‘Çekişme’nin çözümü: Gazze savaşı yeni bir şey getirmiyor

Filistin sorununda “İki devletli çözüm” halen mümkün mü?

16 Aralık’ta Gazze sınırında kundağı motorlu bir silahın yakınında duran İsrailli askerler (AFP)
16 Aralık’ta Gazze sınırında kundağı motorlu bir silahın yakınında duran İsrailli askerler (AFP)
TT

‘Çekişme’nin çözümü: Gazze savaşı yeni bir şey getirmiyor

16 Aralık’ta Gazze sınırında kundağı motorlu bir silahın yakınında duran İsrailli askerler (AFP)
16 Aralık’ta Gazze sınırında kundağı motorlu bir silahın yakınında duran İsrailli askerler (AFP)

Esad Ganem

Filistin-İsrail ‘çekişmesi’ için ümit edilen ya da mümkün olan uzlaşmanın biçimi ya da içeriğine dair uzun bir tartışma mevcut. Bir asrı aşkın bir süredir devam eden sorundaki dalgalanmalara rağmen aynı kalan tartışma, teorik olarak tek devletli çözümlerden taksim biçimlerine ve iki devletli çözüme kadar uzanıyor.

Tek devletli çözümler derken çoğulculuğu kastediyorum. Nitekim tek devletli çözüm; iki uluslu devlet, laik demokratik devlet, tek içerikli ve yönlü etnik veya dinî devlet, yani Arap veya İslam ya da herhangi bir Arap-İslam devletine karşılık dinî veya ulusal anlamlarda bir Yahudi/İbrani devleti gibi çeşitli temel biçimlerde siyasi bir çözüm olabilir.

Öte yandan farklı taksim biçimleri ve iki devlet üzerine de tartışmalar devam ediyor. Ortada mesela Kasım 1947’deki bölünme kararında önerilen çözüme veya 1949 yılında uzlaşmanın temeli olarak Yeşil Hat’ı ya da ateşkesi benimseyen ve en çok dillendirilen çözüme karşılık arazi takası anlaşmalarına dayanan veya sınırları İsrail’in özellikle Kudüs’te ve çevresinde ya da ana yerleşim bloklarındaki yerleşim planlarına göre belirleyen benzer çözümler var.

Bu noktada belirtilmesi gerekir ki 4 Haziran 1967 sınırlarına dayalı iki devletli çözüm, Filistinliler ve genel olarak Araplar arasında en çok konuşulan çözümdür. Bununla birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderliği, daha önceki müzakere ve ikili görüşme turlarında sınır hattında basit değişiklikler olasılığını tartıştı ve üstü kapalı olarak kabul etti, böylece İsrail’in bu alandaki beklentilerine karşılık verdi. Genel olarak Filistinli mülteciler ve onların geri dönüşleri meselesi de yukarıda zikrettiğimiz önerilere ya da çözüm ve çözüm alternatifleri konusunda faaliyet yürütenlerin veya aktivistlerin çeşitli tasavvurlarına göre farklı biçimlerde ve düzenlemelerle ele alındı.  

Pek çok kişiye göre 7 Ekim’de patlak veren savaş ‘siyasi çözümsüzlüğün’ bir tezahürüydü

Pek çok kişiye göre Gazze’deki savaş, Filistin meselesi için istenen ya da mümkün olan çözümün biçimine ve içeriğine dair tartışmayı yeniden alevlendirdi. Sık sık dile getirilen en önemli şeylerden biri de iki devletli çözüme geri dönülmesi gerekliliğidir. Buna göre 7 Ekim’de savaşın patlak vermesi, siyasi çözümsüzlüğe delalet ediyor. Savaşın ve sebep olduğu felaketlerin devam etmesi de İsrail’in yanında bir Filistin devletinin kurulmasına, işgalin sona erdirilmesine ve iki halk arasındaki başka meselelerin bu yönde çözülmesine dayalı müzakereci siyasi yola dönüşün gerekli olduğunu doğruluyor.

zxsac
Joe Biden (AFP)

