Hizbullah İsrail'e karşı dengesini yeniden kazanmaya mı başlıyor?https://turkish.aawsat.com/arap-d%C3%BCnyasi/5075953-hizbullah-i%CC%87sraile-kar%C5%9F%C4%B1-dengesini-yeniden-kazanmaya-m%C4%B1-ba%C5%9Fl%C4%B1yor
Hizbullah İsrail'e karşı dengesini yeniden kazanmaya mı başlıyor?
İsrail'in Beyrut'un güney banliyölerindeki binaları hedef aldığı yerin yakınlarında duran bir Hizbullah bayrağı (AFP)
Şii İkilisi’ne (Hizbullah-Emel Hareketi) yakınlığıyla bilinen Lübnanlı bir siyasi kaynak Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada Hizbullah'ın Lübnan'ın güneyindeki çatışmalarının İran Devrim Muhafızları Ordusu’nun (DMO) uzmanları tarafından yönetildiğini açıkladı. Ancak İranlı unsurların çatışmalarda yer almadığını söyledi.
Kaynak, Lübnan'da savaşmak üzere İranlı gönüllülerin bulunduğuna dair Batı medyasında yer alan haberlerle ilgili bir soruya, “Bu konuda söylenenlerin hiçbir dayanağı yok” yanıtını verdi.
Kaynak sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu doğru olsa, çatışmada sadece Şii İkilisi’nden savaşçıların öldürülmüş olması mümkün olabilir mi? Bu doğru olsa bazıları sadece Hizbullah'ın faaliyetlerini araştıran ve güneydeki savaşların ilerleyişini takip eden, büyük ülkelerden çok sayıda istihbarat servisinin bulunduğu bir ülkede herhangi bir İranlının ölümü gizlenebilir mi?”
Ancak ‘Hizbullah’ın üst düzey askeri komutanlarıyla birlikte savaşların yürütülmesini denetleyen’ DMO ‘uzmanlarının’ sahadaki varlığını kabul eden kaynak, “Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, Yürütme Konseyi Başkanı Haşim Safiyuddin ve İslami Direniş'in diğer üst düzey komutanları İsrail tarafından suikasta uğradıklarında yanlarındayken ölen uzmanların isimlerini saklamıyoruz” ifadelerini kullandı.
Kaynak, “İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 1701 sayılı kararının uygulanmasına yönelik koşullarını dayatmak amacıyla, Litani Nehri’nin güneyine ve kuzeyine doğru uzantısını silah zoruyla kontrol etmesine, güneyi nüfusundan arındırmasına ve yakılmış bir toprağa dönüştürmesine olanak tanıyan bir oldu-bitti dayatmak için İsrail'in kuzeyine bakan cephe hattı boyunca köyleri ve kasabaları yıkmaya ve buldozerlerle yerle bir etmeye devam ettiği sürece son söz her şeyden önce sahada olmaya devam edecek” diyerek çatışmalara siyasi çözüm şansının azaldığını ima etti.
Şarku’l Avsat’a konuşan kaynak, “Hizbullah, İsrail'le savaşının genel gidişatına ilişkin bir değerlendirme yaptı. Komuta kademesi, savaşta taraflar arasında dengesizliğe yol açan hataların üstesinden gelmeyi başardı. Geçtiğimiz haftanın son günlerinde İsrail ordusuna daha eşi ve benzeri görülmemiş kayıplar verdirme konusunda ilerleme kaydederek sahadaki dengesini yeniden kazanmaya başladı” diye konuştu.
Kaynak, şunları söyledi:
“Hizbullah ayrıca merkezi operasyon odası ile İsrail'le cephe hattında konuşlanmış grupları arasındaki iletişim eksikliğinden kaynaklanan dengesizliği de düzeltti. Cephe hattında konuşlanan grupların çoğunu Rıdvan Gücü’nden birimlerle değiştirerek savaşın ilk haftalarındaki insani kayıpları en aza indirmek için arka hatlardaki konumlarını güçlendirdi.”
Gelişmiş füze silahları
Hizbullah’ın komuta kademesinin, savaşçılarına çeşitli gelişmiş füze silahları sağladığını ve böylece bu hatlardaki gelişmiş silahlarla donatılmış grupların, Litani Nehri'ne bakan bölgelerin eteklerinde bulunan stratejik noktaları işgal etmek için girdiklerinde İsrail’in komando birlikleriyle çatışmak için doğru zamanda müdahale edebileceklerini vurgulayan kaynak, Hizbullah’ın çatışmanın gidişatını değerlendirirken boşlukları tespit ettiğini ve bunlara çözümler bulduğunu, böylece İsrail'le karşı karşıya gelebileceğini ve güneyin derinliklerine doğru ilerleyişini durdurabileceğini söyledi.
