Esad Ganem
Filistin-İsrail ‘çekişmesi’ için ümit edilen ya da mümkün olan uzlaşmanın biçimi ya da içeriğine dair uzun bir tartışma mevcut. Bir asrı aşkın bir süredir devam eden sorundaki dalgalanmalara rağmen aynı kalan tartışma, teorik olarak tek devletli çözümlerden taksim biçimlerine ve iki devletli çözüme kadar uzanıyor.
Tek devletli çözümler derken çoğulculuğu kastediyorum. Nitekim tek devletli çözüm; iki uluslu devlet, laik demokratik devlet, tek içerikli ve yönlü etnik veya dinî devlet, yani Arap veya İslam ya da herhangi bir Arap-İslam devletine karşılık dinî veya ulusal anlamlarda bir Yahudi/İbrani devleti gibi çeşitli temel biçimlerde siyasi bir çözüm olabilir.
Öte yandan farklı taksim biçimleri ve iki devlet üzerine de tartışmalar devam ediyor. Ortada mesela Kasım 1947’deki bölünme kararında önerilen çözüme veya 1949 yılında uzlaşmanın temeli olarak Yeşil Hat’ı ya da ateşkesi benimseyen ve en çok dillendirilen çözüme karşılık arazi takası anlaşmalarına dayanan veya sınırları İsrail’in özellikle Kudüs’te ve çevresinde ya da ana yerleşim bloklarındaki yerleşim planlarına göre belirleyen benzer çözümler var.
Bu noktada belirtilmesi gerekir ki 4 Haziran 1967 sınırlarına dayalı iki devletli çözüm, Filistinliler ve genel olarak Araplar arasında en çok konuşulan çözümdür. Bununla birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) liderliği, daha önceki müzakere ve ikili görüşme turlarında sınır hattında basit değişiklikler olasılığını tartıştı ve üstü kapalı olarak kabul etti, böylece İsrail’in bu alandaki beklentilerine karşılık verdi. Genel olarak Filistinli mülteciler ve onların geri dönüşleri meselesi de yukarıda zikrettiğimiz önerilere ya da çözüm ve çözüm alternatifleri konusunda faaliyet yürütenlerin veya aktivistlerin çeşitli tasavvurlarına göre farklı biçimlerde ve düzenlemelerle ele alındı.
Pek çok kişiye göre 7 Ekim’de patlak veren savaş ‘siyasi çözümsüzlüğün’ bir tezahürüydü
Pek çok kişiye göre Gazze’deki savaş, Filistin meselesi için istenen ya da mümkün olan çözümün biçimine ve içeriğine dair tartışmayı yeniden alevlendirdi. Sık sık dile getirilen en önemli şeylerden biri de iki devletli çözüme geri dönülmesi gerekliliğidir. Buna göre 7 Ekim’de savaşın patlak vermesi, siyasi çözümsüzlüğe delalet ediyor. Savaşın ve sebep olduğu felaketlerin devam etmesi de İsrail’in yanında bir Filistin devletinin kurulmasına, işgalin sona erdirilmesine ve iki halk arasındaki başka meselelerin bu yönde çözülmesine dayalı müzakereci siyasi yola dönüşün gerekli olduğunu doğruluyor.
Uluslararası, Arap ve Filistinliler ile İsrailliler olmak üzere yerel tarafların bu çözüm üzerinde hemfikir olması dikkate değer. ABD Başkanı Joe Biden da savaşın patlak vermesinden bu yana pek çok kez “Hamas’ın işini bitirdikten sonra” siyasi yola dönmenin gerekliliğine işaret ederek bu tutumu dile getirdi. Biden, The Washington Post’ta yayımladığı bir makalede (18 Kasım 2023), “Eşit düzeyde özgürlüğe, fırsatlara ve saygınlığa sahip olarak yan yana yaşayan iki halkın varlığıyla temsil edilen iki devletli çözüm, barışa giden yolun götürmesi gereken sonuçtur. Ancak bunu gerçekleştirmek için İsraillilerle Filistinlilerin yanı sıra, ABD’nin ve müttefiklerimizle ortaklarımızın da taahhütte bulunması gerekecek. Bu işe hemen başlanmalı” ifadelerine yer verdi. Biden bu tutumunu, Ramallah’taki yönetimin Gazze’de iktidarı devralmasının gerekli olduğuna, böylece Batı Şeria ile Gazze’nin yeniden ‘birleşmesi’ sürecinin tamamlanacağına ve bunun da Filistin devletinin önünü açacağına dair işaretlerle de teyit etti.
