Marco Polo'nun hayal dünyasından ramazan dizilerine Haşhaşiler

Tarihi gerçeklerle efsaneleri birbirinden ayırmak kolay değil

Haşhaşiler adlı televizyon dizisinde Haşhaşi lideri Hasan Sabbah’ı Mısırlı oyunca Kerim Abdulaziz canlandırıyor (Al Hashashashin - 2024 – FILM STILLS)
Haşhaşiler adlı televizyon dizisinde Haşhaşi lideri Hasan Sabbah’ı Mısırlı oyunca Kerim Abdulaziz canlandırıyor (Al Hashashashin - 2024 – FILM STILLS)
TT

Marco Polo'nun hayal dünyasından ramazan dizilerine Haşhaşiler

Haşhaşiler adlı televizyon dizisinde Haşhaşi lideri Hasan Sabbah’ı Mısırlı oyunca Kerim Abdulaziz canlandırıyor (Al Hashashashin - 2024 – FILM STILLS)
Haşhaşiler adlı televizyon dizisinde Haşhaşi lideri Hasan Sabbah’ı Mısırlı oyunca Kerim Abdulaziz canlandırıyor (Al Hashashashin - 2024 – FILM STILLS)

Sami Mubayyed

Senaryosunu Abdurrahim Kemal'in yazdığı, yönetmenliğini ise Peter Mimi'nin üstlendiği Haşhaşiler dizisi, Hz. Peygamber'in vefatından sonra İslam dinin nasıl mezheplere bölündüğüne genel bir bakış sunuyor. Anlatıcı, hikâyeyi Emeviler döneminden başlayarak ‘batıni tarikatların’ ortaya çıktığı döneme kadar anlatıyor ve Hasan Sabbah'ın ‘çok tehlikeli ve tuhaf’ olduğu söylenen karakteri üzerinde duruyor. Dizinin fragmanında ise anlatıcı, “Karanlığın içinde büyük bir sır vardır ve Hasan Sabbah da nefsini, ruhunu ve bedenini karanlığa bağlamıştır” ifadelerini kullanıyor.

Bazıları diziyi yönetmenlik ve görsellik açısından överken, bazıları da Hasan Sabbah’ın Ömer Hayyam'la arkadaşlığı ya da Hasan Sabbah'ın onurlu bir insan olarak tasvir edilmesi gibi detaylara dikkati çekerek dizide tarihi hataların olduğunu vurguluyor. Bazıları da dizinin Fasih (klasik) Arapça yerine günlük hayatta kullanılan Mısır lehçesiyle çekilmesini eleştiriyor.

Peki kim bu Haşhaşiler? Dizide Mısırlı oyuncu Kerim Abdulaziz tarafından canlandırılan Hasan Sabbah kimdir?

Haşhaşi kelimesinin kökeni

Öncelikle dizi, Hasan Sabbah'ın 1037 yılında doğduğu İran coğrafyasında değil, Malta’da ve Kazakistan'da çekildi. Bazı tarihi kaynaklara göre Hasan Sabbah matematik, aritmetik ve felsefe konularında bilgili biriydi. Ancak tarih ondan bir askeri komutan ve Batıniye olarak da adlandırılan Nizari-İsmaili mezhebinin önde gelen isimlerinden biri olarak da bahseder. Hasan Sabbah’a mutlak sadakat gösteren gerilla grubu da Batıniye mezhebinin takipçileri arasından çıkmıştır. Çok sayıda suikast düzenledikleri için de Batı'da Assassins (suikastçılar) olarak anılırlar. Bazı tarihi kaynaklara göre haşhaşi kelimesinin zamanla ‘sinsice ve haince öldüren katil’ anlamı kazandığı düşünülüyor. Haçlılar başlarda Haşhaşileri grubun kurucusu olan Hasan Sabbah’ın adından yola çıkarak ‘Al-Hasassin’ (Hasanlılar) olarak adlandırdıysalar da daha sonra Arapçada suikastçılar anlamına gelen Haşhaşiler adıyla anılmaya başladılar. Tarihçilerin çoğu kelimenin kökeninin ya Arapça bir ifade olan ‘esasiyyin’ (ilkelere ve temellere bağlı olanlar) kelimesine dayandığına, ancak kelimenin zamanla haşhaşiler kelimesine dönüştüğüne ya da grup üyelerinin uyuşturucu kullandıklarıyla ilgili bilgiler yayıldıkça bir çeşit narkotik madde olan haşhaştan (afyon) türetilerek Haşhaşiler adını aldıklarına inanıyor. Fakat kelime Fransızcaya aktarıldıktan sonra suikastçı anlamına gelen bir sıfat olarak kaldı.