Uluslararası, Arap ve Filistinliler ile İsrailliler olmak üzere yerel tarafların bu çözüm üzerinde hemfikir olması dikkate değer. ABD Başkanı Joe Biden da savaşın patlak vermesinden bu yana pek çok kez “Hamas’ın işini bitirdikten sonra” siyasi yola dönmenin gerekliliğine işaret ederek bu tutumu dile getirdi. Biden, The Washington Post’ta yayımladığı bir makalede (18 Kasım 2023), “Eşit düzeyde özgürlüğe, fırsatlara ve saygınlığa sahip olarak yan yana yaşayan iki halkın varlığıyla temsil edilen iki devletli çözüm, barışa giden yolun götürmesi gereken sonuçtur. Ancak bunu gerçekleştirmek için İsraillilerle Filistinlilerin yanı sıra, ABD’nin ve müttefiklerimizle ortaklarımızın da taahhütte bulunması gerekecek. Bu işe hemen başlanmalı” ifadelerine yer verdi. Biden bu tutumunu, Ramallah’taki yönetimin Gazze’de iktidarı devralmasının gerekli olduğuna, böylece Batı Şeria ile Gazze’nin yeniden ‘birleşmesi’ sürecinin tamamlanacağına ve bunun da Filistin devletinin önünü açacağına dair işaretlerle de teyit etti.

Filistin Yönetimi, işgalin sona erdirilmesi ve İsrail’in yanında bir Filistin devleti kurulması konusunun ciddi bir şekilde ele alınmasını bekliyor

Biden’ın bu tasavvuru, çoğu Arap ülkesinin liderleri ve dışişleri bakanları tarafından da paylaşıldı. Arap liderler ve bakanlar, mevcut Gazze savaşı esnasında olduğu gibi, daha önce de onlarca kez savaşın, Filistin meselesinde iki devletli çözüm temeline dayalı olması gereken adil bir çözüme varılamamasından kaynaklandığını dile getirmişlerdi. Bu tutum, Arap ve İslam ülkeleri liderlerinin konuşmalarında ve 11 Kasım 2023’te Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam ülkeleri zirvesinin sonuç bildirisinde da açıkça ifade edildi. Sonuç bildirisinde, “İsrail işgalinin sona erdirilmesi ve Arap-İsrail çatışmasının uluslararası hukuka ve Güvenlik Konseyi kararları da dahil olmak üzere ilgili uluslararası meşruiyet kararlarına göre çözüme kavuşturulması için stratejik bir tercih olarak barışa bağlılığı teyit etme; tüm unsurları ve öncelikleriyle 2002 Arap Barış Girişimi’ne bağlılığı vurgulama; uluslararası hukuk, uluslararası meşruiyet kararları ve barışa karşılık toprak ilkesi temelinde ve Doğu Kudüs dahil işgal edilmiş Filistin topraklarına yönelik İsrail işgalini bitirmenin ve iki devletli çözümü uygulamanın yolunu açan uluslararası güvenceler ve bir takvim çerçevesinde güvenilir bir barış süreci başlatmak için en kısa sürede uluslararası bir barış konferansı düzenleme” çağrısı yapıldı.

xscef
11 Kasım’da Riyad’daki Arap ve İslam ülkeleri zirvesine katılan liderlerin toplu fotoğrafı (EPA)

Ramallah’taki Filistin liderliğinin de yukarıda zikrettiğimiz görüşü paylaştığını ve Batı Şeria, Kudüs ve Gazze işgalinin sona erdirilmesi ve İsrail’e komşu bir Filistin devleti kurulması meselesinin ciddi bir şekilde ele alınmasını beklediğini söylemeye gerek bile yok. FKÖ ve Filistin Ulusal Yönetimi liderliğinin onlarca yıldır bu tutuma sahip olduğu elbette biliniyor. Bu tutum, 1993’teki Oslo Anlaşması’ndan önce ve sonra defalarca ve açıkça dile getirildi.

Hamas’ın dönüşümleri

Bu hedefteki önemli gelişme, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’nin 1 Kasım 2023’te bir televizyon konuşmasında dile getirdiği tutum oldu. Bu konuşmada Heniyye, Hamas’ın “önce saldırının durdurulması ve geçitlerin açılması, sonra esir takası anlaşmasının yapılması ve nihayet başkenti Kudüs olan ve kendi kaderini tayin hakkı bulunan bağımsız bir Filistin devletinin kurulacağı siyasi yolun açılması şeklindeki kapsamlı vizyonunu” sunduğuna dikkati çekti. Tabi bu, mevcut savaşın çok öncesinde başlayan uzun bir sürecin devamıdır. Bu süreçte Hamas’ın tutumunda aşamalı bir değişime tanık olundu. Şöyle ki önce iki devlet ilkesini, Oslo Anlaşması’nı ve İsrail ile Filistin arasındaki tüm müzakere süreçlerini reddetti. Sonra Ulusal Yönetim gerçekliğini kabul etti ve 2006 yılında iktidar için meclis seçimlerine girdi, hatta seçimleri kazandı. Bu durum, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın ve Fetih hareketinin İsrail’in, ABD’nin ve Avrupa’nın yardımlarıyla seçim sonuçlarına itiraz etmesine yol açtı. Bunun üzerine Fetih’e yönelik darbesinin ardından Hamas’ın ağırlık merkezi Gazze Şeridi’ne taşındı ve Ramallah ile Batı Şeria’daki yönetime ‘paralel bir Filistin otoritesi’ kuruldu.