Grupların yeniden konuşlandırılmasına, arka hatlar boyunca güncellenmiş noktalarda yeniden konuşlandırılmalarının eşlik ettiğini belirten kaynak, uyuyan hücrelerin, Lübnan sınırıyla doğrudan temas halinde bulunan İsrail yerleşimlerinin çoğunu hedef almasına izin verecek şekilde güçlendirildiğine dikkati çekerek “Bu da (israil’in) sınır köylerini ve belfelerini buldozerlerle yerle bir etmesinin, Direniş Hareketi’ni ateş altında tutan mevzilerini boşaltması için baskı oluşturmadığı anlamına geliyor” dedi.
Uyuyan hücrelerin harekete geçirilmesi
Uyuyan hücrelerin saflarını yeniden düzenlediğini söyleyen kaynak, “Şimdi ateş güçlerini koruyor, İsrailli komandolarla karşılaşmak ve güneyin derinliklerine nüfuz etmelerini önlemek için gelişmiş pusular kuruyor ve el yapımı patlayıcılar yerleştiriyorlar. Bununla birlikte sınırdaki köylerin ve kasabaların ön hatlarına hücumlarını hafifletmek ve el-Adeyse, et-Tayyibe, Merkaba ve Rab Selasin beldelerinin üst kesimlerindeki Saluki ve Hacir vadilerine bakan tepeleri ve yükseklikleri kontrol altına almalarını engellemek için oralara konuşlanıyorlar” diye konuştu.
Geçtiğimiz haftanın son günlerinde Hizbullah ile İsrail arasındaki çatışmaların, caydırıcılık dengesi durumuna ulaşılmasına yol açacak şekilde arttığını vurgulayan kaynak, İsrail ordusundaki kayıp sayısının artmasının da bunu teyit ettiğini söyledi. Kaynak, Hizbullah gruplarının ‘kolayca aşılamayacak savunmalarla güçlendirildiğini, özellikle de bazılarının ağır kalibreli bombalarla imha edilmesine rağmen hala ayakta olan tünellerin açık olduğunu’ söyledi.
İsrail'in Litani Nehri'nin kuzeyindeki güney kasabalarına yönelik yıkımını Beyrut'un güney banliyölerine ve tüm ilçeleriyle Bekaa'ya kadar genişletmeyi planladığını düşünen kaynak, İsrail’in nüfusunun çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu şehirleri hedef alarak, Hizbullah'a BMGK’nın 1701 sayılı kararın uygulanmasına ilişkin koşullarını kabul etmesi için baskı yapmayı amaçladığını, ancak bunu kendi yöntemleriyle gerçekleştirdiğini belirtti.
“Şiilerin sahip olduğu imkanların vurulması”
İsrail, ticari ve sanayi kuruluşlarını ve nüfusunun çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu büyük şehirlerin büyük bölümünü tahrip ederek ısrarla ekonomik altyapıyı hedef aldığını ve bu durumun durum Nebatiye, Sur, güney banliyöleri ve Baalbek için de geçerli olduğunu belirten kaynak, bunun, İsrail'in Şiilerin ekonomisini vurma ve kontrol edilemez çatışmalar yaratacak şekilde ev sahipleriyle yerinden edilenleri karşı karşıya getirmek için karma bölgelere göçü en üst düzeye çıkarma planı bağlamında gerçekleştiğini söyledi.
Dolayısıyla güneydeki savaş sahnenin merkezinde yer almaya devam ederken İsrail ile Lübnan arasında arabulucu konumundaki ABD Başkanı Joe Biden'ın Kıdemli Danışmanı Amos Hochstein, önceki ziyaretlerinin aksine, ateşkese vararak ve orduyu, silahların Lübnan devletine münhasır olması şartı temelinde BMGK’nın 1701 sayılı kararının tüm hükümleriyle uygulanmasına hazırlanmak üzere konuşlandırarak savaşı sona erdirmenin yolunun açık olduğu iyimserliğiyle Tel Aviv'den Beyrut'a gelmediği sürece son sözü sahanın söyleyeceği açık.