Marco Polo'nun eserlerinde geçen ve Hasan Sabbah’a atfedilen ‘dağın yaşlı adamı’ ister uydurma olsun ister gerçek, herhangi bir açıklamaya ya da güvenilir kaynaklara dayanmadığından dilden dile dolaşan bir efsaneden öteye geçemiyor.

Haşhaşiliğe ışık tutmaya çalışan ilk kişi, 1603 yılında Haşhaşilerden bahseden Fransız oryantalist (şarkiyatçı) Denis Lebey de Batilly’di. Ancak Haşhaşilerden 1697 yılında kaleme aldığı ‘Bibliothèque Orientale’ (Şark Ansiklopedisi) eserinde İsmailiyye mezhebi bağlamında ilk kez bahseden kişi ise Fransız oryantalist Barthelemy d'Herbelot oldu. Oryantalist Sylvester de Sacy tarafından1809 yılında yapılan oldukça önemli araştırma, ‘haşhaşiler’ kelimesinin Arapçadan geldiğini ve bu kelimenin Haşhaşilerin eylemlerinin gerçek bir tanımı olmaktan ziyade Hasan Sabbah grubunu aşağılamak için kullanıldığını ortaya koydu.

Narkotik maddenin adıyla ilgili olarak ise Haşhaşilerin köylerinde yaygın olarak yetiştirilen haşhaş bitkisine gönderme yapılıyor. Bazıları Sabbah'ın haşhaşla kendisine yandaş topladığını ve onları çatışmalara göndermeden önce yeryüzünde cenneti hayal etmeleri için bu dünyanın keyif vericileriyle ayarttığını söylemeye devam etti.

“Dağın yaşlı adamı”

‘Dağın yaşlı adamı’ olarak da anılan Hasan Sabbah’a bu lakabı veren ünlü İtalyan seyyah Marco Polo’nun Haşhaşilerin kalesi olan Alamut Kalesi’nin hikâyesini bu isimle anılmaya başlamadan önce aktardığı biliniyor. Ayrıca Polo, ‘Marco Polo'nun Geziler Kitabı’ adlı eserinde o kalenin liderinin adının Hasan Sabbah değil, Alaaddin olduğunu söylüyor. Bu adın yanı sıra Marco Polo bu hikayeleri duyduğunu ve ne kendi gözleriyle gördüğünü ne de kaleyi ziyaret ettiğini iddia ettiğini söylüyor. Bu da bilim adamlarının en başından beri Marco Polo'nun anlatısının uydurma olduğu ya da en azından teyit edilmeyen ve güvenilir kaynaklara dayanmayan, yalnızca dilden dile dolaşan bir efsane olduğu yönündeki iddialarını güçlendiriyor. Marco Polo'nun ‘dağın yaşlı adamı’ tanımını kitabından (Abdulaziz Cavid'in, Mısır Genel Kitap Örgütü [GEBO] tarafından 1995 yılındaki ikinci baskısında yayınlanan çevirisinden) olduğu gibi aktarıyoruz:

rvbgr4
“Ölüm Kalesi” (Alamy)