Bu bağlamda Hamas’ın 2017 yılında yayınlanan belgesi, bu gelişmenin bariz bir işaretiydi. Söz konusu belge, Hamas’ın “4 Haziran 1967 sınırlarında başkenti Kudüs olan tam egemenliğe sahip bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını ve mültecilerle yerinden edilmişlerin çıkarıldıkları evlerine geri dönmesini ortak bir ulusal uzlaşma formülü olarak” gördüğüne dikkat çekildi.

Filistinliler, Araplar, Avrupalılar, Amerikalılar ve Filistin meselesinin geleceğiyle ilgilenen taraflar arasında medya ve siyaset düzeyinde güçlü bir yönelim dalgası olduğuna dair kanaati belgelemek kolay. Çatışmanın, İsrail’in yanında bir Filistin devletinin kurulması yoluyla çözülmesi ve bitirilmesi fikrini destekleyen yönelime göre her geçen gün şiddetle yenilenen çatışmanın temelinde İsrail’in işgali ve Batı Şeria’daki, Kudüs’teki ve Gazze’deki Filistinlilere yönelik işkencesi yatıyor. Bu gerçek, yakın zamanda Hamas’ın ve İslami Cihad’ın 7 Ekim’de Gazze’yi çevreleyen bölgeye yönelik operasyonu, o zamandan bu yana İsrail’in Gazze’ye, Batı Şeria’ya ve Kudüs’e yönelik geniş çaplı saldırıları, dahası İsrail’deki Filistinli vatandaşlara yönelik baskı ve bu saldırının korkunç sonuçları üzerinden gözler önüne serildi.

İsrail, Filistinlileri ve Arapları müzakerelerle yoracak ve bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmeyecektir. İzak Şamir

Hiç şüphesiz güçlü olan bu yönelim bence iki devletli çözüme geri dönülebileceği yanılsamasına dayanıyor. ABD’li liderler, bazı Avrupalılarla Araplar, hatta Filistinliler başta olmak üzere pek çok kişi için bu, siyasi bir çözüme susamış Filistinlileri çözümün çok yakında olduğuna ve Gazze’ye yönelik savaşı destekleyen ya da karşı çıkan, ancak İsrail’in işgaline açıkça karşı koymayan ya da en azından İsrail’in saldırısını durdurmak için kendisinden bekleneni yapmayan tüm güçlerin savaş sona erdikten sonra bağımsız Filistin devleti dahil olmak üzere iki devletli çözüm projesini tamamlamak için baskı yaparak Filistinliler için adalet arayacaklarına inandırmak için masaya konan bir araç olabilir.  Bu senaryo, daha önce, dahil olan taraflar ve ülkeler bakımından neredeyse aynı siyasi oyuncularla ve elbette bunu geçmişte sahneleyen kişiler değiştirilerek oynanan senaryolara benziyor.  

1990 tecrübesi

Mesela 1990 yılında Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın işgalinin ardından Kuveyt’in kurtarılması için başlatılan savaş öncesinde ve esnasında bunun resmî olarak yaşandığını hatırlatalım. O zaman da merkezî oyuncular, işgali bitirmek ve Batı Şeria’daki, Gazze’deki ve Kudüs’teki Filistinlileri özgürleştirmek için çalışacaklarını vurgulamıştı. Gerçekten de 1991 yılında Madrid Konferansı düzenlendi. Dönemin İsrail Başbakanı İzak Şamir, bu konferansın ardından İsrail’in Filistinlilerle Arapları müzakerelerle yoracağını ve bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmeyeceğini duyurdu. Bilindiği üzere Birinci Filistin İntifadası (1987-1992), işgalin sona erdirilmesi ve iki devletli çözüm meselesinin yanı sıra uluslararası saflaşmalara da yol açtı, ancak bu saflaşmalar, Oslo Anlaşması’nın imzalanması ve sınırlı bir güce ve etkiye sahip bir Filistin yönetiminin kurulmasıyla sona erdi. Bu Filistin yönetimi aşamalı olarak işgali destekleyen bir otoriteye dönüştü. Bu bağlamda İsrail siyasetinin o dönemdeki iki kutbu Başbakan İzak Rabin ve Dışişleri Bakanı Şimon Peres tarafından Oslo’nun ne tam bir Filistin bağımsızlığı ne de tam egemen bir Filistin devleti anlamına geldiğine dair açık işaretleri de akla geliyor.