Kaynak, son olarak “İsrail'le caydırıcılık dengesini yeniden kurduktan sonra Hizbullah'ın sahada ne kadar dayanabileceğini test etmeye başlayan bu savaş, Lübnan'daki tüm etkileri ve yansımalarıyla olduğu gibi mi devam edecek?” şeklinde konuştu.
Esed rejiminin devrilmesini Humus şehir merkezindeki yeni saat kulesinin etrafında kutlayan Suriyeliler, 18 Aralık 2024 (AFP)
Elie el-Kasifi
Suriye’de Beşşar Esed rejiminin düşmesiyle sonuçlanan gelişmeler, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana bölgede meydana gelen jeopolitik değişikliklerin güçlü bir göstergesiydi. Her ne kadar geçtiğimiz eylül ayı ortalarından bu yana Lübnan'da Hizbullah'a indirilen ve onu büyük ölçüde zayıflatan ağır darbeler, İsrail'in ABD desteğiyle Gazze Şeridi'ne açtığı savaşın dayattığı bu değişikliklerin bir kanıtı olsa da Suriye'deki son gelişme, Gazze Şeridi’nden ve Lübnan'dan sonra üçüncü büyük gelişme ve her ikisinde de yaşananların bir sonucu olması nedeniyle bu değişikliklerin teyidinde belirleyici bir unsur oldu.
Bu durum akıllara ‘Bu değişim döngüleri nerede duracak? Suriye son durak mı olacak, yoksa Irak ve muhtemelen İran'ı da kapsayacak mı?’ gibi temel soruları getirdi. Gerçekten de 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana yaşananlar, Ortadoğu gibi bir bölgede ve İsrail'in savaştığı gibi karmaşık bir bölgesel ve uluslararası sahnede, başta ABD olmak üzere Batı ülkeleriyle ‘Batı’nın hegemonyasına’ karşı kendilerini sağlam bir kutup olarak sunmaya çalışan bölgesel ve uluslararası güçler arasında derinleşen bir yeniden konumlanma zemininde yaşanan bir savaşta gelecekteki gelişmeleri tahmin etmenin çok güç olduğunu ortaya koyuyor.
Sadece 7 Ekim 2023'ten bu yana yaşananların Ortadoğu'nun uluslararası arenadaki stratejik konumunu hala koruduğunu teyit ettiği kesin. Tüm bunlar, savaştan önce ABD'nin önceliklerinin Rusya ve Çin ile kendi coğrafi ve siyasi bağlamlarında mücadeleye yönelmesi nedeniyle bölgeye olan ilgisini kaybettiğinin konuşulduğu bir dönemde gerçekleşti. Bu yeni yönelim, Ortadoğu'nun uluslararası arenadaki stratejik değerinin ABD'nin bölgeyi ‘terk etmesi’ nedeniyle azaldığı izlenimini yarattı. Gerçekte bu izlenim, bölgesel ve uluslararası güçlerin ABD'nin önceliklerindeki değişimi, ABD'nin gerileyen nüfuzu pahasına bölgedeki etkilerini güçlendirmeleri için bir fırsat olarak gösteren bir medya ve siyasi platform yaratma çabaları çerçevesinde okunmalı.
Hamas Hareketi’nin Gazze Şeridi’ndeki lideri Yahya es-Sinvar'ın Aksa Tufanı Operasyonu'nu planlarken bu okumayı göz önünde bulundurduğuna şüphe yok, Zira Washington'ın Avrupa’ya ve Pasifik'e yönelmesi İsrail'i savunmak için bölgede yeniden angaje olma isteğini azaltacağına şüphe yok. Fakat bu, Sinvar'ın henüz tam olarak ortaya çıkmamış ve pek çok yönü belirsiz ve bilinmez olarak kalabilecek operasyonunu gerçekleştirme nedenlerini özetlemiyor. Ancak Sinvar’ın, Netanyahu liderliğindeki hükümetin yürüttüğü ‘yargıda reform’ planından dolayı yaşanan anlaşmazlık nedeniyle İsrail içindeki bölünmelerin yanı sıra başta kendisiyle birlikte Hamas ve Gazze Şeridi'nin tamamının, ardından da Hizbullah ve Lübnan'ın kurban edildiği ‘meydanların birliği’ stratejisini uygulamak için İran'ın başını çektiği Direniş Ekseni’nin kendisiyle birlikte savaşa girmeye hazır olduğu düşüncesi üzerine bahis oynadığı da bir gerçek.
