Biden yönetimi İran'ın ateşi altında

Cumhuriyetçiler Tahran'a ‘doğrudan’ yanıt verilmesi çağrısında bulundu.

Ürdün'ün kuzeydoğusunda Kule 22 olarak bilinen Amerikan askeri üssünün uydu görüntüsü (AP)
Ürdün'ün kuzeydoğusunda Kule 22 olarak bilinen Amerikan askeri üssünün uydu görüntüsü (AP)
TT

Biden yönetimi İran'ın ateşi altında

Ürdün'ün kuzeydoğusunda Kule 22 olarak bilinen Amerikan askeri üssünün uydu görüntüsü (AP)
Ürdün'ün kuzeydoğusunda Kule 22 olarak bilinen Amerikan askeri üssünün uydu görüntüsü (AP)

Ürdün-Suriye sınırında Amerikan kuvvetlerine yapılan saldırı, Joe Biden yönetimi ile bölgedeki İran vekil güçlerinin art arda saldırıları sonucu Amerikan kayıplarına aşırı öfkelerini dile getiren Cumhuriyetçiler arasındaki büyük ayrılığı perçinledi.

ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın (CENTCOM), Ürdün'de Suriye sınırındaki bir Amerikan üssüne gerçekleştirilen insansız hava aracı (İHA) saldırısı sonucu 3 ABD Ordusu personelinin öldüğünü, 34 kişinin de yaralandığını doğrulamasının ardından Senato ve Temsilciler Meclisi'ndeki Cumhuriyetçiler, Biden'ın Tahran'a yönelik ‘yumuşak’ politikasını eleştirdi. Cumhuriyetçi isimlerden bazıları da Biden'ı, İran'a net ve doğrudan yanıt verme konusunda kesin bir karar almadığı için bu tür saldırıların artmasına neden olmakla suçladı.

ABD Temsilciler Meclisi'nin Cumhuriyetçi Başkanı Mike Johnson, X platformu aracılığıyla ABD yönetimine, “Güçlerimize yönelik saldırıların hoş görülmeyeceğine dair tüm dünyaya açık bir mesaj göndermeliyiz” çağrısında bulundu.

ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Michael McCaul, sert bir dille yaptığı açıklamada, “İran’ın vekil güçlerinin ekim ayından bu yana Amerikan kuvvetlerine 150'den fazla saldırı düzenlediğini” kaydetti.

Ancak pazar günü Ürdün'ün Suriye ile kuzeydoğu sınırı yakınında “Kule 22” olarak bilinen uzak bir bölgeye düzenlenen saldırıya kadar, ABD askerleri ölmemiş veya pek çok kişi yaralanmamıştı. Bu Biden'a, Tahran'la doğrudan bir savaş riskine girmeden, İran destekli güçlere kayıplar verdirerek ABD'nin tepkisinin yükünü dağıtmak için siyasi alan sağladı.

McCaul, sert bir ses tonuyla yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

Biden yönetiminin Ortadoğu'daki başarısız politikası, ABD'nin Ortadoğu'daki düşmanlarına karşı caydırıcılık politikasını yok etti. Ulusal güvenlik çıkarlarımızı korumak ve caydırıcılığı yeniden tesis etmek için Ortadoğu'daki politikamızı radikal bir şekilde yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor.

Doğrudan müdahale ile ‘caydırıcılığı yeniden tesis etme’ arasında

ABD’li siyasiler, İran'a yanıt vermek için yönetimin önündeki seçenekleri gözden geçirdi. En ‘cesur’ teklif, Pentagon'a “İran'ı doğrudan hedef alma” çağrısında bulunan Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham'dan geldi.

Graham, yaptığı açıklamada şunları söyledi:

Biden yönetimi İran'ın tüm vekil güçlerini hedef alabilir ancak bu İran'ın saldırılarını durdurmayacaktır. Biden yönetimini, yalnızca güçlerimizin öldürülmesine karşılık vermek için değil, aynı zamanda gelecekteki saldırılara karşı caydırıcı olmak için İran içindeki önemli hedefleri vurmaya çağırıyorum.

Graham bununla yetinmedi ve şöyle devam etti:

“İran rejiminin anladığı tek şey güçtür. Rejim bunun bedelini altyapısı ve personeliyle ödeyene kadar ABD güçlerine yönelik saldırılar devam edecek.”

Cumhuriyetçi Senatör Tom Cotton ise şunları söyledi:

Biden yönetimi güçlerimizi kolay hedef olarak bıraktı. Bu saldırılara verilecek tek yanıt, İran ve Ortadoğu'daki İranlı terörist güçlere karşı yıkıcı bir askeri misilleme olmalıdır.

ABD Temsilciler Meclisi Silahlı Hizmetler Komisyonu Başkanı Cumhuriyetçi Temsilci Mike Rogers da Tahran'a karşı eylem çağrısında bulundu.

Rogers, “Aslında çok uzun zaman oldu. Bırakın Başkan Biden nihayet terörist İran rejimini ve onun aşırıcı müttefiklerini gerçekleştirdiği saldırılardan sorumlu tutsun” dedi.

Bazıları, bu keskin tutumları benimsemenin, ABD'yi bölgede şiddetli bir çatışmaya sürükleyecek çok taraflı bir kriz yaratacağı konusunda uyardı. Biden ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John Kirby aracılığıyla “uygun yer ve zamanda” yanıt vereceğine söz veren ABD yönetiminin korktuğu da bu söz konusu kriz.

Kirby, CNN'e verdiği röportajda şunları söyledi:

Başkan Biden saldırıya uygun şekilde karşılık verecektir, ancak biz İran'la savaş peşinde değiliz. Ortadoğu'da daha geniş bir çatışma istemiyoruz.

ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin, saldırıda Amerikan askerlerinin öldürülmesinden duyduğu üzüntüyü ve öfkeyi dile getirerek, kendisinin ve Biden'ın ABD kuvvetlerine yönelik saldırılara tolerans göstermeyeceğini, onları savunmak için ‘gerekli tüm adımları’ atacaklarını vurguladı.