zsac
11 Temmuz 2000’de Camp David’de Yaser Arafat ile Ehud Barak ve ortada Bill Clinton (AFP)

Aynı bağlamda Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak, 2000 yılında ABD’deki Camp David’de ABD Başkanı Bill Clinton aracılığıyla görüşmeler gerçekleştirdi. İsrail Başbakanı, tartışılan dört konuda Filistin tarafının desteklediği uluslararası kararlara yanaşmayı reddetti. Bu dört konu şuydu: Kudüs, yerleşimler, 4 Haziran sınırları ve mülteciler. Hal böyle olunca görüşmeler patladı ve ardından ABD Başkanı ve çevresi tarafından İsrail’in tutumunu destekleyen yalanlar geldi. Buna göre Filistin Devlet Başkanı, uzlaşmayı ve ‘İsrail’in acı verici tavizlerini’ reddetmişti. Bu da İkinci İntifada’nın kapısını araladı.

Aynı senaryo İkinci Filistin İntifadası (2000-2003) sırasında da oynandı. 2003 yılında ABD Başkanı George W. Bush, bir yol haritası ortaya koydu. Hatta Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, Filistin rejimini değiştirmeye ve Filistinlilerin temel meselelerinde uzlaşmacı ve çok tavizkâr tutumlar sergileyen ve siyasi sürecin destekçisi olan Mahmud Abbas’ı atamaya zorlandı. Ancak dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron, bu yol haritasına on dört itiraz sunarak, İsrail’in Batı Şeria’nın tamamından ve Kudüs’ten çekilmesi konusundaki etkisini geçersiz kıldı. Ayrıca Gazze Şeridi’nden tek taraflı çekilmeyi uygulamaya koydu. Böylece İsrail, Kudüs ve Batı Şeria’da daha da güçlenecek ve Filistin devletinin kurulmasını engelleyebilecekti. Ki öyle de oldu.

Sahadaki mesele çözüldü ve siyasi olarak geri dönüşü olmayan tek devletli bir gerçeklik oluşturuldu

Burada şuna dikkat çekmek gerekir ki Şaron’dan sonraki İsrail Başbakanı Ehud Olmert, uzlaşma olasılığına dair önemli fikirler sundu, ancak bu fikirler, ciddi olarak tartışılmadı ve bir sonuca bağlanmadı. Zira Olmert, yolsuzluk davalarına karışmış ve istifaya zorlanmıştı. Ondan sonra yapılan seçimlerin ardından Binyamin Netanyahu, İsrail Başbakanı olarak tekrar göreve geldi. Netanyahu, bir Filistin devletinin kurulmasına karşı duruşuyla tanınıyor ve esas olarak C Bölgesi’nin bir kısmının İsrail’e ilhak edilmesi çağrısında bulunuyor. Ona göre Filistinliler, bir Filistin devletinden vazgeçip genişletilmiş bir özyönetim ile yetinmeli. Hükümetinin çoğu üyesi ise ondan daha katı tutumlar sergiliyor. Bu da bağımsız bir Filistin devleti fikrinin İsrail tarafından reddedilen bir fikir olduğunun göstergesi.

‘Filistin Devleti’ fikrinin yok olması

İsrail’in yanında bağımsız bir Filistin devleti fikrinin yok olması elbette sadece İsrail’in tutumuyla alakalı değil. Bu durum aynı zamanda birtakım gelişmelere de bağlı. Bu gelişmelerin en önemlisi Filistin ulusal hareketinin parçalanması ve dağılmasıdır. Dolayısıyla mevcut haliyle ne Filistin Yönetimi ne de FKÖ, İsrail’le köklü bir çözüm görüşmelerinde Filistinlileri temsil edemez. Öte yandan dünya, Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgilenmeye devam etmekten daha önemli meselelerle meşgul. Bu konuya yönelik mevcut ilgi, geçici bir ilgidir ve son iki ayda yaşanan olayların dehşetinden ve Batı sokaklarında savaşa ve sebep olduğu felaketlere karşı sesini yükseltenlerin gücünden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda belirtilmesi gereken en önemli şey şu ki İsrail’in durumu, Netanyahu ortadan kalksa veya yeni seçimler merkezî bir İsrail hükümeti getirse bile, ne bağımsız bir Filistin devletini kabul etmeye ne Batı Şeria’dan, Kudüs’ten ve hatta Gazze Şeridi’nde yeniden işgal edilen bölgelerden tam anlamıyla çekilmeye ne de mülteci meselesinin çözümüne dair net bir tutum sergilemeye müsait.