Başka bir deyişle Sinvar, Direniş Ekseni’nin kendisi hakkında yaydığı güç yanılsamalarına kapılarak İsrail içinde yaşananları ve Washington'ın Tel Aviv'i ne ölçüde destekleyebileceğini yanlış değerlendirdi. Hamas’tan kaynaklara göre Sinvar, Aksa Tufanı Operasyonu'nun bu boyuta ulaşacağını ve amacının İsrailli rehineleri kaçırıp ardından bir esir takas anlaşması müzakere etmek olduğunu tahmin etmemişti. Ancak operasyon, özellikle İsrail'in Gazze Şeridi’ndeki ‘savunma’ ağlarının çökmesiyle kontrolden çıktı. Aynı kaynaklar, Sinvar’ın savaşın başında Norveçli arabuluculara kapsamlı bir anlaşma için müzakerelerin yapılmasını istediğini bildirdiğini, ancak Netanyahu’nun bu teklifi reddettiğini aktardılar.
Suriye’deki gelişmeler elbette tek başına Rusya'nın uluslararası konumunun gerilediğini kanıtlamak için kullanılamaz. Bu düşüşün başlıca göstergesi, Ukrayna'daki savaş ve Moskova'nın bu savaştan galip ya da en azından mağlup olmadan çıkma becerisi olmaya devam ediyor.
Ne olursa olsun Aksa Tufanı Operasyonu’nun detayları halen gizli tutuluyor. İsrail tarafından yürütülen soruşturmalar, bu konudaki en önemli bilgi kaynaklarından biri olabilir. Ancak dikkate alınması gereken husus, Sinvar'ın Aksa Tufanı Operasyonu’nun koşullarına ilişkin değerlendirmesinin, Direniş Ekseni ile tam olarak koordine edilmemiş olması. Direniş Ekseni'nin bölgedeki bölgesel ve uluslararası güç dengesine ilişkin değerlendirmesinin genel çerçevesinden sapmadı, ancak daha sonra sadece Hamas'ın değil bir bütün olarak Direniş Ekseni'nin gücünü tahmin etme yanılsamasına düştüğünü yahut olayların gücünün boyutunu ortaya çıkarmasını beklemediğini gösterdi.
Bununla birlikte bölgedeki değişimler, sadece direniş eksenini değil, başta Rusya olmak üzere bölgedeki bölgesel ve uluslararası nüfuz haritasında kendilerine sağlam bir yer bulmak isteyen uluslararası güçleri de etkiledi. Ortadoğu'daki savaşta ABD’nin ve Batı ülkelerinin dikkatini dağıtarak Ukrayna'da üzerindeki baskıyı hafifletmeyi hedefleyen ve Aksa Tufanı Operasyonu’nda Rusya'nın özel bir rol üstlenip üstlenmediği konusunda soru işaretleri yaratan Moskova, Esed rejiminin düşmesinin ardından kendisini Suriye'deki bu savaşın sonuçlarıyla karşı karşıya buldu. Bu durum, Rusya'nın sadece Suriye'deki değil, tüm bölgedeki nüfuzunun seviyesinde büyük bir değişime yol açtı.
Dolayısıyla mesele Gazze, Lübnan ve Suriye'deki bölgesel olayların İran üzerindeki etkileriyle sınırlı değil. Bu dramatik olayların İran rejiminin içeriden zayıflamasına ve İsrail’in ve -Donald Trump'ın bu olasılığı masaya koymasının ardından- muhtemelen ABD’nin İran’ın nükleer programına karşı bir saldırı düzenlemelerine yol açıp açmayacağı ve başta Suriye'deki gelişmeler olmak üzere bölgesel olayların, Esed rejiminin düşüşünün kaçınılmazlığı netleştikten sonra ‘buna uygun hareket etmekte’ geç kalan Rusya üzerindeki nüfuzunun boyutu hakkında da bir soru işareti söz konusu. Moskova'nın 2015 yılında Esed rejimini kurtarmak için yaptığı müdahalenin ardından bölgeye ve sıcak sulara güçlü bir şekilde geri dönmesi ve -özellikle Kırım'ın ilhakından sonra- uluslararası sahnede önemli bir oyuncuya dönüşmesi, Rusya’nın Suriye'deki projesinin askeri açıdan çöküşüne işaret ediyordu. Rusya'nın Suriye'deki projesinin, Moskova'nın birlikler kurmak için yatırım yaptığı Suriye ordusunun başarısızlığa uğramasının ardından önce askeri olarak ve gerilimi azaltmak amacıyla yapılan Astana ve Soçi süreçlerinin başarısızlığa uğramasının ardından siyasi olarak çökmesi, Rusya'nın Ortadoğu'dan başlayarak uluslararası sahnedeki konumunun gerilemeye başladığının bir göstergesi olabilir. Bu da bölgenin stratejik önemini koruduğunu teyit ediyor. Zira herhangi bir küresel ya da bölgesel gücün bölgedeki etkisinin azalması, uluslararası sahnedeki varlığının da azalmasına yol açıyor.