Ancak görünen o ki Cumhuriyetçiler bu sefer kararlı ve doğrudan bir tepkinin önemi etrafında birleşti. ABD Senatosu'ndaki Cumhuriyetçilerin liderleri Mitch McConnell, “ABD'nin düşmanlarını caydırmadaki başarısızlığı bir kez daha Amerikalıların can kaybına yansıdı. Bu şiddetli saldırıya tereddütle ve yetersiz tedbirlerle cevap verme lüksümüz yok” dedi.

Bu yılki başkanlık seçimlerinde Biden'a rakip olmak için hazırlanan eski Başkan Donald Trump, saldırıyı “Joe Biden'ın zayıflığının ve teslimiyetinin bir sonucu” olarak nitelendirdi.

Demokratların çekincesi

Demokratlar ise Biden'ın politikasını alenen eleştirme ve herhangi bir doğrudan tepkiyi destekleme konusunda isteksizdi. Bu nedenle Temsilciler Meclisi'ndeki liderleri Hakeem Jeffries, basitçe şunları söyledi:

Saldırılardan sorumlu olan her unsur sorumlu tutulmalıdır.

Demokrat bir politikacı, Biden'ın Gazze Şeridi'nde İsrail ile Hamas arasındaki çatışmayı kontrol altına alma stratejisinin başarısızlığıyla ilgili endişesini açıkça dile getirdi.

İsrail ile Hamas arasındaki savaşta ateşkes çağrısını yineleyen Demokrat Temsilci Barbara Lee, “Şu anda gördüğümüz gibi, durum kontrolden çıkıyor ve bölgesel bir savaş gibi görünmeye başlıyor. Ne yazık ki bu ABD'yi ve güçlerimizi zarar görmeye açık hale getiriyor” ifadelerini kullandı.

Irak'ta dört dönem Deniz Piyadesi olarak görev yapan Demokrat Temsilci Seth Moulton, Cumhuriyetçilerin savaş çağrılarına karşı çıkarak şunları söyledi:

“Caydırıcılık zordur ve savaş daha kötüdür.”

Moulton sözlerini şöyle sürdürdü:

İran'la savaş çağrısı yapan korkaklar! Eylemleriniz düşmanın çıkarınadır. Oğullarınızı ve kızlarınızı savaşa göndermenizi görmek isterim. Şartlarımıza ve zaman çizelgemize uygun, etkili bir stratejik tepkiye sahip olmalıyız.

Yanıt seçenekleri

Reuters'e göre uzmanlar, Biden'ın yanıt seçeneklerinin yurtdışındaki ve hatta İran içindeki rejim güçlerini hedef almaktan, İran tarafından desteklenen saldırıdan sorumlu militanları hedef almakla sınırlı, daha temkinli bir misilleme saldırısı gerçekleştirmeyi seçmeye kadar değişebileceğini söylüyor.

Eski CENTCOM Komutanı General Joseph Votel, Şarku'l Avsat'a şunları söyledi:

Herhangi bir yanıtın belirsizlikten uzak olması ve bu saldırıdan İran'ı doğrudan sorumlu tuttuğumuzu göstermesi gerektiğine inanıyorum. Bu, saldırının Tahran'ın değer verdiği ve kaybının onlara bu kaybın sonuçlarını hissettirmesi gereken bir şeye karşı olması gerektiği anlamına geliyor. İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) liderleri iyi bir örnek ama başka seçenekler de var.

Votel, ABD'nin bu tür bir tepkisinin çatışmanın kapsamını genişleteceği teorisine karşı çıkarak, “Cevabımızın çatışmanın kapsamını genişletmek veya İran'a karşı savaş başlatmak anlamına geldiğini düşünmüyorum” dedi.

Votel sözlerini şöyle sürdürdü:

Kule 22'ye yapılan bu saldırı herhangi bir provokasyon olmadan gerçekleşti. Güçlerimiz, egemen bir ülkenin isteği üzerine DEAŞ'la mücadele amacıyla oradaydı. Ancak bu saldırının cezasız kalmasına izin veremeyiz. Cevabımız İran'a, bu saldırıdan ve ajanlarının bölgede Irak, Lübnan, Suriye ve denizde gerçekleştirdiği diğer saldırılardan onları tamamen sorumlu tuttuğumuza dair açık ve doğrudan bir mesaj vermelidir.

Uzmanlar, doğrudan İran kuvvetlerine yönelik herhangi bir saldırının, Tahran'ı güçlü bir karşılık vermeye zorlayabileceği ve ABD'yi Ortadoğu'da büyük bir savaşa sürükleyebilecek şekilde durumu gerginleştirebileceği konusunda uyardı.

Center for a New American Security (CNAS) Ortadoğu Güvenlik Programı Direktörü Jonathan Lord, doğrudan İran'ın içine saldırmanın Tahran'da rejimin hayatta kalması konusunda soru işaretleri yaratacağını ifade ederek, “Bir şeyleri açıkça yaptığınızda bu İranlılar açısından büyük bir gerginlik teşkil ediyor” dedi.

Washington merkezli Ortadoğu Enstitüsü'nden Charles Lister, olası bir tepkinin Irak veya Suriye'deki İran destekli gruplarda önemli veya öne çıkan liderlik pozisyonunu hedef almak olabileceğini söyledi.

Lister, şu ifadeleri kullandı:

Bu sabah yaşananlar, bu ajanların son iki ya da üç ayda yaptıklarından tamamen farklı bir düzeydeydi. Fakat İran içinde bir şeyler yapılması yönündeki tüm çağrılara rağmen, bu yönetimin bu yemi yutacağını düşünmüyorum.

İsminin gizli kalmasını isteyen bir ABD Savunma Bakanlığı yetkilisi, Reuters'e verdiği demeçte, İran'ı takip etmenin ikinci ve üçüncü etkilerinin ne olabileceğinin net olmadığını söyledi.