dvd
İsrailli askerler, 2 Ekim’de Batı Şeria’daki bir Filistin köyüne baskın düzenleyen yerleşimcileri topluyor (AFP)

Bütün bunlara Kudüs ve Batı Şeria’daki durum ve bu bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin sayısının bir milyona yaklaşması da ekleniyor. Bu yerleşimciler, Batı Şeria topraklarının çoğunu ele geçirmek ve oradaki Filistinlilere eziyet etmeyi sürdürmek için gösterdikleri ısrarlı ve başarılı çabalarda İsraillilerin yarısından fazlası tarafından destekleniyor (Kudüs’te mesele bir süre önce kapandı). Bu konuda ortaklaşa hareket ettikleri İsrail ordusu ise onları korumakla kalmıyor, aynı zamanda Filistin güvenlik güçlerinin sessizliği ve bazen de iş birliğiyle sivilleri taciz etmelerine ve oradaki Filistinlilerin mal varlıklarına el koymalarına da imkân tanıyor.

Özetle sahada mesele halloldu ve ABD’li Sosyolog Ian Lustick’in iki yıl önce yayınlanan “Tek Devletli Gerçeklik” kitabına da adını veren durum oluşturuldu. Bu, ‘işgalin bitirilmesi ve bir Filistin devletinin kurulması’ için mevcut destek dalgası gibi düşünme çabaları devam etse dahi siyasi olarak geri dönüşü olmayan bir gerçeklik.

Kuvvetle muhtemel İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışma, kanlı çatışmanın hızı artıp azalarak yıllar, hatta on yıllar boyu devam edecek

Bu analiz bizi şu soruya götürüyor: Peki, ne yapmalı? Patlayan bu çatışmaya ciddi bir barışçıl siyasi çözüm olasılığına dair tasavvur nasıl netleştirilebilir? Öncelikle bir asırdan fazla bir süredir devam eden bir çatışmayla karşı karşıya olduğumuzu ve barışçıl bir siyasi çözüme gerçekten yaklaşıyor gibi görünmediğimizi belirtmek önemli.

Kuvvetle muhtemel İsrail ile Filistin tarafları arasındaki çatışma, kanlı çatışmanın hızı artıp azalarak önümüzdeki yıllar, hatta on yıllar boyu devam edecek. Bununla birlikte patlayan çatışmanın ötesine geçen teorik ve uzun vadede olası çözüm, esasen Filistin/İsrail’deki sömürgeci ve apartheid durumu ortadan kaldırmak için devam eden barışçıl bir projeyi temsil ediyor. Söz konusu durum, mevcut savaşın patlak vermesinin ardından tarihî Filistin’in her yerinde derinliğini artırdı.

feh
2014 yılında Doğu Kudüs’teki çatışmalar sırasında İsrail polisine taş atan Filistinli gençler (AP)

Diğer bir deyişle ‘Tarihî Filistin’in (1948 Filistini ya da bugünkü İsrail toprakları) iki ana topluluğu Yahudi İsrailliler ile Arap Filistinliler arasında sivil ve ulusal eşitlik zemininde dengeyi sağlamaya dayalı uzlaşma ilkesine göre “Nehir’den Deniz’e Özgür Filistin” sloganını hayata geçirmek için çaba harcanmalı.

Demek istediğim şu: Bu ülkede ırksal üstünlük ve işgalci sömürgecilik gerçekliğinden adalet, özgürlük ve eşitlik ilkeleri üzerine inşa edilen tek devlet gerçekliğine dönüşümü başarmak için uygulanabilir bir siyasi tasavvur ve ‘paradigma’ oluşturmaya ihtiyacımız var.

Bu ülkede sistemsel bir değişiklik yolunda Filistinliler olarak bize ve Arap ve uluslararası müttefiklerimize bu ilkeler rehberlik etmeli. Dikkat çekmemiz gereken en önemli meselelerden biri de ana müttefiklerimize, yani dünya sokaklarında savaşa ve İsrail’in Gazze’de ve tüm Filistinlilere karşı işlediği suçlara karşı sesini yükselten göstericilere hitap edecek bir söyleme ihtiyacımız olduğudur. Böyle bir söylem, herhangi bir uzlaşma ve oraya giden yol için sadece insani ilkeleri dikkate alabilir. Bu söylemde sivillere karşı terörü meşrulaştıran ya da temel demokratik değerlere dayanmamış ve bu çatışmanın nihai çözümü olarak (Yahudi veya Arap olsun) ayrıştırıcı ulus devlete ya da dindar devlete karşı çıkmamış bir sistem inşa etme meselesini benimseyen değerlere yer yok.