Filistin Yönetimi, işgalin sona erdirilmesi ve İsrail’in yanında bir Filistin devleti kurulması konusunun ciddi bir şekilde ele alınmasını bekliyor
Biden’ın bu tasavvuru, çoğu Arap ülkesinin liderleri ve dışişleri bakanları tarafından da paylaşıldı. Arap liderler ve bakanlar, mevcut Gazze savaşı esnasında olduğu gibi, daha önce de onlarca kez savaşın, Filistin meselesinde iki devletli çözüm temeline dayalı olması gereken adil bir çözüme varılamamasından kaynaklandığını dile getirmişlerdi. Bu tutum, Arap ve İslam ülkeleri liderlerinin konuşmalarında ve 11 Kasım 2023’te Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam ülkeleri zirvesinin sonuç bildirisinde da açıkça ifade edildi. Sonuç bildirisinde, “İsrail işgalinin sona erdirilmesi ve Arap-İsrail çatışmasının uluslararası hukuka ve Güvenlik Konseyi kararları da dahil olmak üzere ilgili uluslararası meşruiyet kararlarına göre çözüme kavuşturulması için stratejik bir tercih olarak barışa bağlılığı teyit etme; tüm unsurları ve öncelikleriyle 2002 Arap Barış Girişimi’ne bağlılığı vurgulama; uluslararası hukuk, uluslararası meşruiyet kararları ve barışa karşılık toprak ilkesi temelinde ve Doğu Kudüs dahil işgal edilmiş Filistin topraklarına yönelik İsrail işgalini bitirmenin ve iki devletli çözümü uygulamanın yolunu açan uluslararası güvenceler ve bir takvim çerçevesinde güvenilir bir barış süreci başlatmak için en kısa sürede uluslararası bir barış konferansı düzenleme” çağrısı yapıldı.
Ramallah’taki Filistin liderliğinin de yukarıda zikrettiğimiz görüşü paylaştığını ve Batı Şeria, Kudüs ve Gazze işgalinin sona erdirilmesi ve İsrail’e komşu bir Filistin devleti kurulması meselesinin ciddi bir şekilde ele alınmasını beklediğini söylemeye gerek bile yok. FKÖ ve Filistin Ulusal Yönetimi liderliğinin onlarca yıldır bu tutuma sahip olduğu elbette biliniyor. Bu tutum, 1993’teki Oslo Anlaşması’ndan önce ve sonra defalarca ve açıkça dile getirildi.
Hamas’ın dönüşümleri
Bu hedefteki önemli gelişme, Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniyye’nin 1 Kasım 2023’te bir televizyon konuşmasında dile getirdiği tutum oldu. Bu konuşmada Heniyye, Hamas’ın “önce saldırının durdurulması ve geçitlerin açılması, sonra esir takası anlaşmasının yapılması ve nihayet başkenti Kudüs olan ve kendi kaderini tayin hakkı bulunan bağımsız bir Filistin devletinin kurulacağı siyasi yolun açılması şeklindeki kapsamlı vizyonunu” sunduğuna dikkati çekti. Tabi bu, mevcut savaşın çok öncesinde başlayan uzun bir sürecin devamıdır. Bu süreçte Hamas’ın tutumunda aşamalı bir değişime tanık olundu. Şöyle ki önce iki devlet ilkesini, Oslo Anlaşması’nı ve İsrail ile Filistin arasındaki tüm müzakere süreçlerini reddetti. Sonra Ulusal Yönetim gerçekliğini kabul etti ve 2006 yılında iktidar için meclis seçimlerine girdi, hatta seçimleri kazandı. Bu durum, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’ın ve Fetih hareketinin İsrail’in, ABD’nin ve Avrupa’nın yardımlarıyla seçim sonuçlarına itiraz etmesine yol açtı. Bunun üzerine Fetih’e yönelik darbesinin ardından Hamas’ın ağırlık merkezi Gazze Şeridi’ne taşındı ve Ramallah ile Batı Şeria’daki yönetime ‘paralel bir Filistin otoritesi’ kuruldu.
Bu bağlamda Hamas’ın 2017 yılında yayınlanan belgesi, bu gelişmenin bariz bir işaretiydi. Söz konusu belge, Hamas’ın “4 Haziran 1967 sınırlarında başkenti Kudüs olan tam egemenliğe sahip bağımsız bir Filistin devleti kurulmasını ve mültecilerle yerinden edilmişlerin çıkarıldıkları evlerine geri dönmesini ortak bir ulusal uzlaşma formülü olarak” gördüğüne dikkat çekildi.