Suriye’deki gelişmeler elbette tek başına Rusya'nın uluslararası konumunun gerilediğini kanıtlamak için kullanılamaz. Bu düşüşün başlıca göstergesi, Ukrayna'daki savaş ve Moskova'nın bu savaştan galip ya da en azından mağlup olmadan çıkma becerisi olmaya devam ediyor. Ancak Moskova'nın gücünü ve Batı’nın hegemonyası karşısında önemli bir kutup olarak geri dönüşünü tasvir ettiği göz önüne alındığında, Esed rejimini 2015 yılındaki gibi savunamaması, Moskova'nın uluslararası sahnedeki stratejik kazanımlarını koruma yeteneğini değerlendirmede geçici bir detay olarak görülemez.
Rusya'nın bölgede gerileyen nüfuzu, düşmanlarını kendisine karşı siyasi ve askeri baskı araçlarını yoğunlaştırmaya ne ölçüde itecek?
Esed'in ordusunun savaşmaya hazır olmaması, Moskova ve Tahran'ın neden Esed'i savunmaya gelmediğini açıklamak için tek başına yeterli değil. Ancak en nihayetinde ne İran ne de Rusya, Esed rejiminin düşmesini bir kez daha engelleyebildi. Ne son savaşta vekilleri ağır darbeler alan İran, danışmanlarını ve kendisine bağlı milis grupların üyelerini, Suriyeli muhalif gruplara karşı savaşmak üzere konuşlandırabildi ne de 2015 yılında savaş uçakları karadaki askeri operasyonlara eşlik eden Rusya, muhalfilerin Şam'a doğru ilerleyişini durdurabildi. Ancak bu durum, aralarındaki tüm çelişkili söylemlere rağmen Tahran ve Moskova'nın bölgede, özellikle de Suriye'de birbirlerini tamamlayan bir nüfuza sahip olduklarını gösterse de iki yılı aşkın bir süredir Ukrayna’da yürüttüğü savaşla meşgul olan ve aylar önce Ukrayna ordusu tarafından işgal edilen sınırları içindeki Kursk bölgesini geri almak için Kuzey Kore’den getirdiği paralı askerleri kullanan Rusya, Esed rejimini savunmak için yeniden savaşa girmeye artık muktedir ya da istekli değildi. Bunun yerine Ukrayna'da yürüttüğü savaşa odaklanmayı seçti. Daha da önemlisi, 7 Ekim 2023'ten bu yana bölgedeki savaşın dayattığı jeopolitik değişimler, Moskova'yı Suriye'de baş etmek için yeterli araçlara sahip olmadığı yeni bir gerçeklikle karşı karşıya bıraktı. Onu buna teslim olmaya, uyum sağlamaya ve kayıplarını sınırlamaya zorladı. Tüm bunlar, bölgedeki gelişmelere, etkileri Ortadoğu ile sınırlıymış gibi salt bölgesel bir şekilde yaklaşılamayacağını, uluslararası güç dengesi üzerindeki etkileri temelinde uluslararası düzeyde yaklaşılması gerektiğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Rusya ordusunun Nükleer, Biyolojik ve Kimyasal Savunma Güçleri (NBC) Komutanı İgor Kirillov’un geçtiğimiz salı günü Kremlin'den yedi kilometre uzaklıkta düzenlenen bir saldırıda öldürülmesi, Ukrayna istihbaratı tarafından gerçekleştirilen suikast ile Esed rejiminin düşüşü arasındaki eşzamanlılığın anlamı üzerine düşünmeye itti.