Gerçi ben bu ülkede yaşadığımız durumun ayırt edici özellikleriyle uyumlu olacak şekilde burada kendi yolumuzu çizmemiz gerektiğine derinden inanıyorum. Ama yine de Güney Afrika ve orada Nelson Mandela öncülüğünde yaşanan dönüşüm, burada gerçekleştirilebilecek şey konusunda yol gösterici olabilir.

Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



Yeni Suriye: Geçici bir dönem mi yoksa siyasal İslam deneyimlerinden radikal bir kopuş mu?

Şam'da Beşşar Esed rejiminin düşüşünü kutlayan Suriyeliler (Reuters)
Şam'da Beşşar Esed rejiminin düşüşünü kutlayan Suriyeliler (Reuters)
TT

Yeni Suriye: Geçici bir dönem mi yoksa siyasal İslam deneyimlerinden radikal bir kopuş mu?

Şam'da Beşşar Esed rejiminin düşüşünü kutlayan Suriyeliler (Reuters)
Şam'da Beşşar Esed rejiminin düşüşünü kutlayan Suriyeliler (Reuters)

Ahmed Mahir

Suriye'deki yeni yönetimin lideri Ahmed eş-Şera, kendisini Esed ailesinin uyguladığı acımasız diktatörlüğe ve yarım yüzyılı aşkın bir süredir iktidarlarına yönelik her türlü tehdidi bastıran merkezi siyasi sisteme karşı umut verici bir alternatif olarak sunuyor.

Ahmed eş-Şera’nın okumalarıyla sahadaki yönetimin gerçekliği arasında açık bir uçurum söz konusu. Bu uçurum son on yılda Ortadoğu'daki diğer İslamcı hareketlerin gerilemesine, başarısızlığına ve çöküşüne doğrudan katkıda bulundu.

Mısır, Tunus, Libya ve Fas gibi ülkelerde siyasal İslamcı hareketlerin faaliyet gösterdiği siyasi süreçler başlangıçta aldıkları ihtiyatlı desteğin ardından kamuoyunda meydana gelen geniş çaplı değişimlerden büyük ölçüde etkilenerek değişim yaşadı. Bu değişken ortam, bu ülkelerin yakın tarihi göz önüne alındığında, Ahmed eş-Şera’nın ya da başka herhangi bir İslamcı grubun, HTŞ’yi lağvetse bile, konumlarının istikrarını korumasını zorlaştırıyor.

fdvrgbt
Ahmed eş-Şera Şam'da askeri grupların liderleriyle bir araya geldi, 21 Aralık 2024 (AFP)

Peki Ahmed eş-Şera bu kez farklı olduğunu kanıtlayacak ve daha önce eşi ve benzeri görülmemiş bir siyasi dönüşümü gerçekleştirebilecek mi?

İslamcı camia içindeki bu çeşitlilik, İslam dinin ilkelerine göre yönetmenin ne anlama geldiğine dair çok sayıda gündem, strateji ve yoruma yol açıyor. Bu da yönetim şekli için bir uzlaşıya ya da ortak bir formüle ulaşmayı oldukça güç hal getiriyor.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı habere göre Ahmed eş-Şera, 8 Aralık'tan bu yana basına ve medya kuruluşlarına verdiği röportajlarda ve yaptığı açıklamalarda laiklik ve din arasındaki sınırları bulanıklaştırmayı başardı. Böylece bir zamanlar El Kaide ve DEAŞ gibi bazı terörist grupların ideolojileriyle ilişkilendirilen İslamcı bir liderken şimdi seküler bir retorik kullanan ve önümüzdeki aylarda seküler politikalara yönelebilecek bir imaj çizerek dikkat çekici bir paradoksa yol açtı.

cdfvergt
Humus'taki Azize Meryem Ana Kilisesi'nde Noel ağacının önünde poz veren Suriyeli Hristiyanlar, 20 Aralık 2024 (AFP)

Ahmed eş-Şera’nın okumalarıyla sahadaki yönetimin gerçekliği arasında açık bir uçurum söz konusu. Bu uçurum son on yılda Ortadoğu'daki diğer İslamcı hareketlerin gerilemesine, başarısızlığına ve çöküşüne doğrudan katkıda bulundu.