Filistinliler, Araplar, Avrupalılar, Amerikalılar ve Filistin meselesinin geleceğiyle ilgilenen taraflar arasında medya ve siyaset düzeyinde güçlü bir yönelim dalgası olduğuna dair kanaati belgelemek kolay. Çatışmanın, İsrail’in yanında bir Filistin devletinin kurulması yoluyla çözülmesi ve bitirilmesi fikrini destekleyen yönelime göre her geçen gün şiddetle yenilenen çatışmanın temelinde İsrail’in işgali ve Batı Şeria’daki, Kudüs’teki ve Gazze’deki Filistinlilere yönelik işkencesi yatıyor. Bu gerçek, yakın zamanda Hamas’ın ve İslami Cihad’ın 7 Ekim’de Gazze’yi çevreleyen bölgeye yönelik operasyonu, o zamandan bu yana İsrail’in Gazze’ye, Batı Şeria’ya ve Kudüs’e yönelik geniş çaplı saldırıları, dahası İsrail’deki Filistinli vatandaşlara yönelik baskı ve bu saldırının korkunç sonuçları üzerinden gözler önüne serildi.
İsrail, Filistinlileri ve Arapları müzakerelerle yoracak ve bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmeyecektir. İzak Şamir
Hiç şüphesiz güçlü olan bu yönelim bence iki devletli çözüme geri dönülebileceği yanılsamasına dayanıyor. ABD’li liderler, bazı Avrupalılarla Araplar, hatta Filistinliler başta olmak üzere pek çok kişi için bu, siyasi bir çözüme susamış Filistinlileri çözümün çok yakında olduğuna ve Gazze’ye yönelik savaşı destekleyen ya da karşı çıkan, ancak İsrail’in işgaline açıkça karşı koymayan ya da en azından İsrail’in saldırısını durdurmak için kendisinden bekleneni yapmayan tüm güçlerin savaş sona erdikten sonra bağımsız Filistin devleti dahil olmak üzere iki devletli çözüm projesini tamamlamak için baskı yaparak Filistinliler için adalet arayacaklarına inandırmak için masaya konan bir araç olabilir. Bu senaryo, daha önce, dahil olan taraflar ve ülkeler bakımından neredeyse aynı siyasi oyuncularla ve elbette bunu geçmişte sahneleyen kişiler değiştirilerek oynanan senaryolara benziyor.
1990 tecrübesi
Mesela 1990 yılında Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın işgalinin ardından Kuveyt’in kurtarılması için başlatılan savaş öncesinde ve esnasında bunun resmî olarak yaşandığını hatırlatalım. O zaman da merkezî oyuncular, işgali bitirmek ve Batı Şeria’daki, Gazze’deki ve Kudüs’teki Filistinlileri özgürleştirmek için çalışacaklarını vurgulamıştı. Gerçekten de 1991 yılında Madrid Konferansı düzenlendi. Dönemin İsrail Başbakanı İzak Şamir, bu konferansın ardından İsrail’in Filistinlilerle Arapları müzakerelerle yoracağını ve bir Filistin devleti kurulmasını kabul etmeyeceğini duyurdu. Bilindiği üzere Birinci Filistin İntifadası (1987-1992), işgalin sona erdirilmesi ve iki devletli çözüm meselesinin yanı sıra uluslararası saflaşmalara da yol açtı, ancak bu saflaşmalar, Oslo Anlaşması’nın imzalanması ve sınırlı bir güce ve etkiye sahip bir Filistin yönetiminin kurulmasıyla sona erdi. Bu Filistin yönetimi aşamalı olarak işgali destekleyen bir otoriteye dönüştü. Bu bağlamda İsrail siyasetinin o dönemdeki iki kutbu Başbakan İzak Rabin ve Dışişleri Bakanı Şimon Peres tarafından Oslo’nun ne tam bir Filistin bağımsızlığı ne de tam egemen bir Filistin devleti anlamına geldiğine dair açık işaretleri de akla geliyor.
