Elie el-Kasifi
Arap Birliği Zirvesi'nin 33’üncü olağan oturumu 16 Mayıs'ta Bahreyn'in başkenti Manama'da ilk kez gerçekleştirilecek. Zirve, sekizinci ayına giren ve askeri operasyonların hızı ne olursa olsun haftalar, aylar hatta yıllar boyunca devam etmesi muhtemel olan Gazze Şeridi'ndeki savaşının dayattığı gerçek bir istisnai durumda yapılacak. Gazze’deki savaş, böyle bir savaşın tüm bölgede, özellikle de bu açık savaştan etkilenen Arap ülkelerinde yaratabileceği tüm sonuçlarla birlikte uzun süreli bir yıpratma savaşına dönüşebilir.
Ancak bu istisnai durum, Manama’da yapılması planlanan Arap Birliği Zirvesi’ni, 1967 yılında Sudan’ın başkenti Hartum'da düzenlenen ve ‘Üç Hayır’ (İsrail’le uzlaşıya hayır, İsrail’i tanımaya hayır ve İsrail ile müzakereye hayır) adıyla anılan zirve ve Arap Barış Girişimi sayesinde Arap-İsrail çatışmasına yönelik Arap ülkelerinin yaklaşımında stratejik bir değişimin yaşandığı 2002 yılında Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta gerçekleşen zirve gibi istisnai bir zirveye dönüştürür mü?
Ne var ki yarın Bahreyn’de yapılacak zirvenin ne Filistin'de ne de Arap ülkelerinde iç ve dış etkenlerin iç içe geçtiği eski ve karmaşık krizlere radikal çözümler üretmesi beklenebilir. Zira bölge ülkelerinin kendi bölgelerinde etki sahibi olma konusundaki isteksizliğinin yanı sıra, Arap ülkelerinde sihirli bir değneğin dokunuşuyla kontrol altına alınamayacak çatışmalar ve iç savaşlar yaşanıyor. Buna bölgesel ve uluslararası sahnede kutuplaşan bir mücadele ve nüfuz için hummalı bir rekabet eşlik ediyor.
Belki de Arap ülkelerinin önündeki en büyük zorluk, Arap bölgesindeki uluslararası ve bölgesel çatışmanın büyüklüğünün farkında olmalarıdır. Mevcut olan çok sayıdaki krize getirilecek herhangi bir çözüm, her şeyden önce Arap ülkelerinin, sanki bu konuda hiçbir şey yapılamayacağı kesin bir sonuçmuş gibi, bu çatışmanın sömürülmesine karşı çıkmalarını gerektiriyor. Bundan dolayı Bahreyn’deki zirvenin, Arap bölgesi toprakları uluslararası kutuplaşmalar ve bölgesel yayılmacı hırslarla mücadele için bir sahaya dönüştüğünden, Arap ülkelerinin bu reddini daha önceki tüm zirvelerden daha fazla yansıtması bekleniyor. Bu aynı zamanda Arap ülkelerinin çıkarlarına saygı duyulmasını sağlamak, uluslararası kutuplaşmanın dinamiklerine kendi önceliklerini dayatmak ve bunları kendileri için gerçek fırsatlara dönüştürmek amacıyla, kendilerini uluslararası ve bölgesel olarak nasıl konumlandırabileceklerine dair fikirler ve kavramlar ortaya koyması için de büyük önem taşıyor.
Arap ülkelerinin Filistin-İsrail çatışmasına nihai bir çözüm bulunması konusundaki kararlılığı, sadece Arap ülkelerinin başlıca davası olması açısından değil, aynı zamanda Arap bölgesindeki krizlere yönelik Arap ülkelerinin genel yaklaşımı açısından da birtakım sonuçları var
Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde geçtiğimiz yıl mayıs ayında yapılan zirvede ve yine geçtiğimiz yıl 11 Kasım’da gerçekleştirilen başkent Riyad’daki olağanüstü zirvede Arap ülkeleri, stratejik bir tercih olarak adil, kalıcı ve kapsamlı bir barışın, bölgedeki tüm halklar için güvenliği ve istikrarı sağlamanın ve onları şiddet ve savaş döngülerinden korumanın tek yolu olduğunu teyit ettiler. Bu barışın sağlanmasının İsrail işgalinin sona ermesinden ve Filistin meselesinin iki devlet temelinde çözülmesinden geçtiğini vurguladılar. Bu tutumun, Filistin meselesinin Arap ülkelerinin ortak davası olmasının gerçek anlamını yansıttığına şüphe yok. Çünkü Filistin-İsrail çatışmasını sadece yönetmek değil, çözmek de Arap bölgesinde yeni bir ufuk açıp, krizlerini ve iç savaşlarını ele almaya başlamasını sağlayacak.