“Alamut Kalesi’nin lideriyle ilgili bilgileri farklı farklı kişilerden duydum. Alaaddin isimli bu kişi Muhammed'in dinine (İslam dini) inanıyor. Dağın yaşlı adamı, orada, görkemli iki dağın arasındaki bir vadide, içinde dünyanın en iyi meyvelerinin yetiştiği en güzel bahçeyi ve bu bahçenin ortasında da çeşitli boyutlarda ve şekillerde saraylar inşa etmişti. Bahçede şarap, süt, bal ve Fırat Nehri suyunun aktığı çeşmeler vardı. Her yönden taşan sular görülüyordu. Bu saraylarda şarkı söylemede, her türlü müzik aletini çalmada ve dans etmede mahir ve bu sanatlarda eğitimli, özellikle flört etme, baştan çıkarma ve şımartılma sanatlarında ustalaşmış güzel ve zarif periler yaşıyordu. Dağın yaşlı adamı, bu vadiye izni olmadan kimsenin girmemesi için vadinin girişine dayanıklı bir kale inşa edilmesini emretti. Vadiye gizli bir bodrumdan giriliyordu. Dağın yaşlı adamı ayrıca, sayıları 12 ile 20 arasında değişen genç adamları sarayında topladı. Onları komşu dağlardan esnek ve askeri eğitime yatkın, cesur sakinleri arasından seçiyordu. Peygamberinin haber verdiği cennet konusunu onlarla konuşmak adeti haline gelmişti. Dağın yaşlı adamı bu gençlerden 10 tanesine haşhaş verilmesini, gençler uyku bastırıp yarı baygın hale geldiklerinde de onları bahçeye götürmelerini emretti. Sevinçten şaşkına dönen gençler etraflarını daha önce kendilerine anlatılan genç kızlarla çevrili buldu. Güzel kızlar onlara şarkı söylüyor, enstrüman çalıyor ve onu okşayarak ve kucaklayarak baştan çıkarıyorlardı. Kızlar, gençler cennette olduklarına tamamen inansınlar diye onlara en lezzetli etlerden ve şaraplardan ikram ediyor, sarhoş olup uykuları gelince bahçeden çıkarıyorlardı. Gençler kızlara nerede olduklarını sorduklarında ise onlara ‘Majestelerinin cömertliği sayesinde cennettesiniz’ cevabını veriyorlardı. Sonra dağın yaşlı adamı gençlere seslenerek ‘Allah’ın elçisi bize cennetin, efendilerini savunan Allah’ın salih kullarının olacağını haber verdi ve bu vaadi haktı. Bu yüzden onları tüm düşmanlar bu eğitimli kan dökücüler tarafından cezalandırılsın diye farklı farklı memleketlere gönderdi’ diyordu.”

Hasan Sabbah matematik, aritmetik ve felsefe konusunda bilgili biriydi. Ancak tarih ondan bir askeri komutan ve Batıniye olarak da adlandırılan Nizari-İsmaili mezhebinin önde gelen isimlerinden biri olarak da bahseder.

Bu tanımlamanın kaynağının doğrudan gözlemler ya da tarihe tanıklıklardan ziyade, geniş bir hayal gücünden ve halk arasındaki anlatılar olduğu açıkça görülüyor. Ancak bu ‘büyülü’ tanımlama, Haşhaşiler ve liderlerinin imajı üzerinde etkili oldu. Haşhaşiler adlı televizyon dizine bakıldığında bu etkinin halen güçlü olduğu görülebilir.

Peki kim bu Hasan Sabbah?

Haşhaşiler dizisi, Hasan Sabbah'ın takipçilerinden birinin, ona olan mutlak sadakatini göstermek için kendisini Alamut Kalesi duvarlarının üzerinden ölüme attığı sahneyle açılış yapıyor. Sabbah, 17 yaşındayken İsmailiyye mezhebine geçip 1078 yılında Fatımiler döneminde Mısır'a gitti. Yaklaşık üç yıl orada kalan Sabbah, burada Emevi Sultanı el-Muntasir Billah'ın ölümüne ve Fatımilerin, oğlu Nizara'yı (Ebu el-Mansur) destekleyenler ile kardeşi Ebu'l-Kasım Ahmed'e (daha sonra el-Kasım Ahmed adıyla anılmaya başladı) biat edenler arasındaki bölünmeye tanık oldu. O günlerde Fatımi yönetiminin sarayında çalışan Sabbah, babasının vefatından sonra Nizara'nın ‘şeri imam’ olduğunu düşünüyordu. Ancak Nizara, isyanı bastırıldıktan sonra İskenderiye’deki hapishanelerden birinde idam edildi. Bunun üzerine Sabbah, Nizara’nın destekçilerine onun ölmediğini, ortadan kaybolduğunu ve yeniden ortaya çıkacağını söyletti. Sabbah, kendisini imam olarak değil, o dönene kadar onun temsilcisi olarak atadı ve bu makamı kendi devletini inşa etmek için bir üs olarak kullandı.