Yetkili, “Eğer ABD topyekûn bir savaşa hazır değilse İran'a saldırmak bize ne kazandıracak?” diye sordu.

Uzmanlar, İsrail'in, 20 Ocak'ta Şam'da dört DMO yetkilisinin öldürülmesi de dahil olmak üzere, İran'ı durdurmadan yıllardır Suriye'deki İran hedeflerini vurduğunu söyledi.

ABD son birkaç ayda yurt dışında İran'la bağlantılı hedefleri vurdu. ABD ordusu kasım ayında sadece İran destekli bir grup tarafından değil, aynı zamanda DMO tarafından da kullanılan bir tesisi vurduğunu açıklamıştı.

Ancak Lister, ABD'nin daha önce İran dışındaki İranlıları hedef aldığını, örneğin 2020'de DMO’nun dış operasyonlarını yürüten Kasım Süleymani'yi hedef alan bir operasyon gerçekleştirildiğini ve Tahran'ın buna yalnızca sınırlı bir süre içinde yanıt verdiğini söyledi.

Lister, “Eğer yeterince yüksek düzeyde ve ciddi bir saldırı olursa, bir dereceye kadar İran'ın ilk önce geri çekilebileceğini gösteren bir geçmişimiz var” dedi.



Yeni coğrafya ve eski siyaset arasında Arap Maşrık bölgesi

Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
TT

Yeni coğrafya ve eski siyaset arasında Arap Maşrık bölgesi

Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)
Beyrut'un havadan bir fotoğrafı (Reuters)

Elie el-Kasifi

Geçtiğimiz hafta bölgedeki statüko ilgili belki de en önemli açıklama, ABD Özel Temsilcisi Tom Barrack'ın 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile Arap Maşrık (Levant) bölgesi için çizilen sınırların İsrail için hiçbir şey ifade etmediğini söylemesiydi. Bu, Tel Aviv’in en azından kısa ve orta vadede, gerçekleştirilebilir bir İsrail projesinden ziyade, bölgedeki bazı taraflar için siyasi bir propaganda aracı haline gelen “Büyük İsrail” vizyonunu gerçekleştirmek üzere olduğu sonucuna hemen varmayı gerektirmiyor. Elbette, yüz veya iki yüz yıl sonraki jeopolitik durumu tahmin etmeye dayanan herhangi bir analiz, en hafif tabirle, yanlış ve kesinlikten uzaktır. Ancak aynı zamanda, Batı Şeria başta olmak üzere Filistin toprakları ile başlayan, mevcut İsrail yayılmacı projesinin ciddiyeti de küçümsenemez.

İsrail hükümetinin, Filistin devletini tanımaya hazır Batılı ülkelerin sayısı arttıkça, zamanla yarışırcasına bölge üzerinde İsrail egemenliğini tesis etmeyi görüşmek üzere salı günü toplanmasının ardından, Batı Şeria’da ilhak süreci yeni ve daha tehlikeli yollara sapıyor. Gazze Şeridi'ne gelince, İsrail'in Gazze şehrini işgal etme planı, İsrail’in bu yayılmacı projesinden ve ABD'nin sızdırılan planından ayrı düşünülemez. Söz konusu plan, sakinlerini yerinden ettikten sonra Gazze’yi on yıl boyunca yönetmeyi ve Donald Trump'ın “Ortadoğu Rivierası” vizyonuna benzeyen devasa bir yatırım projesine dönüştürmeyi içeriyor. Suriye'de de durum pek farklı değil; İsrail, ABD sponsorluğunda yürütülen Suriye-İsrail görüşmelerine rağmen, yeni Suriye yönetimine doğrudan meydan okuyarak saldırılarını sürdürüyor. Aynı meydan okuma, özellikle Suriye'deki bölgesel nüfuz haritası nedeniyle İsrail ile arasındaki gerginliğin yüksek olduğu Türkiye için de geçerli.

Şarku’l Avsat Al Majalla’dan aktardığı analize göre İsrail'in beş sınır noktasını işgal ettiği Lübnan'a gelince, İsrail şu anda bu sınır noktalarından çekilmeye hazır değil ve bu çekilmenin başlangıcını Hizbullah'ın silahlarını Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesine bağlıyor. Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıysa, Lübnan'da bu konudaki iç uzlaşının başarısız olması, Amerikan arabuluculuğunun, Lübnan ve İsrail arasında kasım ayında varılan dolaylı ateşkesi pekiştirme müzakerelerinde “bir adıma karşılık bir adım” ilkesini tesis edememesiyle giderek daha karmaşık ve silahsızlandırmadan uzak bir hal alıyor. Oysa Barrack, Lübnan hükümetinin 7 Ağustos'ta ateşkes anlaşmasının uygulanması ile bağlantılı Amerikan belgesinin hedeflerini onaylamasının ardından, İsrail'e Lübnan'a doğru bir adım atması için baskı yapma sözü vermişti. Lübnan ve İsrail arasındaki ateşkes anlaşması, Hizbullah'ın silahlarını bu yıl sonu olarak belirlenen süre içinde Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesini öngörüyordu ve hükümet de bunu onayladı.

Olayların tarihsel arka planının, özellikle ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir

Ancak bu son tarihe uyulamayacak gibi görünüyor ve bu da konuyu daha fazla belirsizliğe ve Hizbullah ile Lübnan'a karşı yeni bir İsrail savaşı tehlikesine açık hale getiriyor. Geçen hafta İsrail'den dönen ABD Özel Temsilcisi, İsrail'in karşılık olarak bir adım atacağına dair hiçbir vaat taşımıyordu. Aksine, İsrail'in, Lübnan Ordusu'nun güneyde ve Lübnan'ın geri kalanında Hizbullah'ın silahlarını toplama yeteneğine bağlı olarak, beş bölgeden kademeli olarak çekilmeye hazır olduğunu vurguladı. Ürdün de, İsrail'in bu yayılmacı projesinin sonuçlarından muaf değil. Bunun birinci nedeni, Batı Şeria'daki Filistinlilerin Ürdün'e göç ettirilmesi riski, ikincisi de Trump yönetiminin Tel Aviv'e Batı Şeria'nın ilhakı yerine “boş” olan Ürdün Vadisi'ni ilhak etmesini önerdiğine dair Amerikan sızıntılarıdır.

