayalı anlaşmalar kısa vadeli faydalar sağlayabilir, ancak aynı zamanda adaletsizliği pekiştirebilir, kızgınlığı körükleyebilir ve pazarlıklar, zorlama ve çatışma döngüleri yaratabilir.

Özünde, takas diplomasisinin mantığı yeni değil. Ancak Trump döneminde yeni olan husus, bu diplomasinin ölçeği, açıklığı, cesareti ve kişiselleştirilmesidir; yani aleni pazarlıklar, yüksek riskli anlaşmalar, bölgesel ve kaynaklara dayalı müzakereler, tasavvur edilmiş kazanımlar için ittifakları yeniden şekillendirme veya normları parçalama isteğidir.

Bu eğilimin kalıcı hale gelip gelmeyeceği ve küresel düzeni güçlendirip güçlendirmeyeceği büyük ölçüde liderlerin, devletlerin ve küresel kurumların gelecekte nasıl tepki vereceğine bağlıdır. Çok taraflı normlar ve kurumlar zayıflarsa, diplomasinin kolektif normlar, istikrar ve iş birliği alanı olmaktan ziyade güç, kaynak ve anlaşmalar için bir pazar yeri haline geldiği bir dünya görebiliriz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.


İsrail, Doğu Kudüs'te bir binayı yıkarak onlarca Filistinliyi yerinden etti

Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)
Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)
TT

İsrail, Doğu Kudüs'te bir binayı yıkarak onlarca Filistinliyi yerinden etti

Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)
Filistinli bir adam, İsrail güçlerinin Doğu Kudüs'teki bir binayı yıkmasını izliyor. (Reuters)

İsrail makamlarına bağlı iş makineleri, bugün Doğu Kudüs’te ruhsatsız inşa edildiği gerekçesiyle dört katlı bir binanın yıkımına başladı. Binada 100’den fazla Filistinlinin yaşadığı belirtilirken, sakinler yıkımı ‘bir felaket’ olarak nitelendirdi. İnsan hakları örgütleri ise bunun 2025 yılı içinde gerçekleştirilen en büyük yıkım olduğunu açıkladı.

Filistin Yönetimi’ne bağlı Kudüs Valiliği, söz konusu yıkımı kınayarak, bunun ‘zorla yerinden etme politikası’ kapsamında değerlendirildiğini bildirdi.

İşgal altındaki Doğu Kudüs’ün Eski Şehir yakınlarında yer alan Silvan beldesindeki mahalleye, İsrail polisinin oluşturduğu güvenlik kordonu eşliğinde üç iş makinesi girdi. Makineler, aralarında kadınlar, çocuklar ve yaşlıların da bulunduğu 10’dan fazla ailenin yaşadığı binayı yıkmaya başladı.

Binada eşi ve beş çocuğuyla birlikte yaşayan Iyd Şavar, yıkımın ‘tüm sakinler için bir trajedi’ olduğunu söyledi.

67yuı
Doğu Kudüs'te bir binayı yıkan İsrail buldozerleri (AFP)

Şavar, AFP’ye yaptığı açıklamada, “Kapıyı biz uyurken kırdılar. Kıyafetlerimizi değiştirmemizi ve sadece gerekli evrak ve belgeleri almamızı istediler, eşyalarımızı çıkarmamıza izin vermediler” dedi. Gidecek bir yeri olmadığını belirten Şavar, yedi kişilik ailesinin araçta kalmak zorunda olduğunu söyledi.

AFP muhabirleri, bina sakinlerinin gözleri önünde üç buldozerin yıkım çalışmalarını sürdürdüğünü aktardı. Yıkımı izleyen bir kadın, yaşadığı acı ve çaresizlikle “Burası benim yatak odam” sözleriyle tepkisini dile getirdi.

Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinliler, ciddi bir konut kriziyle karşı karşıya bulunuyor. İsrail’e bağlı belediye, Filistinlilere çok sınırlı sayıda inşaat izni verirken, bu izinlerin nüfus artışıyla uyumlu olmadığı belirtiliyor.

Filistinliler ve insan hakları savunucuları, bu kısıtlamaların demografik büyümeyi dikkate almadığını ve konut yetersizliğine yol açtığını vurguluyor.

sdfgt
Yıkıma katılan İsrail buldozerleri (EPA)

İsrail makamları, Doğu Kudüs ve işgal altındaki Batı Şeria’da Filistinliler tarafından inşa edilen yapılar için düzenli olarak yıkım operasyonları gerçekleştiriyor.

Filistinliler, Doğu Kudüs’ü gelecekte kurulacak devletlerinin başkenti olarak talep ederken, İsrail kentin tamamını kendi başkenti olarak görüyor.

