Yıkıcı savaşın ötesinde, dini grupların devleti yok etmesi

Lübnan, parti ve akımlarının bölge ve dünya ülkeleriyle özel ilişkiler arayışında olduğu az sayıdaki ülkeden biridir.

Kurtarma ekipleri Beyrut’un güney banliyösündeki el-Şeyyah mahallesini hedef alan İsrail hava saldırısından sonra hayatta kalanları ararken Lübnan askerleri nöbet tutuyor, 19 Kasım 2024 (AFP)
Kurtarma ekipleri Beyrut’un güney banliyösündeki el-Şeyyah mahallesini hedef alan İsrail hava saldırısından sonra hayatta kalanları ararken Lübnan askerleri nöbet tutuyor, 19 Kasım 2024 (AFP)
TT

Yıkıcı savaşın ötesinde, dini grupların devleti yok etmesi

Kurtarma ekipleri Beyrut’un güney banliyösündeki el-Şeyyah mahallesini hedef alan İsrail hava saldırısından sonra hayatta kalanları ararken Lübnan askerleri nöbet tutuyor, 19 Kasım 2024 (AFP)
Kurtarma ekipleri Beyrut’un güney banliyösündeki el-Şeyyah mahallesini hedef alan İsrail hava saldırısından sonra hayatta kalanları ararken Lübnan askerleri nöbet tutuyor, 19 Kasım 2024 (AFP)

Refik Huri

Lübnanlılar, Samuel Huntington'ın “Biz Kimiz?” kitabında Amerikalılara sorduğu soruya cevap verebilecek nitelikte değiller. Huntington sorusunu “eritme potasının” vatanseverlik ve Birlik bayrağı altında savaşmanın birleştirdiği bir Amerikan halkına dönüştürdüğü, dünyanın tüm halklarından oluşan bir karışıma yöneltmişti. Onu bu soruyu sormaya iten kaygı, özellikle Latin Amerika'dan gelen milyonlarca göçmenin Amerikan halkının kimliği üzerindeki etkisiydi.

Tam aksine Lübnan'da ise tek kökenden gelen “yerli” halk küçük bir ülkede ulusal birliği sağlama konusunda başarısız oldu. Sanki bir kısmı mülteciler nedeniyle tarihi kimlik için endişelenen, diğer bir kısmı sosyal dokuyu değiştirmek için demografiye ve mültecilere güvenen halklar grubundan oluşuyormuş gibi davranmaya başladı. Bölünme her konuda derin ve keskin.

Lahey'deki Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı başkanlığını yürüten Nevaf Selam gibi bir doktor ve yargıcın, Lübnan'da başbakanlığa aday gösterilmesi, İran ile bağlantılı “direniş ekseninin” kesin reddiyle karşılaşıyor. Açıklanan sahte bahane onun ABD’nin adayı olması, asıl amaç ise İran'a sadık bir cumhurbaşkanı ve başbakanını göreve getirmek, aksi takdirde cumhurbaşkanlığı makamındaki boşluğu süresiz olarak devam ettirmek.

Dahası Lübnan'ı kontrol eden ve Suriye'de rejimin yanında savaşan, İran stratejisi kapsamında Irak, Yemen ve Gazze'de bölgesel rol oynayan Hizbullah, Lübnanlıların çoğunun muhalefetine rağmen Lübnan'ı İsrail ile yıkıcı bir savaşa sokuyor. Kendisini destekleyen Şii çevrenin yerinden edilmesi ve diğer dini grupların yaşadığı bölgelere iltica etmesinin ardından savaşı sürdürmekte ısrar ediyor. Savaşın mantığını, yönetimini, zararlarını tartışan herkesi ihanet ve “Amerikan-İsrail projesine” hizmet etmekle suçlamayı da bırakmıyor.

Lübnan, partileri, akımları ve dini grupları bölge ve dünya ülkeleri ile özel ilişkiler arayışında olan tek ülke olmasa da az sayıdaki ülkeden biri. Lübnanlı güçler arasındaki iç ilişkiler gerginken ve kimi zaman kopma noktasına varırken, dış güçlerle ilişkilerin güçlü kalması ironiktir. İçeride diyalog kesilse bile bu kesinti sınırları aşmıyor, dışarısı ile diyalog devam ediyor. Lübnan'da cumhurbaşkanını seçmek ve iktidarı kurmak için dış güçler yerel güçler arasında sıklıkla arabuluculuk yaptılar. Geçmişte durum böyleydi, şimdi de böyle ve hiçbir şey bunun gelecekte de devam etmesine engel değil.