Tüm bunlar, Arap Maşrık bölgesini İsrail'in yayılmacı projesi tarafından tehdit edilen tek bir coğrafya olarak görmeyi gerektiriyor. Bu, öncelikle, bir Filistin devletinin engellenmesinin bu projenin merkezinde yer aldığı anlamına geliyor; ancak proje bununla sınırlı değil, zira bu devletin engellenmesi, Maşrık coğrafyasının tamamının İsrail çıkarları doğrultusunda ve Amerikan desteğiyle değişikliğe ve “ilhak ile bölünmeye” açık hale gelmesi anlamına geliyor. İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı devirmesi konusunda ne şaşkınlık ne de kınama ifade eden Barrack'ın açıklamasının önemi de buradan geliyor. Bu, Washington'un İsrail'e bu anlaşma kapsamında çizilen sınırları ihlal etmeme konusunda kırmızı çizgiler çizmediği anlamına geliyor. Yine bundan, İsrail'in genişlemelerinin geçici önlemler olmadığı, aksine bölgesel düzeyde farklı, tahmin edilemez ve bölgedeki yeni statükoya ilişkin nihai bölgesel-uluslararası müzakerelere konu olabilecek bir coğrafi durumun habercisi olduğu anlaşılıyor. Ancak pratikte Barrack, eski statükoyu savunabilecek yerel, bölgesel veya uluslararası bir güç henüz ortaya çıkmazken, en azından İsrail açısından, önceki statükonun çöktüğünü deklare etmiş oldu.

dfrgt
ABD'nin Lübnan Özel Temsilcisi Thomas Barrack, Beyrut, 22 Temmuz 2025 (Reuters)

Burada yalnızca bölgesel bir meseleyle değil, aynı zamanda sadece düşmanlar değil, müttefikler arasındaki angajman kurallarını da hesaba katarsak uluslararası bir meseleyle karşı karşıyayız. Bu temelde, Ukrayna meselesi ve ticaret meseleleri (vb.) konusundaki mevcut Avrupa-ABD çatışmasının bölgeye de sıçraması muhtemel, ki bu transatlantik çatışmanın ortasında ortaya çıkan Filistin devletinin tanınması konusundaki anlaşmazlık ile zaten sıçramış durumda. Bu meselenin tarihsel arka planı, Amerikalıların bölgedeki Batı sömürgeciliğinin temellerini, özellikle Fransızlar ve İngilizlerden miras aldıkları göz önüne alındığında göz ardı edilemez. Mevcut sınırları çizenler onlar değildi. Dolayısıyla bu sınırlar, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece değiştirilemeyecek sömürgeci mirasının bir parçası değil. Kaldı ki Amerikan politikalarında veya genel olarak Batı politikalarında böyle sabitelerin olmadığı gerçeğini de hesaba katmak gerekir. Ancak, olayların tarihsel arka planının, özellikle de şu anda ABD ve Avrupa arasında olduğu gibi, ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Ancak tüm bunlardan önemlisi, Barrack'ın tutumu genel Amerikan tutumunu yansıtmasa da, bölgeye yönelik sabit bir Amerikan stratejisinin olmadığını gösteriyor. Aksine, koşullara ve fırsatlara dayalı dinamik bir strateji söz konusu. Bu, ABD'nin İsrail'e yeşil ışık yakmasını, ancak aynı zamanda Washington'un Tel Aviv'in politikalarının bölgedeki genel çıkarlarını tehdit edebileceğini hissettiği belirli anlarda da kırmızı ışık yakmasını açıklıyor. Bunlar da bir tür müttefikler arasındaki angajman kurallarıdır, ancak ABD ve İsrail arasında dünya çapında özel ve benzersiz olan bir türdür. Bu nedenle, bazen Tel Aviv'in bölgede Amerikan politikalarını uyguladığı veya iki ülkenin bölgeye yönelik politikalarındaki farklılıkları tespit etmenin zor, hatta çok zor olduğu görülüyor, özellikle de Donald Trump döneminde.

Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli

Bu nedenle, Maşrık bölgesinde tüm ülkelerini kapsayan yeni ve farklı bir statüko ile karşı karşıyayız. Bu durum, İsrail ile Güney Suriye, Güney Lübnan veya Batı Ürdün’deki sınır bölgeleriyle sınırlı değil; Filistin topraklarından ise bahsetmeye bile gerek yok. Aksine, etkileri bu ülkelerin içlerini de kapsayacak; zira İsrail ile sınırlardaki değişiklikler, 7 Ekim 2023'ten sonraki savaşların bölgede ortaya çıkardığı yeni güç dengesini yansıtıyor. Dolayısıyla İsrail, bu tarihten önce olanla sonrasının aynı olmaması gerektiğinde ısrar ediyor. Bir başka deyişle, Amerikan desteği ve himayesiyle, önceki durumu üreten tüm sebep ve faktörleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ancak, konu yalnızca siyasi ve güvenlik boyutlarıyla sınırlı değil; ekonomik çöküş yaşayan ülkelerdeki farklı ekonomik durumu da kapsıyor. Örneğin, Güney Lübnan'ı ele alırsak, Trump'ın oradaki ekonomik bölge planı, şu ana kadar teorik olarak, ülkenin ekonomik ve finansal merkezini unutulmuş ve ihmal edilmiş başkent Beyrut'tan güneydeki sınır bölgesine kaydırıyor. Bu, önceki sınırları neredeyse geçersiz kılacak ve böylece eski siyasi ve ekonomik durumu da neredeyse geçersiz kılacak şekilde, bölgenin ekonomik ve siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesinden başka bir şey değil. Gazze Şeridi'nin “ertesi gün”ünden ise bahsetmeye bile gerek yok; zira Gazze’deki ertesi gün büyük meydan okumalar içeriyor, fakat bölgede vaat edilen yeni statükonun can damarını da oluşturuyor. Gazze Şeridi, Washington'un oradan bölgenin tüm işlerini yönetebileceği en büyük Amerikan kolonisine dönüştürülecek. Bu arada, birçok Lübnanlı, Lübnan ile ilgili “ertesi gün” vizyonunu, ülkede bölgedeki en büyük Amerikan büyükelçiliği inşa edildiğinden, ülkelerinin bölgedeki Amerikan varlığının merkezi olacağı varsayımına dayandırıyor.