Doğu Kudüs’te 360 binden fazla Filistinli yaşarken, bölgede yaklaşık 230 bin İsrailli bulunuyor.

Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’ne bağlı Kudüs Valiliği, söz konusu yıkımı ‘savaş suçu ve insanlığa karşı suç’ olarak nitelendirdi. Açıklamada, bu uygulamaların, Filistinli vatandaşları zorla yerinden etmeyi ve Kudüs kentini asli sakinlerinden arındırmayı hedefleyen sistematik bir politikanın parçası olduğu ifade edildi.

cdfrgt
Doğu Kudüs'te bir binayı yıkan İsrail buldozerleri (Reuters)

İsrailli insan hakları örgütleri Ir Amim ve Bimkom, ortak açıklamalarında, binanın ‘önceden herhangi bir uyarı yapılmaksızın’ yıkılmaya başlandığını bildirdi. Açıklamada, yıkımın, ailelerin avukatları ile Kudüs Belediyesi’nden bir yetkili arasında, ‘binanın statüsünün düzenlenmesine yönelik olası adımların ele alınacağı’ planlı bir toplantıdan sadece saatler önce gerçekleştirildiği vurgulandı.

Örgütlere göre bu yıkım, ‘2025 yılı içinde Kudüs’te gerçekleştirilen en büyük yıkım operasyonu’ niteliğini taşıyor. Açıklamada ayrıca, bu yıl Doğu Kudüs’te yaklaşık 100 ailenin evsiz kaldığı belirtildi.

AFP’nin sorularına yanıt veren İsrail’e bağlı Kudüs Belediyesi ise binanın ‘ruhsatsız inşa edildiğini’ ve yapı hakkında 2014 yılından bu yana geçerli bir yargı kararı bulunduğunu açıkladı. Belediye, binanın üzerinde bulunduğu arazinin ‘eğlence ve spor amaçlı’ olarak sınıflandırıldığını, konut alanı olmadığını da kaydetti.


İsrail’in Iraklı gruplara ait ayrıntılı veri tabanı Bağdat’ta şaşkınlık yarattı

Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)
Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)
TT

İsrail’in Iraklı gruplara ait ayrıntılı veri tabanı Bağdat’ta şaşkınlık yarattı

Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)
Bağdat'taki Haşdi Şabi güçleri tarafından düzenlenen gösteriden bir kare (DPA)

Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre, Iraklı yetkililer son günlerde, İsrail tarafından hazırlanmış son derece ayrıntılı bir güvenlik veri tabanını teslim aldı. Batılı bir istihbarat servisi üzerinden iletilen dosya; silahlı Iraklı gruplara ilişkin liderlik yapıları, askerî organizasyonlar, mali ağlar ve bu yapılara bağlı devlet kurumları hakkında geniş bilgiler içeriyor.

Kaynaklar, verilerin hacmi ve doğruluk düzeyinin Iraklı yetkilileri şaşırttığını ve olası bir askerî harekâta yönelik ciddi bir uyarı niteliği taşıdığını aktardı.

Dosyanın teslimi, Irak’a yakın dost bir Arap ülkenin Bağdat’ı uyardığı süreçle eş zamanlı gerçekleşti. Söz konusu ülke, İsrail’in, ABD’nin “yeşil ışık” yaktığı bir askerî operasyon seçeneğini açıkça konuştuğunu iletti. Washington’ın, devlet dışı silahlı yapılara ilişkin sabrının azaldığı belirtiliyor. Bir Iraklı yetkili de, bu mesajların Bağdat’a ulaştığını doğruladı.

Bilgilere göre muhtemel saldırılar; eğitim kampları, füze ve İHA depoları ile bu gruplar ve Haşdi Şabi’ye bağlı finansal ve askerî etki sahibi kurum ve kişileri hedef alacaktı.

Bu gelişmeler, Irak’taki Şii ittifakı “Koordinasyon Çerçevesi” içinde silahın devlet tekelinde toplanması yönünde hızlanan tartışmaları tetikledi. İlk aşamada ağır silahların teslimi ve bazı stratejik üslerin tasfiyesi gibi seçenekler masaya geldi. Ancak uygulamanın kim tarafından yürütüleceği ve güvenlik garantilerinin nasıl sağlanacağı konularında görüş ayrılıkları sürüyor.

Öte yandan, ABD yönetimi güvenlik iş birliğini, silahlı grupların operasyonel kabiliyetlerinin kaldırılmasına dair bağlayıcı bir takvim şartına bağladı.

Bölgesel düzeyde ise NBC News’in haberine göre, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, ABD Başkanı Donald Trump’a İran’ın balistik füze programındaki genişleme risklerini aktaracak ve yeni saldırı seçeneklerini görüşecek.