Arap ülkelerinin Filistin-İsrail çatışmasının çözümüne yönelik yaklaşımı ile bu çatışmaya yatırım yapmak isteyen ya da İran'ın ilk etapta yaptığı gibi, bölgede yayılmacı gündemleri uygulamak için kullanan diğer bölgesel yaklaşımlar arasındaki temel fark da burada yatıyor.
İsrail ise çatışmaya nihai bir çözüm aramıyor. Sadece bir yandan yerleşim birimlerini genişletirken ve Filistinlilerin haklarını ihlal ederken, diğer yandan çatışmayı yönetmek istiyor. Gazze’deki son savaşın patlak vermesinin başlıca sebeplerinden biri de bu. Gazze’deki savaş, her ne kadar yükünü taşımamak için mümkün olduğunca uzak durmaya çalışsa da İran'ın da güçlü bir dahli olduğu bir savaştır. Ancak uzak durmaya çalışması, siyasi meyvelerini toplamaya ve tüm bölgedeki yayılmacı gündemi çerçevesinde bunları geliştirmeye çalışmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin, İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emir Abdullahiyan geçtiğimiz aralık ayında İran ve İsrail'in anlaştığı tek konunun iki devletli çözümün reddi olduğunu söyledi!
Arap ülkelerinin Filistin-İsrail çatışmasına nihai bir çözüm bulunması konusundaki kararlılığı, sadece Arap ülkelerinin başlıca davası olması açısından değil, aynı zamanda Arap bölgesindeki başta Libya, Sudan, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'daki sıcak ve soğuk iç savaşlar olmak üzere mevcut krizlere yönelik Arap ülkelerinin genel yaklaşımı açısından da birtakım sonuçları var. Filistin’deki trajedi Gazze’deki savaşta zirveye ulaşırken, çatışmayı bölgesel manipülasyon çemberinden ve İsrail'in güç mantığından çıkaracak nihai bir çözüm arayarak bu tür savaşların tekrarlanmasını önlemek için çalışmak, ahlaki ve siyasi açıdan bir zorunluluktur. Arap ülkelerinin stratejik seçeneği olarak adil ve kapsamlı bir barış önerisi de Arap bölgesinde bu öneriye bağlı kalmayan, ona karşı çıkan ve onun ahlaki ve siyasi temellerini zayıflatmaya çalışan her türlü siyasi ve askeri projenin siyasi meşruiyetini ortadan kaldırır.
Burada 2002 tarihli Beyrut’taki Arap Birliği Zirvesi'nde kabul edilen Arap Barış Girişimi'ne Lübnan devletinin Arap Birliği kararlarına ilkeleri gerekçesiyle bağlı olmasına rağmen, iki devletli çözümü açıkça reddeden Lübnan'daki Hizbullah başta olmak üzere, İran'ın Arap dünyasında kırk yıldır kurmaya ve geliştirmeye çalıştığı ‘milis imparatorluğu’ kastediliyor. Söz konusu milisler, bölgesel ve uluslararası müdahalelere açık iç çatışmalara sahne olan Arap ülkelerinde, özellikle de Suriye, Irak ve Lübnan'da konuşlanmış durumdalar. Buralardaki çatışmalardan besleniyorlar. Çünkü pratikte İsrail'e karşı direniş kisvesi altında ulus devleti zayıflatmaya, siyasi ve sosyal temellerinin altını oymaya yatırım yapıyorlar. Fakat asıl hedefleri içsel kalmaya devam ederken, İran'ın yayılmacı projesinin bir parçası olarak ülkelerindeki hükümeti kontrol etmek olarak özetleniyor.
Savaşın etkili tarafları ‘ertesi gün’ için gerçek planlarını açıklamazken, aktif halde hareket eden Arap ülkeleri, Arap Barış Girişimi temelinde çatışmanın nihai çözümüne ilişkin net bir vizyona sahipler.
Dolayısıyla Arap bölgesindeki soğuk savaşa çözüm bulunması için bu milislerin niyetlerinin açığa çıkarılması ve etkilerinin azaltılması gerektiği bir gerçek. Ancak bu zorlu ve karmaşık bir görev. Çünkü bu görev, İran'ın yayılmacı stratejisini değiştirmeye ne kadar istekli olduğu ve bölge ülkelerinin egemenliğine karşılıklı saygıya dayalı bir bölgesel çıkar sistemi inşa etmeye ne kadar inandığı ile ilişkili. Burada sorulması gereken soru ise Tahran'ı milislere yatırım yapma temeline dayanan bölgesel stratejisini değiştirmeye zorlamak için Körfez'in her iki yakasında iyileşen ilişkilerden nasıl faydalanılacağı sorusudur.