defrt
Suriyeliler, başkentin muhalif savaşçılar tarafından ele geçirilmesinin ardından Suriye'ye dönmek için, Beyrut'un doğusundaki Mesna Sınır Kapısına doğru yürüyorlar, 8 Aralık 2024 (AFP)

Tüm bunların ışığında, (büyük ekonomik zorluklara ve siyasi meydan okumalara rağmen istikrarlı bir durumda olan Ürdün hariç) Maşrık'ın dağılmış ve çökmüş ülkelerinin iç iradesinin, yaşanan değişimleri, vaat edilen ve bölgede bu kez tamamen Amerikan kimliğini taşıyacak Batı sömürgeciliğinin yeni bir dönemini temsil edecek “yeniden inşa”yı etkileme kabiliyetleri konusundaki temel soru öne çıkıyor. Bu yeni dönem, Batı Avrupa'nın Maşrık, özellikle de Lübnan'daki son nüfuz alanlarının tasfiyesini ve Rusya ile Çin'in Maşrık’tan nispeten uzak tutulmasını da içeriyor. Savaşlar, müdahaleler, krizler ve bazıları sömürgecilik veya Siyonist proje ile mücadele bahanesiyle yönetilen rejimler tarafından ezilen bu irade, toplumlarını avlamış ve siyaseti öldürmüştür. Bu sadece Suriye'yi değil, aynı zamanda onlarca yıldır Suriye'deki Esed rejiminin söylemleri ve İran'ın yayılmacı projesi tarafından yönetilen Lübnan'ı da kapsamaktadır. Diğer nedenlerin yanı sıra bu durum, siyasi bir çöl yarattı ve güç dengelerini dikkate alan, ancak ortaya çıkan değişimlere göre ulusal çıkarları yeniden tanımlayabilen yeni bir dille alternatif bir söylem üretebilecek, değişimlere ayak uydurabilecek ciddi bir siyasi canlılığı öldürdü. Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli.


Smotrich, Netanyahu'ya Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı alma çağrısında bulundu

İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
TT

Smotrich, Netanyahu'ya Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı alma çağrısında bulundu

İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)
İsrail işgal ordusunun buldozerleri, işgal altındaki Batı Şeria'nın Ramallah kentindeki bir köyde Filistinlilerin evlerini yıktı. (AFP)

Aşırı sağcı İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Başbakan Binyamin Netanyahu'dan bir hükümet toplantısı düzenleyerek, Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenliği genişletme kararı almasını istedi.

Şarku’l Avsat’ın İsrail medyasından aktardığına göre Smotrich bugün yaptığı açıklamada, “Aramızda hiçbir zaman bir Arap devleti olmadı ve olmayacak” dedi. Smotrich, Filistin Yönetimi'ni ‘başını kaldırmaması’ konusunda uyardı, aksi takdirde İsrail'in ‘Hamas'ı yok ettiği gibi Filistin Yönetimi'ni de yok etmek zorunda kalabileceğini’ söyledi.

Smotrich, Netanyahu'ya gönderdiği mesajda şu ifadeleri kullandı: “Hükümet toplantısı düzenleyin, tarihi bir karar alın ve Batı Şeria'daki tüm açık alanlar üzerinde egemenlik kurun... Bunu yaparsanız, tarihe büyük bir lider olarak geçeceksiniz.”

fgthy
İsrail'in aşırı sağcı Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Batı Şeria'daki Ma'ale Adumim yerleşiminin genişlemesini gösteren bir harita gösteriyor. (Arşiv – AFP)

Buna yanıt olarak Hamas liderlerinden Abdulhakim Hanini, Smotrich'in açıklamalarını İsrail hükümetinin ‘Gazze Şeridi'nde soykırım gerçekleştiren ve Batı Şeria'da ilhak ve yerinden etme politikası izleyen’ yaklaşımının kanıtı olarak nitelendirdi.

Hanini yaptığı açıklamada, İsrail tarafının planlarının ‘iddia edilen güvenliği sağlamayacağını, aksine daha fazla zorluk ve çatışmaya yol açacağını’ vurguladı.

dfvgthyu
Batı Şeria'nın El Halil kentinde yerleşimcilerin haftalık gezisi sırasında konuşlanan İsrail askerleri (Reuters)

Hanini, uluslararası topluma ‘uluslararası hukuk ve normları hiçe sayan ve Filistin davasını ortadan kaldırmayı amaçlayan’ İsrail politikalarına karşı kararlı bir tavır sergilemesi çağrısında bulundu.


Gazze ve el-Faşir'de açlığın silah olarak kullanılması ve uluslararası sistemdeki aşınmanın belirtileri

Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
TT

Gazze ve el-Faşir'de açlığın silah olarak kullanılması ve uluslararası sistemdeki aşınmanın belirtileri

Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)
Gazze Şeridi'ndeki Filistinlilerin, Han Yunus'ta zaten yetersiz olan gıdayı paylaşmak için her gün çektikleri acı, 1 Eylül 2025 (AP)

Emced Ferid et-Tayyib

Kıtlık, doğal kuraklık veya kaynak sıkıntısının bir sonucu olmaktan çok, siyasi tercihlerin bir yansımasıdır. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Hint ekonomist ve filozof Amartya Kumar Sen, 1970'lerde yoksulluk ve kıtlık üzerine yaptığı öncü çalışmasında bunu kanıtlanmıştır. Sen, kıtlığın gıda yetersizliğinden değil, gıdaya erişimin olmayışından kaynaklandığını savunmuştur. Bu gerçek, bugün açlığın kasıtlı olarak bir savaş silahı olarak kullanıldığı Gazze Şeridi ve el-Faşer'de (Sudan) en çarpıcı şekilde görülüyor.