Bu strateji, Esed rejimi tarafından toplu olarak travmatize edilen ve tek parti yönetimi modeli karşısında hayal kırıklığına uğrayan Suriyelilerin büyük bir kesimine hitap etmeyi amaçlıyor.

Suriye gibi çeşitli tarafları barındıran bir ülkede laiklik, dini ve mezhepsel aidiyetleri aşan bir ulusal kimliği korumanın bir yolu olarak görülebilir. Örneğin geçtiğimiz 18 Aralık’ta Şam'da düzenlenen bir gösteri sırasında silahlı bir HTŞ üyesi mikrofonu eline alarak mezhepçilik ve bölünme karşıtı bir konuşma yaptı. Konuşması kalabalık tarafından büyük alkış aldı.

Ancak, İslam tarihinden esinlenen bir model olarak Şeriat temelli yönetimden bahsetmeye başlar başlamaz, kalabalık ‘laiklik… laiklik’ ve ‘Dini yönetime hayır’ gibi sloganlar atarak seslerini yükseltti. Durumu kontrol altına almaya çalışan konuşmacı, Suriye'nin özgür ve kapsayıcı bir ülke olarak kalacağını vurgulayarak kalabalığı rahatlatmaya çalıştı.

Sosyal medyada hızla yayılan bu olaydaki protestocuların, bu İslami ideolojiyi ulusal birliğe ve kültürel değerlere yönelik bir tehdit olarak gördükleri anlaşılıyor. Bu durum, siyasal İslam ile gerilimi derinleştirebilir.

fvegbhn
Şam'daki Emevi Meydanı'nda demokrasi ve kadın hakları talebiyle düzenlenen protesto gösterisine katılan Suriyeliler, 19 Aralık 2024 (AFP)

Bu olay, siyasal İslam ve kültürel çeşitlilik arasındaki uyum olasılığına ilişkin teorik tartışmaların ve soyut yaklaşımların pratik gerçeklere dayanamayacağına dair ampirik kanıtlar sunuyor. Ahmed eş-Şera, gerçek siyasi bağlamlarda İslamcı grupların dinamiklerini anlamak için sadece teorik çerçevelere odaklanmak yerine, diğer ülkelerin deneyimlerinden faydalanabilir.

Örneğin Mısır'da 2011 yılındaki devrimden sonra Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin), Muhammed Mursi liderliğinde iktidara geldiğinde kendisini büyük zorluklarla karşı karşıya buldu. Pek çok vatandaş, grubun kendi siyasi gündemini hayata geçirmeye aşırı odaklandığını, bunun da ekonomik ve sosyal meseleleri göz ardı etmek anlamına geldiğini düşündü. Bu da nüfusun çoğunluğu arasında genel bir hoşnutsuzluğa yol açtı.

vrgth
Beşşar Esed’in Şam'da yere atılmış bir fotoğrafı (AFP)

Müslüman Kardeşler'in yönetime yaklaşımı Mısır'ın siyasi kutuplaşmasına önemli ölçüde katkıda bulunarak laik ve liberal grupları marjinalleştirdi. Ulusal öncelikleri ele alan kapsayıcı bir yaklaşım benimsemek yerine, gücünü pekiştirmeye ve İslam dinin ilkelerine dayanan bir yönetime giden politikalar uygulamaya odaklandı. Bu durum geniş çaplı protesto gösterilerinin patlak vermesine ve halkın muhalefet etmesine yol açtı. Mısırlıların çoğu, siyasal İslam'ı istikrarsızlık ve otoriterlikle ilişkilendirdi.

Mısır’da siyasal İslam'ın reddedilmesinin nedeni, halkın laikliğe olan bağlılığından ziyade, siyasal İslam çizgisinde bir yönetimi reddetmesiydi.

Mısır’da siyasal İslam'ın reddedilmesinin nedeni, halkın Mısır'ı Tunus'tan ayıran laikliğe olan bağlılığından ziyade siyasal İslam çizgisinde bir yönetimi reddetmesiydi. Ancak her iki ülke de daha önce seküler Batılı güçler, yani İngiliz sömürgeciliği ve Fransız sömürgeciliği tarafından sömürgeleştirildikleri ortak bir kaderi de paylaşıyor.

Tunus'ta, 1956 yılında Fransa'dan bağımsızlığını kazanmasının ardından dönemin Cumhurbaşkanı Habib Burgiba, Tunus toplumunda laikliği sağlamlaştırmak için geniş kapsamlı bir reform sürecine öncülük etti. Bu süreç, başta kadınlara erkeklerle eşit haklar tanıyan Bireysel Statü Kanunu olmak üzere, devleti dinden ayıran laik yasalarla başarılmıştır.