19. yüzyılın ikinci yarısında Lübnan Dağı Mutasarrıflığı döneminde vali, Osmanlı padişahı tebaasından Lübnanlı olmayan bir Hıristiyandı. Yedi büyük gücün onayıyla padişah tarafından atanır ve kendisine paşa unvanı verilirdi. Her dini grup ve mezhep, konsoloslar aracılığıyla bu ülkelerden birinin himayesine ve korumasına güveniyordu. Ortodokslar Rusya'nın, Maruniler Fransa'nın, Katolikler Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun, Dürziler ve Protestanlar Büyük Britanya'nın himayesindeydiler. Sünniler padişahın dininden ve tebaasından oldukları için korunmaya muhtaç değillerdi.

Fransız General Henri Gouraud’un, merkezi Şam olan Arap devletini Meysalun Muharebesi'nde Savaş Bakanı Yusuf el-Azma’yı yendikten sonra yıkmasının ve İngilizlerin, kralı Faysal bin Şerif Hüseyin'i Irak kralı yapmak zorunda kalmalarından sonra, 1 Eylül 1920'de deklare ettiği Büyük Lübnan devleti döneminde, manda devleti olan Fransa, herhangi bir mezhebin bir Avrupa ülkesiyle ilişki kurmasını engelledi. Ancak bazı mezhepler Manda Yönetimine direnirken, bazıları da Fransız-İngiliz rekabeti ışığında Londra ile ilişkiler başlattı. Mezhep liderleri arasında dayanışma sağlandığında, İngiliz General Edward Spears'ın yardımı ve Sovyetlerin desteğiyle Birinci Dünya Savaşı'nın getirdiği ve İkinci Dünya Savaşı’nın devirdiği Fransız manda yönetiminden bağımsızlıklarını kazandılar.

Bağımsızlıktan sonra Lübnan Cumhuriyeti'nin başkenti Beyrut ile resmi ilişkilerin yanı sıra mezhepler, partiler, akımlar ile ülkeler arasındaki ilişkiler modeli iyice yerleşti. Bir Maruni liderlik Fransa'ya bağlı kaldı ve bağımsızlığın erken elde edildiğine inandı. Başka bir Maruni liderliği bağımsızlık kahramanı rolünü oynadı ve Mısır ve Suriye ile iyi ilişkiler kurdu. Ortodoks liderler Arap çevre ve özellikle de Kahire ve Şam ile ilişkiler kurdular. Sünni ve Şii liderler özellikle Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır döneminde Kahire'nin peşinden gittiler. Cumhurbaşkanı Sedat'ın Kudüs ziyareti ve Camp David’e gitmesinin ardından Şam ve Riyad ile ilişki kurmaya yöneldiler. Dürzi liderler Londra, Paris ve Moskova ile kapıyı açık bırakmayı ihmal etmeden Arap çevre ile ilişkilere bağlı kaldılar.

Daha sonra, Lübnan Savaşı sırasında Washington'a yöneliş dönemi geldi ve bu savaş, Washington, Şam ve Riyad’ın büyük desteğiyle Kral Fahd, Kral İkinci Hasan ve Cumhurbaşkanı Şadli Bendcedid'in oluşturduğu üçlü Arap Komitesi aracılığıyla 1989'da Taif Anlaşması ile sona erdi. Savaş sırasında Maruni liderler, 1982'de Lübnan'ı işgal eden ve Filistin Kurtuluş Örgütü'nü ülkeden çıkaran İsrail ile ilişkiler kurdular. Ardından Şam, tüm mezheplerle ilişkileri tekeline aldı ve resmi otoriteyi perde arkasından yönetti. Daha sonra Suriye'nin 2005'te Lübnan'dan çekilmesi ve Hizbullah ile Emel Hareketi'nin küçük vatanda iktidara hakim olmasının ardından İran dönemi geldi.

Bütün bu dönüşümler sırasında devlet dini grupların liderlerinin otoritesinden daha zayıf bir otoriteden ibaretti. Beyrut'ta bugün otoritenin kalıntıları, şiddetli mali, ekonomik ve sosyal kriz, İsrail ile İran bağlantılı Şii liderler arasındaki savaştan başka hiçbir şey yok. İki yıldır cumhurbaşkanı yok ve savaş bitse ve mezhep liderlerinden veya onların temsilcilerinden yeniden bir otorite oluşturulsa bile güçlü bir devlet, bir hak ve hukuk devleti projesi inşa etme umudu da yok.

Bu anormal durum bir devlet inşa etmekten kaçınmanın reçetesidir. Liderlerin resmi otoritenin arkasından yabancı ülkelerle oynadıkları oyunlar durmaz ve içeride iyi ilişkiler süreci başlamazsa, ülke, mezhepler devletindeki kalıcı krizlerin tutsağı olmaya devam edecektir. Tek kurtuluş olan sivil devlet hedefine ulaşamayacaktır. Tabii ki, bazılarının uğruna çabaladığı ve fiilen Lübnan'ın özgürlüğünün, yaratıcılığının, kültürünün ve sanatının sonu anlamına gelen dini devlet de kurulmayacaktır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Umman, Suudi Arabistan ve Azerbaycan’da yapılan görüşmeler, bölgeyle ilgili yeni formüller ve istikrar beklentileri