Aynı bağlamda Yaser Arafat ve İsrail Başbakanı Ehud Barak, 2000 yılında ABD’deki Camp David’de ABD Başkanı Bill Clinton aracılığıyla görüşmeler gerçekleştirdi. İsrail Başbakanı, tartışılan dört konuda Filistin tarafının desteklediği uluslararası kararlara yanaşmayı reddetti. Bu dört konu şuydu: Kudüs, yerleşimler, 4 Haziran sınırları ve mülteciler. Hal böyle olunca görüşmeler patladı ve ardından ABD Başkanı ve çevresi tarafından İsrail’in tutumunu destekleyen yalanlar geldi. Buna göre Filistin Devlet Başkanı, uzlaşmayı ve ‘İsrail’in acı verici tavizlerini’ reddetmişti. Bu da İkinci İntifada’nın kapısını araladı.
Aynı senaryo İkinci Filistin İntifadası (2000-2003) sırasında da oynandı. 2003 yılında ABD Başkanı George W. Bush, bir yol haritası ortaya koydu. Hatta Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, Filistin rejimini değiştirmeye ve Filistinlilerin temel meselelerinde uzlaşmacı ve çok tavizkâr tutumlar sergileyen ve siyasi sürecin destekçisi olan Mahmud Abbas’ı atamaya zorlandı. Ancak dönemin İsrail Başbakanı Ariel Şaron, bu yol haritasına on dört itiraz sunarak, İsrail’in Batı Şeria’nın tamamından ve Kudüs’ten çekilmesi konusundaki etkisini geçersiz kıldı. Ayrıca Gazze Şeridi’nden tek taraflı çekilmeyi uygulamaya koydu. Böylece İsrail, Kudüs ve Batı Şeria’da daha da güçlenecek ve Filistin devletinin kurulmasını engelleyebilecekti. Ki öyle de oldu.
Sahadaki mesele çözüldü ve siyasi olarak geri dönüşü olmayan tek devletli bir gerçeklik oluşturuldu
Burada şuna dikkat çekmek gerekir ki Şaron’dan sonraki İsrail Başbakanı Ehud Olmert, uzlaşma olasılığına dair önemli fikirler sundu, ancak bu fikirler, ciddi olarak tartışılmadı ve bir sonuca bağlanmadı. Zira Olmert, yolsuzluk davalarına karışmış ve istifaya zorlanmıştı. Ondan sonra yapılan seçimlerin ardından Binyamin Netanyahu, İsrail Başbakanı olarak tekrar göreve geldi. Netanyahu, bir Filistin devletinin kurulmasına karşı duruşuyla tanınıyor ve esas olarak C Bölgesi’nin bir kısmının İsrail’e ilhak edilmesi çağrısında bulunuyor. Ona göre Filistinliler, bir Filistin devletinden vazgeçip genişletilmiş bir özyönetim ile yetinmeli. Hükümetinin çoğu üyesi ise ondan daha katı tutumlar sergiliyor. Bu da bağımsız bir Filistin devleti fikrinin İsrail tarafından reddedilen bir fikir olduğunun göstergesi.
‘Filistin Devleti’ fikrinin yok olması
İsrail’in yanında bağımsız bir Filistin devleti fikrinin yok olması elbette sadece İsrail’in tutumuyla alakalı değil. Bu durum aynı zamanda birtakım gelişmelere de bağlı. Bu gelişmelerin en önemlisi Filistin ulusal hareketinin parçalanması ve dağılmasıdır. Dolayısıyla mevcut haliyle ne Filistin Yönetimi ne de FKÖ, İsrail’le köklü bir çözüm görüşmelerinde Filistinlileri temsil edemez. Öte yandan dünya, Filistin-İsrail çatışmasıyla ilgilenmeye devam etmekten daha önemli meselelerle meşgul. Bu konuya yönelik mevcut ilgi, geçici bir ilgidir ve son iki ayda yaşanan olayların dehşetinden ve Batı sokaklarında savaşa ve sebep olduğu felaketlere karşı sesini yükseltenlerin gücünden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda belirtilmesi gereken en önemli şey şu ki İsrail’in durumu, Netanyahu ortadan kalksa veya yeni seçimler merkezî bir İsrail hükümeti getirse bile, ne bağımsız bir Filistin devletini kabul etmeye ne Batı Şeria’dan, Kudüs’ten ve hatta Gazze Şeridi’nde yeniden işgal edilen bölgelerden tam anlamıyla çekilmeye ne de mülteci meselesinin çözümüne dair net bir tutum sergilemeye müsait.