Mısır'da tutuklanan ve oradan Afrika’ya sürgüne gönderilen Sabbah’ın teknesi yolda kaza yaptı. Bu yüzden önce Halep’e ardından Bağdat’a sonrasında 10 Haziran 1081'de İsfahan'a ulaştı. İran'ın küçük kasabalarını gezdi ve (Bugün Tahran’ın kuzeydoğusunda yer alan) Damğan şehrine yerleşti. Burayı kendisi ve takipçileri için bir karargaha dönüştürdü. Yardımcılarından birini tebliğ için o dönemde Suriye Selçuklu Meliki Rıdvan b. Tutuş tarafından yönetilen Halep’e gönderdi. Sabbah, Rıdvan b. Tutuş’un gönlünü kazanmayı başardıysa da onun ölümünden sonra iktidarı oğlu devraldı. Ardından Sabbah'ın müritleri Anadolu Selçuklu Devleti Sultanı Melikşah'ın talebi doğrultusunda ya sürgüne gönderildi ya tutuklandı ya da sınır dışı edildi. Sabbah, Farsça'da ‘kartalın ini’ anlamına gelen Alamut Kalesi’ne sığındı. Kale, Hazar Denizi'nin güneyinde Elburz Dağları'nın ortasında yer alıyordu. Alamut Kalesi’ne 1090 yılının Eylül ayında giren Sabbah, ölene kadar oradan ayrılmadı. Alamut Kalesi’nde geçirdiği 35 yıl boyunca sadece tebliğ yapmadı. Yakın çevredeki kalelere askeri saldırılar da planladı. Bunun için binlerce genci silah altına alan Sabbah, stratejik öneme sahip Lambasar Kalesi’ni ele geçirmeyi başardı. Böylece İran coğrafyasının güneyindeki Rudbar bölgesinin tamamını kontrolü altına aldı. Bugünkü İran ve Afganistan sınırında bulunan dağlık bir bölge olan Kohistan bölgesinin kontrolünü eline geçirerek İsmailiye topraklarına dahil etti. Selçukluların tüm baskılarına rağmen onun çağrısına inanan ve ona uyanlar güven içindeyken ona ve ailesine karşı çıkanlar öldürülüyor, mallarına ve geçim kaynaklarına el koyuluyordu.

Lübeckli Arnold, Sabbah hakkında: Bu Efendi büyülü yöntemleriyle müritlerini kendisine kulluk etmeye ikna etmeyi başarmış ve en mutlu kişilerin başkalarının kanını dökenler olduğunu ileri sürmüştür.

Roma İmparatoru I. Friedrich’in elçisi, 1175 yılında Suriye ve Mısır'ı ziyaret etti. Elçi, bu ziyaretleri sırasında aldığı notlarda Haşhaşileri şöyle tanımlıyor:

Şam, Antakya (Hatay) ve Halep sınırlarında dağlarda yaşayan ve kendilerine Haşhaşi adını veren bir Arap ırkı var. Bu insanlar kanun tanımadan dağlarda, neredeyse hiçbir zarar görmeyecek şekilde, müstahkem kalelerinin duvarlarının arkasında yaşıyorlar. Bölgelerine ister yakın ister uzak ülkelerde olsunlar tüm Arap hükümdarların kalplerine en büyük dehşeti salan bir efendileri var.

Alman tarihçi Lübeck'li Arnold'un (Arnold of Lübeck) ise Sabbah hakkında şunları yazmıştır:

Bu Efendi, büyülü yöntemleriyle müritlerini kendisine kulluk etmeye ikna etmeyi başarmış ve en mutlu kişilerin başkalarının kanını dökenler olduğunu ileri sürmüştür.

Fantastik anlatılar

Selçuklular Sabbah’a karşı askeri seferler başlattıysa da hepsi başarısız oldu. Hasan Sabbah ise buna 14 Ekim 1092 tarihinde Büyük Selçuklu Devleti'nin ünlü veziri Nizamülmülk'ü Nihavend şehrinin Sahna bölgesinde öldürerek karşılık verdi. Nizamülmülk bir bilim adamı, hukukçu ve yazardı. Nizamiye Medreseleri’ni kurmuştu. Ancak ilk gençlik yıllarında Mısır'a gittiğinden beri Sabbah'a karşıydı. Bağdat'a giderken Nihavend yakınlarındaki bir köyde Ramazan ayı olduğu için iftar etmek üzere mola veren Nizamülmülk, burada Hasan Sabbah'ın fedailerinden biri olan Ebu Tahir el-Errani tarafından dilenci ya da münzevi olduğunu iddiasıyla bıçaklanarak öldürüldü.