İki paralel durumla karşı karşıyayız. Bir yandan Gazze'de iki milyondan fazla insan İsrail'in uyguladığı abluka nedeniyle sistematik açlığa maruz bırakılırken Kuzey Darfur'daki el-Faşir'de de benzer bir durum yaşanıyor. El-Faşir’de Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) milisleri, geçtiğimiz yılın mayıs ayından bu yana bir milyon sivile abluka uyguluyor ve bölgedeki soykırım trajik bir şekilde tekrarlanıyor.

Her iki sahne de uluslararası sistemdeki derin bir kusuru; sessizlik, suç ortaklığı ve celladı kurbanla eşdeğer gören sahte tarafsızlığı ortaya koyuyor. Gazze ve el-Faşir'de her gün yaşanan trajediler, uluslararası toplumdan daha ilkeli ve etik bir ilgi ve taraflar arasındaki resmi tarafsızlığın sahte rahatlığının ötesine geçerek bu krizlerin gerçekliğini ele alan acil bir müdahale talep ediyor. Dünya, açlığın silah olarak kullanılmasına göz yummamalı, aksi takdirde bunun devam etmesinde suç ortağı olur.

Açlığın kanlı tarihi

Açlık, soykırım savaşlarında faşizmin her zaman tercih ettiği bir silah olmuştur. İnsanlık tarihi, yapay kıtlığın ne doğal bir felaket ne de çatışmanın tesadüfi bir sonucu olduğunu, aksine toplulukların iradesini kırmak ve onları aşağılamak ve yavaş yavaş ölümle boyun eğdirmek için kasıtlı olarak kullanılan bir araç olduğunu doğrulayan kanlı bölümlerle doludur.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Ukrayna'dan Gazze'ye, Etiyopya'dan Darfur'a kadar, aynı model farklı şekillerde tekrarlanıyor, ancak yaşamın en temel ihtiyacı olan gıdanın, siyasi ve askeri boyunduruk altına alma aracına dönüşmesi gibi ortak bir nokta var.

Ukrayna, 1930'larda Stalin'in tarımsal ürünlere el koyma politikalarını uygulamaya koymasıyla milyonlarca insanın ‘Holodomor’ adlı kıtlık sırasında hayatını kaybetmesine neden olan en korkunç açlık olaylarından birine tanık oldu. Bu kıtlık, bir kuraklığın ya da gıda yetersizliğinin bir sonucu değil, tüm bir toplumu yok etmek ve iradesini kırmak için kasıtlı olarak kullanılan bir silahtı.

Gazze ve el-Faşir'de yaşanan benzer krizler münferit olaylar değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki daha geniş çaplı bir aşınmanın belirtileridir. Uluslararası insani hukuk kurallarına aykırı şekilde zorunlu açlık, bir baskı aracı olarak kullanılıyor.

Naziler, 1941 ile 1944 yılları arasında Leningrad Kuşatması sırasında şehre 872 gün boyunca boğucu bir abluka uyguladılar ve bu süre zarfında bir milyondan fazla insan açlıktan ve soğuktan öldü. Amaç sadece askeri değildi, aynı zamanda yavaş yavaş kitlesel ölüm yoluyla kasıtlı olarak boyun eğdirmekti.

Etiyopya'da 1970'li ve 1980'li yıllarda, Tigray bölgesinde yardımların engellendiği ve zorla yerinden edilmelerin gerçekleştirildiği bir dönemde kıtlık bir savaş silahı olarak kullanıldı. Dünyanın vicdanını sızlatan korkunç görüntüler doğanın bir sonucu değil, sistematik bir politikanın yansımasıydı. Son on yılda Suriye'de dünya, sivillerin hayatta kalmak için ot yemek zorunda kaldıkları Guta ve Humus kuşatmalarına tanık oldu. Kuşatma tesadüfi değildi, açlığı bir baskı silahına dönüştürmek için kasıtlı olarak uygulanan bir hamleydi. Gazze ve el-Faşir'de, geçmişten günümüze uzanan bu olaylar münferit olaylar değil, açlığı siyasi bir silah olarak kullanan tek bir karanlık zincirin halkalarıdır.

Gazze ve devam eden Filistin trajedisi

Gazze'deki trajedi, Filistinlilerin hayatlarını yerinden edilme, yoksunluk ve acı çekmenin kısır döngüsüne dönüştüren, uzun süredir devam eden Ortadoğu krizinin merkezinde yer alıyor. Uluslararası Gıda Güvenliği Sınıflandırması (IPC), Hamas'ın 7 Ekim 2023'teki saldırıları ve ardından İsrail'in geniş çaplı askeri müdahalesinden, geçtiğimiz ağustos ayına Gazze'nin gıda felaketi ölçeğinde resmi olarak beşinci ve en yüksek aşırı kıtlık aşamasına girdiğini duyurdu.

Bu durum bir kaza ya da öngörülemeyen koşulların sonucu değil, İsrail'in kasıtlı politikasının bir sonucudur. Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) ve Birleşmiş Milletler (BM) uzmanlarının raporları, yardımların girişine getirilen kısıtlamaların, tarımsal altyapı ve su şebekelerinin tahrip edilmesiyle birleşerek, topluluğun gıda sağlama kapasitesinin sistematik olarak çökmesine nasıl yol açtığını açıkça ortaya koyuyor. Antropolog Alex de Waal, Gazze'nin ‘toplumunun artık kendini besleyemeyecek bir noktaya geldiği’ uyarısında bulunarak, İsrail'i gelecek nesiller boyunca iyileşmeyecek derin yaralar bırakacak ‘soykırım amaçlı açlık’ suçlamasıyla itham etti.