Bu çerçevede 19 Mayıs 2023 tarihinde Cidde'de düzenlenen Arap Birliği Zirvesi'nin nihai bildirisinde, bu milislerle ilgili bir maddenin eklemiş olması da gözden kaçırılmamalı. Bahsi geçen bildiride, Arap ülkelerinin iç işlerine dışarıdan müdahalenin durdurulması ve devlet kurumlarının kontrolü dışında silahlı grupların ve milislerin oluşumuna verilen desteğin tamamen reddedilmesi vurgulandı. Ayrıca, iç savaşların bir tarafın diğerine karşı zafer kazanmasına yol açmayacağı, aksine halkların acılarını arttıracağı, kazanımlarını daha da yok edeceği ve ülkedeki vatandaşların isteklerinin gerçekleşmesini engelleyeceğinin altı çizildi.
Söz konusu ‘iç çatışmalara’ tanık olan ve çatışan tarafların en güçlüsünün açıkça ve net bir şekilde İran tarafından desteklendiği Arap ülkelerindeki durumun gerçek tanımı budur. Bu da onu daha önce Arap ülkelerinde patlak veren çatışmalardan, özellikle de 1975-1990 yıllarında yaşanan ve taraflarının hiçbirinin bölgesel bir projeye tam olarak dahil olamadığı Lübnan'daki iç savaştan temelde farklı kılıyor. Bu durum, iç savaşı durduran Taif Anlaşması sayesinde, halen iç savaşın yıkıcı etkilerinden kurtulamamış olsa da Lübnan’daki krize Arap ülkeleri tarafından bir çözüm üretilmesine elverişli bir iç, bölgesel ve uluslararası ortam yarattı. Ancak Yemen, Irak, (İran'la olan ilişkisi nedeniyle rejiminin doğasının dönüştüğü) Suriye ve Lübnan'daki milislerin organik birlikteliği, İran'ın çözüm bulma ve bölgedeki Arap ülkelerinin çıkarlarının önceliğini tanıma konusundaki isteksizliği, bahsi geçen ülkelerdeki krizlere Arap ülkelerinin çözümler üretmesini oldukça zorlaştırıyor.
Bu milislerin İran'dan bağımsız olmaları meselesi, Hamas Hareketi için de geçerli. Çünkü Filistin-İsrail çatışmasına nihai bir çözüm bulunması, Hamas’ın ‘iki devletli çözüme’ ciddi bir şekilde katılmaya ne kadar istekli olmasıyla bağlantılı. Belki de bu katılım artık Filistin ulusal kararının bağımsızlığının başlığıdır. Zira bu, pratikte Hamas'ın İran'ın etkisinden çıkmaya hazır olduğu anlamına gelecektir. Oslo Anlaşmalarının Filistin’in merhum lideri Yaser Arafat'ın Arap ülkelerinin Filistin ulusal hareketi üzerindeki etkisinden kurtulma çabasının bir sonucu olması gibi, Gazze’deki savaş da İran'ın ‘Filistin davasına mutlak ve eleştirilemez destek verdiği’ söylemini, bu savaş sırasında yaptığı karmaşık ve ‘özel’ hesaplar ve kurduğu denklemler bakımından ciddi şekilde sorgulanmasına neden oldu.
Tüm bunlar, Gazze'deki savaşın ertesi gününün geleceğinin bir parçası. Bu, aynı zamanda tüm bölge için bir ‘ertesi gün’ olacaktır. Dolayısıyla abluka altındaki Gazze Şeridi'nde devam eden savaş, bir ertesi gün mücadelesine dönüşmüş durumda. Savaşın etkili tarafları ‘ertesi gün’ için gerçek planlarını açıklamazken, aktif halde hareket eden Arap ülkeleri, Arap Barış Girişimi temelinde çatışmanın nihai çözümüne ilişkin net bir vizyona sahipler. Bu vizyon, Arap ülkelerinin elindeki bir güç kartı haline gelirken, onsuz ertesi gün olamaz. Dahası, çatışmaya nihai bir çözüm bulunmadan ve iki devletli çözüm yürürlüğe girmeden, ABD'nin istediği gibi İsrail bölgeye entegrasyonu söz konusu dahi olamaz. Bu yüzden bölgedeki olaylar henüz çözüme kavuşturulmamış, hatta daha da tırmanarak kutuplaşmaya yol açmışken Arap ülkelerinin Bahreyn’de yapılacak Arap Birliği Zirvesi’nde çözümle ilgili vizyonlarını bir kez daha teyit etmeleri büyük önem taşıyor. Çünkü sadece alternatif seçeneklerin değerlendirilmesi bile, Arap ülkelerinin ortaya koyduğu yol haritasının ‘tufandan’ kurtulmanın tek yolu olduğunu gösteriyor. Eğer Arap ülkeleri tek başlarına bir çözüm dayatamazlarsa, onlarsız bir çözüm de mümkün değil. Daha da önemlisi böyle bir çözüm sürdürülebilir olmaz.