Marco Polo'nun Geziler Kitabı’nda Hasan Sabbah tasviri

Bu olay, İngiliz yazar ve şair Edward Fitzgerald'ın 1859 yılında Ömer Hayyam'ın Rubaiyat'ını İngilizceye çevirmesiyle başlayan bir edebi hayal dalgasının fitilini ateşledi. Fitzgerald, kitabının girişinde Sabbah'ın Nizamülmülkle ilişkili olarak küçük yaşlarda tanıştıklarını ve yanlarında İranlı büyük şair Ömer Hayyam’ın da olduğunu iddia etti. Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf'un 1988 yılında kaleme aldığı Semerkant adlı romanda da aynı hikaye yer alır. Fitzgerald, Sabbah, Nizamülmülk ve Hayyam’ın birbirlerine, eğer içlerinden biri bir gün bir makama ulaşırsa, diğer iki arkadaşını elinden geldiğince destekleyeceğine dair söz verdiklerini ileri sürdü.

İngiliz yazar, Nizamülmülk'ün vezir olarak atandığında iki eski arkadaşını çağırdığını ve maziye olan saygısından dolayı onlara Selçuklu devletindeki valilik teklif ettiğini, ancak Hayyam’ın, böyle bir sorumluluğun yükünü üstlenmek istemediği için reddettiğini (ki bu doğru değil çünkü kendisi sarayda danışman olarak çalışıyordu), Sabbah’ın ise gözü daha yükseklerde olduğu için bu teklifi reddettiğini de öne sürdü. Fitzgerald’a göre bu yüzden Sabbah, Selçuklu vezirinin rakibi ve zamanla düşmanı haline geldi.

erfergv
Haşhaşiler dizisinden bir sahne (Al Hashashashin - 2024 – FILM STILLS)

Haşhaşiler dizisi tarihi bağlamda bu şüpheli anlatıyı destekliyor. Şam Üniversitesi Tarih Bölümü eski başkanı Suriyeli tarihçi Ammar en-Nehar, Al-Majalla'ya yaptığı açıklamada İngiliz yazar Fitzgerald’ın bu iddialarını yalanlayarak, “Kahramanları arasındaki yaş farkları ve farklı yerlerde yetişmeleri nedeniyle tarihi kaynaklara dayanmayan bu anlatı bir kurgudur. Hasan Sabbah ile Ömer Hayyam’ın arkadaşlığına ilk kez Moğol tarihçisi Reşidüddin Fazlullah el-Hemedani, Câmiu't-Tevârîh adlı eserinde değindi. Reşidüddin hicri takvime göre 718 yılında vefat ederken Ömer Hayyam ise hicri 517 yılında vefat etmiştir. Yani Hemedani bunları, bu şahsiyetlerin yaşadıkları dönemden yaklaşık iki yüzyıl sonra kaleme almıştır” ifadelerini kullandı.

Nehar, sözlerini şöyle sürdürdü:

Hasan Sabbah ile Nizamülmülk’ün çocukken aynı yerde eğitim gördükleri ve burada arkadaş oldukları tezine gelince mantıken bu pek olası değil. Çünkü Sabbah'ın hicri 428 yılında doğduğu tahmin ediliyor. Nizamülmülk ise 408 yılında doğdu. Yani aralarında neredeyse 20 yaş fark var!

“Ammar en-Nehar: Kahramanları arasındaki yaş farkları ve farklı yerlerde yetişmeleri nedeniyle tarihi kaynaklara dayanmayan bu anlatı bir kurgudur.

Amin Maalouf bile Semerkand romanında bu yaygın anlatıdan sapmıyor, çünkü üçü arasında anlatılagelen dostluğun bir efsane olduğunu düşünüyor.

Maalouf, kitabında bununla ilgili bölümde şu ifadelere yer veriyor:

Kitaplarda, her biri kendi tarzında binyılımızın başlangıcına damgasını vuran üç İranlı dostun anlatıldığı bir efsane vardır. Bunlar; dünyayı gözlemleyen Ömer Hayyam, dünyayı yöneten Nizamülmülk ve terörize eden Hasan Sabbah’tır. Nişabur'da birlikte eğitim gördükleri söyleniyor ama Nizamülmülk'ün otuz yaşının üzerinde olması nedeniyle bu doğru olamaz. Sabbah ise Rey şehrinde eğitim gördü. Belki de memleketi Kum'da da biraz eğitim almıştı ama kesinlikle Nişabur'da değildi.