BM Genel Sekreteri António Guterres, Gazze’deki durumu ‘insan yapımı bir felaket’ olarak nitelendirdi, ancak açıklamasında bunun arkasında kimin olduğunu belirtmekten kaçındı ve genel siyasi taleplerle sınırlı kaldı. Bu talepler daha geniş kapsamlı çatışma bağlamında geçerli olabilir, ancak açıklamanın temel konusunu, yani yapay kıtlığın ötesine geçiyor. Bu ihmal, açıklamanın ifadesindeki bir eksiklik olmakla kalmayıp, trajediyi siyasi bir açıklamaya indirgeyerek açlık suçunun doğrudan sorumluluğundan dikkatleri başka yöne çekmesi nedeniyle daha geniş kapsamlı bir ahlaki kusuru da yansıtıyor. Böylece açlık, meşru bir savaş silahı olarak normalleşiyor ve failleri, siyasi araçlarla cezadan kaçınmanın ya da yaptıklarını haklı göstermenin bir yolunu buluyor. Ancak, çatışmanın karmaşıklığı ve siyasi ve askeri incelikleri ne olursa olsun, yadsınamaz bir gerçek var. Gazze'de her gün açlıktan ölen çocuklar, ateşkes müzakerelerinin veya esir takası anlaşmalarının sonuç vermesini bekleme lüksüne sahip değiller.

İsrail'in gıda ve ilaç girişine getirdiği kısıtlamalar, güvenlik endişeleri veya misilleme amaçlı gerekçelerle haklı göstermeye çabalasa da bu kabul edilemez. Bu kısıtlamalar sadece uluslararası insani hukuku ihlal etmekle kalmaz, aynı zamanda açlığı kabul edilebilir bir savaş silahı olarak meşrulaştırır, cezasızlığı uzatır ve dünyanın ahlaki vicdanını oluşturması gereken haysiyet ve adalet ilkelerini temelden sarsar.

El-Faşir kuşatması ve soykırım tehdidi

Aynı zamanda, dünyanın başka bir köşesinde, Sudan'ın Kuzey Darfur eyaletinin başkenti El Faşir’de de benzer bir trajedi yaşanıyor. Sudan ordusu, 2023 yılının nisan ayından bu yana HDK'ya karşı şiddetli bir savaş yürütüyor. Bu savaş, Sudan genelinde milyonlarca sivili yerinden etti ve el-Faşir'i boğucu bir kıtlığın yaşandığı bir bölgeye dönüştürdü. IPC, kıtlığın şehirde ve Zemzem ve Ebu Şuuk gibi yakınlardaki yerinden edilmiş kamplarda 1,5 milyondan fazla insana kadar uzanabileceği uyarısında bulundu.

HDK milisleri geçtiğimiz yılın mayıs ayından bu yana el-Faşir'i tamamen kuşatma altında tutuyor. El-Faşir'e giden yolları kapatan milisler, konvoyları yağmaladı ve insani yardımın şehre ulaşmasını engelledi. 2003-2008 yılları arasında yaşanan soykırımın izlerini hala taşıyan Darfur, yeni bir açlık sahnesine dönüştü. Çaresiz aileler hayatta kalmak için hayvan yemi yemek zorunda kalırken, çocuklar acımasız bombardıman altında şiddetli yetersiz beslenme nedeniyle hayatını kaybediyor.

rgty
El-Faşir’de acil gıda yardımını bekleyen Sudanlı kadınlar, 11 Ağustos 2025 (AFP)

Cancavid milislerinin mirasçısı olan HDK üyeleri, açlığı sistematik olarak bir silah olarak kullanıyor.

ABD, bu eylemleri soykırım olarak sınıflandırırken bu durum uluslararası toplumun Darfur'da daha önce başarısızlığa uğramasını hatırlatıyor. Buna rağmen HDK hakkındaki suçlamaları reddediyor ve savaşının devrik Ömer el-Beşir rejiminin kalıntılarını reform etme girişimi olduğunu iddia ediyor. Ancak sivillere karşı sistematik faşist ihlallerin kanıtları, bu iddiaların gerçeği yansıtmadığını ortaya koyuyor.

Silahlı Çatışma Konum ve Olay Verileri Projesi'nden (ACLED) alınan veriler, 2024 yılı sonlarına kadar Sudan'da sivillere yönelik şiddet eylemlerinin yüzde 77'sinin HDK tarafından gerçekleştirildiğini, Sudan ordusu dahil olmak üzere geri kalan tarafların ise çok daha küçük bir paya sahip olduğunu gösteriyor. 2025 yılında da aynı güçler aynı yaklaşımı sürdürdü. Bağımsız kuruluş Insights'ın raporuna göre yalnızca temmuz ayında 765 sivil öldürüldü ve bu suçların yüzde 88'i HDK’ye atfedildi.

Felaketin bariz nedenleri ve sorumluları olmasına rağmen, uluslararası toplum bu sorunu etkili bir şekilde ele almayı başaramadı.

Felaketin nedenleri ve sorumluları açıkça ortada olmasına rağmen, uluslararası toplum bu sorunu etkili bir şekilde ele almayı başaramadı.

BM Genel Sekreteri António Guterres geçtiğimiz haziran ayında El-Faşir'e yardım ulaştırılmasını kolaylaştırmak için yedi günlük bir insani ateşkes önerdi. Sudan hükümeti, Sudan Egemenlik Konseyi Başkanı Abdulfettah el-Burhan'ın doğrudan onayıyla Guterres'in önerisini en üst düzeyde kabul etti. Buna karşın HDK öneriyi reddetti ve El-Faşir'de sivilleri doğrudan hedef alan saldırılarına devam etti.