Bu yasalar, siyasi ya da dini eğilimleri ne olursa olsun Tunuslular arasında büyük saygı görüyor. Tunus'ta 2013 yılında Selefi bir liderle yaptığım röportajı hatırlıyorum. Kendisine İslam dininde izin verildiği üzere çok eşliliği destekleyip desteklemediğini sorduğumda gülerek “Elbette hayır, çünkü ülkenin çok eşliliği yasaklayan yasalarına saygı duyuyorum” yanıtını vermişti.

Peki ya Libya? Muammer Kaddafi rejiminin 2011 yılında devrilmesi, ülkede geniş çaplı bir siyasi parçalanmaya yol açtı. Aralarında İslamcı grupların da olduğu çok sayıda silahlı grup iktidar için yarışarak kaotik bir siyasi ortam yarattı.

Söz konusu gruplar arasındaki güç mücadelesi, ülkeyi daha da istikrarsızlaştıran iç savaşın ana etkenlerinden biri oldu. Libya Şafağı (Fecr-i Libya) Koalisyonu gibi İslamcı gruplar, rakip milislerin ve laik ve milliyetçi güçler tarafından desteklenen Libya Ulusal Ordusu’nun (LUO) güçlü muhalefetiyle karşılaştı.

acdvfgrthy
Esed rejiminin düşüşünü kutlamak için Emevi Camii meydanında toplanan Suriyeliler, (Reuters)

Fas’ta anayasal reformların ardından İslamcı çizgideki Fas Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (PJD) elde ettiği seçim başarısına rağmen, ekonomik ve sosyal zorluklar vatandaşlar arasında yaygın bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Özellikle gençler arasında işsizlik oranları artarken hayat pahalılığı tırmandı. Bu durum, ekonomik eşitsizliğe ve PJD’nin somut ekonomik reformlar gerçekleştirememesine duyulan öfkenin dile getirildiği protesto gösterilerine ve toplumsal hareketlere neden oldu.

PJD, 2021 yılındaki milletvekili seçimlerinde parlamentodaki sandalyelerinin önemli bir kısmını kaybederek ve iktidar koalisyonuna katılamayarak büyük bir gerileme yaşadı. Bu gerilene, seçmenler arasında artan hoşnutsuzluğu ve kamuoyunda PJD yönetimine ve politikalarına olan güven kaybını açıkça gösteren net bir değişimi yansıttı.

Kendisini Ahmed eş-Şera'nın güçlü bir destekçisi olarak sunan Türkiye'de bile devletin temellerinin laik ve 'Kemalist' miras üzerine kurulu olduğu göz önüne alındığında, siyasal İslam son derece bölücü bir konu olmaya devam ediyor. Modern Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 20’nci yüzyılın başlarında laik bir devlet kurarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını destekledi.

Kemalist ideolojiye dayanan laiklik, Türkiye'nin kimliğinin ve yönetim sisteminin temel yapı taşı oldu. Ancak siyasal İslam, bu köklü laik çerçeveye doğrudan bir meydan okumayı temsil ediyor. Bu da laik güçler ile İslamcılar arasında süregelen gerilimlere yol açıyor. 

Türklerin çoğu, dini siyasete alet edilmesine karşı çıkıyor. Bu durum laiklerin ve azınlıkların muhafazakar İslami değerlerin Türk toplumuna empoze edilebileceği endişesine kapılmasına neden oluyor. Bu endişe, zaman zaman ülke içinde geniş çaplı protesto gösterilerinin düzenlenmesine ve güçlü muhalefete neden oluyor.

Ahmed eş-Şera’nın Suriye'ye yönelik planları, demokratik ilkelerle uyumlu bir İslam vizyonunu teşvik etmenin yanı sıra demokratik tarafların ve sivil toplum örgütlerinin kurulmasına katkıda bulunmayı öngörüyor.

Ancak bu İslamcı siyasi liberalleşme ile HTŞ’nin bazı takipçilerinin katı tutumları ve aşırılık yanlısı ideolojilere sahip diğer İslamcı grupların radikalleşmesi arasındaki ilişki karmaşık olmaya devam ediyor. Bu karmaşıklık, özellikle de yeni yönetimin, ülkedeki sosyo-ekonomik sorunları ele almakta başarısız olması halinde parçalanmaya ve birliğin sağlanamamasına yol açarak ülkenin geleceği için umut verici bir İslamcı alternatif sunmayı zorlaştırabilir.