Suikastlar

Sabbah, Nizamülmülk'ün öldürülmesini kendisi ve destekçileri için ‘nimetin başlangıcı’ olarak değerlendirdi ve oradan Selahaddin el-Eyyubi'yi öldürmeye yönelik başarısız suikast girişimi de dahil olmak üzere suikast faaliyetlerini başlattı. Suikastlarda hançerle doğrudan öldürme, bıçaklama ya da uzaktan zehirli oklarla öldürme gibi yöntemler kullanılıyordu. Haşhaşilerin suikastlarına kurban gidenler arasında 1103 yılında cuma namazı sırasında öldürülen Humus Emiri Cinnah ed-Devle, Musul Valisi Mevdud bin Altuntegin, 1121 yılında Fatımi veziri el-Efdal Şehinşah ve 1130 yılında Fatımi halifelerinin onuncusu olan el-Hakim-Biemrillah’ın yanı sıra Trablus Kontu II. Raymond, Celile ve Tiberya Prensi ve 1192 yılında Kudüs Latin Krallığı Prensi Montferratlı Conrad gibi bazı yabancı isimler de vardı. Haşhaşiler, genç ya da yaşlı ayrımı yapmadan suikastlar işliyorlardı. Hasan Sabbah'ın ölümünden sonra yaklaşık 200 yıl daha ayakta kalmayı başaran Haşhaşiler, 1256 yılında Moğolların Alamut Kalesi'ne girip onları yok etmeleri ve Sabbah’ın kaledeki türbesini yıkmalarıyla sona erdi.

tg5h5t

Siyasi suikastları ilk kez işleyenler Haşhaşiler değildi elbette, ancak neredeyse tarihin başlangıcından beri var olan siyasi suikastlar onlar tarafından geliştirildi, organize bir suça dönüştü ve askeri olarak profesyonel kişilerce işlenir oldu. Siyasi suikastlar geçmişte eğitimsiz bireyler ya da organize olmayan küçük gruplar tarafından işlenirdi. Hasan Sabbah, siyasi suikastlarla hem düşmanlarını hem de dostlarını terörize etmek, suikastları, İslam halifeleri Ömer ibn el-Hattab ve Osman ibn Affan'ın öldürülmesinden bu yana İslam tarihinde yaşananların devamı olarak meşrulaştırmak istiyordu. Sabbah’a göre hükümdarların katli, hukuki, siyasi ve dini açıdan da meşruydu.

Bazı tarihi kaynaklara göre Hasan Sabbah, 12 Haziran 1124 tarihinde 87 yaşında, kalesinde öldü.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



Doğumsal deformasyon: Gazze'deki kadınların rahimlerini yok eden silahlar

Gazze'de fetal anomali oranı 1.000 doğumda 200'e ulaştı (Independent Arabia - Meryem Ebu Dakka)
Gazze'de fetal anomali oranı 1.000 doğumda 200'e ulaştı (Independent Arabia - Meryem Ebu Dakka)
TT

Doğumsal deformasyon: Gazze'deki kadınların rahimlerini yok eden silahlar

Gazze'de fetal anomali oranı 1.000 doğumda 200'e ulaştı (Independent Arabia - Meryem Ebu Dakka)
Gazze'de fetal anomali oranı 1.000 doğumda 200'e ulaştı (Independent Arabia - Meryem Ebu Dakka)

İzzeddin Ebu Ayşe

Doktor Ahmed, şaşkınlıkla yeni doğan bebeğe, Melek el-Kanu'ya bakıyor, başında görülen deformasyonu inceliyor ve “Anne hamileliği sırasında bu garip deformasyona yol açan ne kadar zehirli gaz soludu, İsrail hamile kadınları bu şekilde etkileyecek hangi ölümcül silahları kullandı?” diye düşünüyor.

Doktor bebeği taşıyor ve başına bakıyor; “beyni yok, kafatası gelişimini tamamlamamış” diyor. Sağlık çalışanı, garip ve şok edici bir deformasyon ile doğan, başının sadece göz hizasında sona erdiği küçük Melek’in durumu ile ilgili bunları söylüyor.

Doktor, “İsrail'in Gazze Şeridi'ne düzenlediği savaş sırasında doğumsal anomali vakalarında korkunç bir artış fark ettim. Beyninden tamamen yoksun olarak doğan bebek vakası, trajik anne karnındaki malformasyon hikayelerine bir örnek. Bebeklerin gelişimini daha doğmadan önce etkileyen bu savaşın durdurulması gerekiyor” diye ekledi.