Sudan Başbakanı, 18 Ağustos'ta BM Güvenlik Konseyi'ne (BMGK) bir mektup göndererek BM’den El-Faşir'deki acıları hafifletmek ve kötüleşen insani felaketi ele almak için acil önlemler almasını istedi. Mektubunda, orada yaşananların ‘sadece bir insani kriz değil, aynı zamanda BM için ahlaki bir sınav’ olduğunu vurguladı. Başbakan bu sözleriyle, uluslararası kuruluşun El Fasher'deki trajediye karşı sessizliğini veya bariz yetersizliğini haklı çıkarmak için kullanabileceği her türlü mazereti ortadan kaldırdı.

Öte yandan jeopolitik karışıklıklar El-Faşir'deki durumu daha da karmaşık hale getiriyor. Çünkü dış destek milislerin cezasız bir şekilde faaliyet göstermesine olanak tanıyor ve milisler, hesap vermekten kaçınmak için destekçilerinin uluslararası nüfuzunu kullanıyor. BM Uzmanlar Heyeti ve ABD hükümetinin Kongre'ye sunduğu brifingler de dahil olmak üzere çok sayıda rapor, dış güçlerin milislere silah sağladığını ve bunun da milislerin yaygın suçlar işlemesine olanak tanıdığını belgeledi. Sudan'ın Uluslararası Adalet Divanı (UAD) nezdindeki girişimleri de bu desteğin milislerin silahlandırılmasıyla sınırlı olmadığını, aynı zamanda gerçek hesap verebilirliği engelleyen siyasi iş birliğini de içerdiğini gösterdi. Birleşik Krallık gibi diğer uluslararası güçler de bu dış desteğe yönelik eleştirileri örtbas etmeye veya bastırmaya çalışarak milislerin cezasız kalmasına katkıda bulundu. Dış destekçilere karşı çıkma konusunda gösterilen bu küresel isteksizlik, Sudan krizini iktidar mücadelelerinde bir pazarlık kozu haline getirmiş ve insani trajediyi uzattı.

Uluslararası gizli anlaşma ve dünyanın karşı karşıya olduğu ahlaki sınav

Gazze ve el-Faşir'de yaşanan benzer krizler münferit olaylar değil, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemdeki daha geniş çaplı bir aşınmanın belirtileridir. Uluslararası insani hukuk kurallarına aykırı şekilde zorunlu açlık, bir baskı aracı olarak kullanılıyor ve güvenlik ve siyasi gerekçeler, zulmü meşrulaştırmak için öne sürülüyor.  Her iki durumda da faşist benzeri otoriterlik ölüm makinesini besliyor. Bu krizlerin çözümü için yeni kınamalar değil, somut adımlar atılması gerekiyor. Bunları görmezden gelmek pasif bir davranış değil, felaketle sonuçlanacak bir suç ortaklığı, ahlaki sorumluluğun terk edilmesi ve gerçekliğin dehşetine göz yummak olur.

1- ‘Koruma sorumluluğu’ ilkesi: Sivilleri yok olmaktan korumak için ahlaki bir yükümlülük olarak yeniden tanımlanmalı ve onu sadece askeri müdahaleyle eşanlamlı olarak gören entelektüel hapishaneden kurtarılmalı. Bu ilke, orijinal etik ve pratik özüne geri döndürülmeli. İnsanları yok olmaktan korumak, yalnızca askeri müdahale veya siyasi hesaplamalarla ilişkili bir slogan değildir.

2- Gıda ve ilaç temini artık ertelenebilir bir seçenek değil. Uluslararası toplum, yardım ulaştırmak için mevcut tüm pratik araçları kullanmalı. Gazze ve El-Faşir'de insani yardımı havadan atmak artık son çare değil, sivil hayatları kurtarmak için mevcut tek seçenektir. Bu önlem, daha önce başarıyla gerçekleştirilen operasyonlara (Berlin hava köprüsü, Nuba Dağları ve Güney Sudan'daki operasyonlar) dayanıyor.

dı8o9
Sudan ordusundan bir asker, Hartum'da HDK ile cephe hattını izliyor (AFP)

Ahlaki tarafsızlık yanılsaması yıkılmalı. Failleri ve kurbanları eşit muamele etmek tarafsızlık değil, tehlikeli bir suç ortaklığıdır.

3- Yardımın engellenmesini kınamak yeterli değil. Sorumlular, ister yerel aktörler ister milislere silah veya siyasi koruma sağlayan dış destekçiler olsun, isimleri açıklanmalı, kamuoyunda kınanmalı ve uluslararası hukuk çerçevesinde hesap vermeli.

4- Hesap verebilirlik temel öneme sahip olmalı. Açlık, soykırıma eşdeğer kasıtlı bir silahtır ve bunu ikincil bir sorun olarak ele almak, cezasızlığı meşrulaştırır. Uluslararası toplum, Gazze'deki politikaları için İsrail'e ve Sudan'daki HDK ve destekçilerine işledikleri suçların sorumluluğunu açıkça yüklemeli.

5- “Ahlaki tarafsızlık” yanılsaması yıkılmalı. Failleri ve mağdurları eşit muamele etmek tarafsızlık değil, tehlikeli bir suç ortaklığıdır. Failler ve mağdurlar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran sahte bir ahlaki eşitliğe teslim olmak, cezasızlığı meşrulaştırmak ve tarafsızlığı suç ortaklığına dönüştürmekle eşdeğerdir.

Kayıtsızlık ve ihmal, kötülüğün en geniş inkübatörleri ve en tehlikeli tezahürleridir. Amartya Kumar Sen'in dediği gibi, kıtlık doğal bir kaçınılmazlık değil, politik bir yapıdır. Siyasi kararların yarattıkları, karşıt siyasi kararlarla ortadan kaldırılabilir. Ancak bunun ilk şartı tanıma, daha derin koşul ise eylemdir. Gazze ve El-Faşir'deki trajediler sadece iki ayrı felaket değil, aynı zamanda eğer dünya insanlığını yeniden keşfetmezse açlığın 21’inci yüzyılda savaşın baskın silahı haline geleceği, uluslararası sistem tamamen çökeceği, insani değerler anlamlarını yitireceği ve nadiren eyleme geçirilen retorik süslemelere dönüşeceğine dair son bir uyarıya dönüşecek.