Bütün bunlara Kudüs ve Batı Şeria’daki durum ve bu bölgelerdeki İsrailli yerleşimcilerin sayısının bir milyona yaklaşması da ekleniyor. Bu yerleşimciler, Batı Şeria topraklarının çoğunu ele geçirmek ve oradaki Filistinlilere eziyet etmeyi sürdürmek için gösterdikleri ısrarlı ve başarılı çabalarda İsraillilerin yarısından fazlası tarafından destekleniyor (Kudüs’te mesele bir süre önce kapandı). Bu konuda ortaklaşa hareket ettikleri İsrail ordusu ise onları korumakla kalmıyor, aynı zamanda Filistin güvenlik güçlerinin sessizliği ve bazen de iş birliğiyle sivilleri taciz etmelerine ve oradaki Filistinlilerin mal varlıklarına el koymalarına da imkân tanıyor.
Özetle sahada mesele halloldu ve ABD’li Sosyolog Ian Lustick’in iki yıl önce yayınlanan “Tek Devletli Gerçeklik” kitabına da adını veren durum oluşturuldu. Bu, ‘işgalin bitirilmesi ve bir Filistin devletinin kurulması’ için mevcut destek dalgası gibi düşünme çabaları devam etse dahi siyasi olarak geri dönüşü olmayan bir gerçeklik.
Kuvvetle muhtemel İsrailliler ile Filistinliler arasındaki çatışma, kanlı çatışmanın hızı artıp azalarak yıllar, hatta on yıllar boyu devam edecek
Bu analiz bizi şu soruya götürüyor: Peki, ne yapmalı? Patlayan bu çatışmaya ciddi bir barışçıl siyasi çözüm olasılığına dair tasavvur nasıl netleştirilebilir? Öncelikle bir asırdan fazla bir süredir devam eden bir çatışmayla karşı karşıya olduğumuzu ve barışçıl bir siyasi çözüme gerçekten yaklaşıyor gibi görünmediğimizi belirtmek önemli.
Kuvvetle muhtemel İsrail ile Filistin tarafları arasındaki çatışma, kanlı çatışmanın hızı artıp azalarak önümüzdeki yıllar, hatta on yıllar boyu devam edecek. Bununla birlikte patlayan çatışmanın ötesine geçen teorik ve uzun vadede olası çözüm, esasen Filistin/İsrail’deki sömürgeci ve apartheid durumu ortadan kaldırmak için devam eden barışçıl bir projeyi temsil ediyor. Söz konusu durum, mevcut savaşın patlak vermesinin ardından tarihî Filistin’in her yerinde derinliğini artırdı.
Diğer bir deyişle ‘Tarihî Filistin’in (1948 Filistini ya da bugünkü İsrail toprakları) iki ana topluluğu Yahudi İsrailliler ile Arap Filistinliler arasında sivil ve ulusal eşitlik zemininde dengeyi sağlamaya dayalı uzlaşma ilkesine göre “Nehir’den Deniz’e Özgür Filistin” sloganını hayata geçirmek için çaba harcanmalı.
Demek istediğim şu: Bu ülkede ırksal üstünlük ve işgalci sömürgecilik gerçekliğinden adalet, özgürlük ve eşitlik ilkeleri üzerine inşa edilen tek devlet gerçekliğine dönüşümü başarmak için uygulanabilir bir siyasi tasavvur ve ‘paradigma’ oluşturmaya ihtiyacımız var.
Bu ülkede sistemsel bir değişiklik yolunda Filistinliler olarak bize ve Arap ve uluslararası müttefiklerimize bu ilkeler rehberlik etmeli. Dikkat çekmemiz gereken en önemli meselelerden biri de ana müttefiklerimize, yani dünya sokaklarında savaşa ve İsrail’in Gazze’de ve tüm Filistinlilere karşı işlediği suçlara karşı sesini yükselten göstericilere hitap edecek bir söyleme ihtiyacımız olduğudur. Böyle bir söylem, herhangi bir uzlaşma ve oraya giden yol için sadece insani ilkeleri dikkate alabilir. Bu söylemde sivillere karşı terörü meşrulaştıran ya da temel demokratik değerlere dayanmamış ve bu çatışmanın nihai çözümü olarak (Yahudi veya Arap olsun) ayrıştırıcı ulus devlete ya da dindar devlete karşı çıkmamış bir sistem inşa etme meselesini benimseyen değerlere yer yok.
Gerçi ben bu ülkede yaşadığımız durumun ayırt edici özellikleriyle uyumlu olacak şekilde burada kendi yolumuzu çizmemiz gerektiğine derinden inanıyorum. Ama yine de Güney Afrika ve orada Nelson Mandela öncülüğünde yaşanan dönüşüm, burada gerçekleştirilebilecek şey konusunda yol gösterici olabilir.
Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.