İlk bakışta iki olayın zamanlamasını birbiriyle bağdaştırmak, coğrafi olarak farklı bölgelerde olmaları ve suikastın Rusya-Ukrayna savaşının başlamasından bu yana türünün ilk örneği olmadığı göz önüne alındığında yersiz gibi görünüyor. Aynı zamanda aralarında doğrudan bir nedensel ilişkisi kurulmasında abartıya kaçılmaması gerekir. Ancak iki olayın eşzamanlı gerçekleşmesi, Rusya'nın Ortadoğu'daki nüfuzunun gerilemesinin Rusya içindeki, yakın stratejik alanındaki ve dünyadaki güç dinamiklerinin geleceğini ne ölçüde etkileyeceği konusunda ‘Rusya'nın bölgede gerileyen nüfuzu, düşmanlarını Rusya'ya karşı siyasi ve askeri baskı araçlarını yoğunlaştırmaya ne ölçüde itecek?’ şeklindeki temel bir soruyu da gündeme getiriyor.
Özellikle Ukrayna'ya barış getirme sözü veren, ancak bunu başarmak için izleyeceği stratejiyi henüz açıklamayan Donald Trump'ın göreve başlama tarihi yaklaşırken bu soruyu yanıtlamak için elimizde yeterli veri yok. Trump'ın seçilmesinin Rusya-Ukrayna savaşı dosyasına getirdiği değişikliklerden biri de Kiev'e askeri yardımın koordinasyonunu ABD yerine NATO'nun üstlenmiş olması. Öte yandan Vladimir Putin Ukrayna'da hala üstünlük kendisindeymiş gibi davranmaya devam ediyor. Öyle ki geçtiğimiz pazartesi günü bu yılın Ukrayna'da askeri hedeflere ulaşma açısından tarihi bir yıl olduğunu söyleyerek bunun altını çizdi. Aslında Trump'ın başkan olarak seçilmesi, Rusya ordusu sahada bazı ilerlemeler kaydetse de yavaş ve savaş için belirleyici olmadığından nispeten daha az önemli olan sahadaki çatışmaların gidişatından ziyade çatışmanın siyasi çözüm olasılıklarına olan ilgiyi arttırdı.
Ortadoğu, ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünün yeterli bir kanıtı olmayabilir, ancak Ortadoğu'daki değişimler olmamış ve hiçbir etkisi yokmuş gibi ele alınamayacağı da kesin.
Putin geçtiğimiz pazartesi günü yaptığı ve Ukrayna'da cephede geçen bir yılı özetlediği konuşmasında, Suriye'den bahsetmezken, Batı’nın hegemonyası karşısında Rusya'nın tutumunu paylaşan taraflarla ülkesinin askeri ittifaklarını güçlendirmeye devam edeceğin sözünü verdi.
Putin'in sözleri, aralarında Rusya’nın ve Çin'in de bulunduğu yeni küresel güçlerin uluslararası sahnede yükselişi lehine Amerikan imparatorluğunun çöküşünün başlangıcına dair anlatıyı akla getirirken Ortadoğu'daki son olaylar, ABD’nin bölgeye halen güçlü bir şekilde müdahale edip çatışmaları çözebildiğini, düşmanlarının ise arka planda kalıp kayıplarını belirlemeye çalıştığını gösterdi.
Ortadoğu, ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünün yeterli bir kanıtı olmayabilir, ancak İran'dan Rusya'ya ve hatta bölgedeki dramatik gelişmeleri ve bunların sözde müttefikleri üzerindeki etkilerini yakından izlediğine şüphe olmayan Çin'e kadar kendilerini ABD ile yüzleşmeye hazırlayan tüm güçlerin Ortadoğu'daki değişimler olmamış ve hiçbir etkisi yokmuş gibi ele alınamayacağı da kesin.
Nihayetinde Putin'in geçtiğimiz perşembe günü ülkesinin Suriye'de yenilmediğini ve Suriye'deki hedeflerine ‘bir şekilde’ ulaştığını söylemesi, her ne kadar bir kez İranlıların ve İran yanlısı milislerin Şam'ı savaşmadan terk etmesine atıfta bulunarak, bir kez de ülkesinin Suriyeli muhalif gruplarla ilişkilerini sürdürdüğünü söyleyerek Esed rejiminin düşüşündeki sorumluluğunu en aza indirmeye çalışsa da Moskova'nın bölgede savunmaya geçtiğini teyit ediyor. Sonuç olarak Rusya'nın yeni Suriye'deki konumu, düşüşü bölgede uzun bir dönemin sonunu getiren ve bölgedeki bölgesel ve uluslararası nüfuz haritasının yeniden çizilmesine yol açan ‘Esed'in Suriye'sinde’ olduğu gibi olmayacak.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.