Deformasyon oranları yükseliyor

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre  Gazze'de doktorlar, kuvöz bölümündeki yeni doğan bebeklerde doğumsal deformasyon vakalarında endişe verici bir artış olduğunu fark ettiler. Bunların çoğunun, savaş sırasında hamile kalan annelerin bebeklerinde görüldüğünü gözlemlediler. Bu durum onları, bu olguyu, savaşın ve kuşatmanın seyri ve bunların sakinler üzerindeki etkileriyle ilişkilendirmeye yöneltti.

Sağlık Bakanlığı Hastaneler Bölümü Genel Müdürü Mervan el-Hams, “Gazze Şeridi'nde doğumsal anomali sayısında önemli bir artış yaşanıyor. İsrail savaşı hamile kadınları olumsuz etkiledi” dedi. El-Hams, “Bu olgunun yayılmasına katkıda bulunan birkaç faktör var, birincisi, İsrail bombardımanlarından kaynaklanan radyasyon, ikincisi, uluslararası yasaklı patlayıcıların kullanılması ve son olarak Gazze'ye beyin gelişimi için gerekli olan folik asit gibi ilaç ve vitaminlerin girişinin engellenmesi” diye ekledi. Hams, sağlık yetkililerinin İsrail'in yıkıcı radyolojik ve kimyasal etkilere sahip deneysel silahlar kullandığını, uluslararası anlaşmalar uyarınca yasak olan bu bombalar ile Gazze'de küçük bir alanı hedef aldığını ve bunun da hamile kadınlar ve fetüsler için ciddi sonuçlar doğurduğunu doğruladığını belirtti.

Yaklaşık 60 bin fetüs malformasyon riski altında

İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (Human Rights Watch) detaylı raporunda, Gazze'de hamile kadınların zehirli gazlara maruz kaldığı belirtildi. Bunların fetüsler arasında malformasyon vakalarının artmasının yanı sıra, kendiliğinden düşük oranının yüzde 300'e çıkmasına doğrudan etkisi olduğu kaydedildi.

Zorlu ameliyatlar gerçekleştirmek için Gazze'ye giden Ürdünlü doktor Bilal el-Azzam, daha önce hiç görmediği korkunç doğumsal deformasyon vakaları ile karşılaştığını, bunlardan bazılarının son derece kritik aşamalarda Gazze Şeridi'ndeki hastanelere ulaştığını söyledi.

Filistin Sağlık Bakanlığı'nın verilerine göre, Gazze'de 60 bin fetüste doğumsal anomali riski bulunuyor ve bu olgunun, İsrail'in uluslararası yasaklı, sağlık açısından tehlikeli mühimmat kullanması nedeniyle uzun yıllar artarak devam etmesi muhtemel.

Fotoğraf: Doğumsal anomaliler Gazze savaşının en ağır sonuçları

Hamile kadınların deneyimleri

Gazze'deki patlayıcı uzmanları, sınırlı imkânlarına rağmen İsrail ordusunun, kimyasal, biyolojik ve yangın silahları kullandığını gözlemlediler. Bombaların toz ve dumanları binaların molozlarına yapışarak hava koşullarının da etkisiyle yayılıyor ve malformasyona neden olabiliyor.

Serena hamile ve İsrail bombalarının dumanı nedeniyle zorlu bir deneyim yaşadı. İsrail askeri operasyonlarının gerçekleştiği yere çok yakın olan Gazze şehrinin doğusunda yaşayan Serena, yaşadıklarını anlattı: “Askerler birdenbire bölgeye doğru bir top atışı yaptı. Mahalle toz ve dumanla doldu ve yanık kağıt kokusu gibi kötü bir koku duydum. Sonra koku daha da kötüleşti ve yanan çöp kokusuna dönüştü.” Serena, “Şiddetli boğulma, baş ağrısı ve kusma hissi yaşadım, karnımdaki bebek iki günden fazla bir süre hareketsiz kaldı. Onun öldüğünü sandım, çok zorlu ve acılı bir iki gündü. Kokladığım gazın rahmimdeki çocuğa olumsuz etki etmesinden çok korkuyorum.”

 Vefa el-Maşharavi ise, “Uçaklar bombalamadan önce, yanık madde kokusu ile birlikte gaz kokusuna benzeyen garip bir koku yayılıyor. Bu kokudan kurtulmanın bir yolu yok, vantilatör çalıştırmak, su püskürtmek gibi her yolu denedim. Bu gazları tekrar tekrar soludukça bebeğimin hareketlerinin artık çok yavaşladığını fark ettim.

Fetüslerin maruz kaldığı malformasyonlar

Hamile kadınlar, İsrail Ordusunun Gazze'ye attığı bombaların bebeklerinin güvenliği üzerindeki etkisini sürekli sorguluyor ve merak ediyorlar. Bu bağlamda Kadın Hastalıkları ve Doğum Profesörü Hulud el-Mazini, “Savaş sırasında zehirli gazları solumak, sarsıntılar, buna ek olarak annenin yaşadığı korku ve endişe, tüm bu etkenler malformasyona neden olur” diyor. Mazini, “bombaların etkisi üç aydan yedi yıla kadar bir sürede ortaya çıktığı için fetüslerde doğumsal anomalilerin artacağı kesin. Bu da engelli doğumlarının yaygın olduğu bir nesille karşı karşıya kalabileceğimiz anlamına geliyor” diye ekledi.

Mazini, eksik veya eksik oluşmuş uzuvlar, kasık fıtığı, kafatası şekil bozuklukları, at nalı böbrek, uzuv eksikliği, kalp, omurga ve beyinde deformasyon, cilt ve beyin anomalileri, engelli doğumları çalışmaları sırasında karşılaştığı garip deformasyon vakalarına örnek veriyor.

Korkunç oranlar

Hastaneler Genel Müdürü Mervan Hams, “doğumsal anomali vakaları rekor seviyelere ulaşarak her 1000 doğumda 200 oranına ulaştı. Bu rakamlar, Dünya Sağlık Örgütü'nün normal olarak kabul ettiği 1000 doğumda 40 doğumsal anomali oranının çok üzerinde” dedi.

Sağlık Bakanlığı, doğumsal deformasyonların İsrail mühimmatlarının etkisi sonucu oluştuğunu teyit ediyor. Medikal fizik profesörü Enver Atallah “İsrail'in Gazze'ye yönelik tekrarlanan savaşları, havadaki ve topraktaki toksik maddelerin seviyesinin artmasına neden oldu ve bu durum fetüsleri etkiliyor” diye konuştu. “İsrail'in beyaz fosfor bombası kullandığını gözlemledik. Bu, beyaz fosforun temel yükünü oluşturduğu bir yangın bombası ve tahrip gücünün yanı sıra, yaklaşık 1.000 santigrat derecelik yoğun bir ısı üretecek şekilde tasarlanmış” diye ekledi.

Uluslararası yasaklı silahlar

Fizik uzmanları ise İsrail'in kimyasal, biyolojik ve termal silahları kullandığını belirtti. “Patlamaya neden olan kimyasal reaksiyon üreten patlayıcılar kullanılıyor. Aynı şekilde termobarik silahlar da yakıt parçacıklarından oluşan bir bulut oluşturuyorlar, ardından bu parçacıklar tutuşuyor ve bu da güçlü bir patlama dalgası ve yüksek dereceli bir ısı üretiyor. Bunun fetüsler üzerinde yıkıcı etkileri olabilir” diyorlar.

Uzmanlar, İsrail'in Gazze'de yoğun atıl metal patlayıcılar kullanmasının insanlarda doku parçalanmasına neden olduğunu belirtiyorlar. Kullanılan silahların arasında uranyum ve parça tesirli bombaların da bulunduğuna, bu maddelerin doğrudan fetüslerde deformasyon ve düşüklere neden olduğuna dikkat çekiyorlar.

Hukuki açıdan Uluslararası Filistin Halkının Haklarını Destekleme Komitesi Başkanı Salah Abdulati, “İsrail, Kitle İmha Silahlarının Geliştirilmesinin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanmasına Dair Anlaşma’yı ihlal ediyor. Sivil halkın yaşamını felakete dönüştürmeyi hedefleyen yanmış toprak stratejisini benimsiyor” dedi.

Ancak İsrail Ordusu Sözcüsü Avichay Adraee, “Ordunun savaş yasalarına, muharebe kurallarına ve uluslararası insani protokole bağlı olduğunu, bunun da sivilleri hedef almadığı, onlarla savaşmadığı ve onlara kısa veya uzun vadede herhangi bir zarar vermediği anlamına geldiğini” vurguladı.