Fotoğraf: AFP
Fotoğraf: AFP
TT

Umman, Suudi Arabistan ve Azerbaycan’da yapılan görüşmeler, bölgeyle ilgili yeni formüller ve istikrar beklentileri

Fotoğraf: AFP
Fotoğraf: AFP

Elie el- Kasifi

Geçtiğimiz hafta bölgedeki gelişmelerle ilgili iki önemli görüşme gerçekleşti. Medyada geniş yer bulan ilk görüşme, İran'ın nükleer programını müzakere etmek üzere Umman'ın başkenti Maskat'ta ABD ve İran heyetleri arasında yapılan müzakere toplantısıydı. Medyanın ilgisini ilki kadar çekemeyen Fazla ikinci toplantı ise Türkiye ve İsrail heyetleri arasında ‘iki taraf arasında sürtüşmeyi önleyecek istikrarlı bir mekanizmaya’ ulaşmak ve Suriye'de iki taraf arasında ‘kırmızı çizgiler’ çizmek amacıyla Azerbaycan'da bir araya geldikleri görüşmeydi.

Bu iki görüşmeden önce, ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu arasında Beyaz Saray'da bir görüşme gerçekleşti. Bu görüşmeden çıkan ana sonuç, kendince bir ‘barış adamı’ olmaya çalışan ABD Başkanı'nın İran ile müzakere etmeye ve bir anlaşmaya varmaya kararlı olduğuydu. Trump ayrıca ‘barış yapma’ çabalarının, dostları Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Binyamin Netanyahu arasında gerginliğin yaşandığı Suriye'ye de uzanmasını istiyor.

Suudi Arabistan Enerji Bakanı Prens Abdulaziz bin Selman Al Suud pazar günü ABD'li mevkidaşı Chris Wright ile bir araya geldi. Suudi Bakan, ABD ile Suudi Arabistan'ın enerji ve sivil nükleer teknoloji alanlarında iş birliği için bir ön anlaşma imzalamaya yakın olduğunu açıkladı.

Bu açıklama, 2015 yılında eski ABD Başkanı Barack Obama yönetimi ile İran arasında imzalanan ve daha sonraki gelişmelerle meşrulaşan Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin endişelerini arttıran nükleer anlaşmanın ardından bölgede hakim olan atmosferi hatırlattı. O dönemde Riyad'ın sivil bir nükleer program arayışında olduğuna dair söylentiler artmıştı.

Ancak bu açıklama, ABD Başkanı'nın ikinci dönemindeki ilk yurtdışı ziyareti olarak mayıs ayı ortalarında gerçekleştirmesi beklenen Riyad ziyaretinin arifesinde gelmesi ve bu ziyaretin ABD'nin Ortadoğu stratejisinin başlıklarını ortaya koyması açısından büyük önem taşıyor. Ancak burada ‘İsrail'in Filistin topraklarındaki ve bölgedeki saldırgan politikalarında ısrar etmesiyle giderek karmaşıklaşan bölgede Trump'ın ‘büyük bir pazarlık’ peşinde mi yoksa uzun vadeli çözümleri erteleyerek ya da umursamayarak, öngörülebilir gelecekte bölgenin özelliklerine dair esnek bir algı içerisinde ‘perakende anlaşmalar’ peşinde mi?’ diye sorulması gerekiyor.

Bu bağlamda, ABD Enerji Bakanı Wright’ın Riyad'dan yaptığı açıklamaya İsrail'in verdiği tepki dikkat çekiciydi. Muhalefet lideri Yair Lapid, Tel Aviv'in Washington'dan Suudi Arabistan topraklarında uranyum zenginleştirilmesine açık bir yasak getirmesini istemesi gerektiğini söyledi. Bu durum, Washington'ın İsrail'i bölgede kabul görmesi sürecini genişletme girişiminden, Gazze Şeridi'nde devam eden savaşın bu süreci engelleyen sonuçlarına ve İran'ın bölgesel nüfuzunun azalmasının ardından bölgedeki güç dengesine ilişkin yeni bir harita çizme girişimine kadar bölgedeki dosyaların birbiriyle bağlantılı olduğunu gösteriyor.

ABD'nin garantisi, Lübnan'da İsrail ve Suriye arasındaki çelişkileri yönetmek için yeterli olmasa da aralarındaki çatışmanın doğrudan savaş sınırlarına tırmanmasını önlemek için her zaman mevcuttu.

Açıklamanın en can alıcı noktası ise ABD yönetiminin İran'ın nükleer dosyasını ele alma planına atıfta bulunmasıdır. ABD'nin tutumundan Washington'ın İran'ın nükleer programını İsrail'in istediği gibi Libya tarzında tasfiye etmek istemediği, ancak İran'ın nükleer silaha sahip olmaması olduğu ve bunun Tahran tarafından da teyit edildiği sonucu çıkarılabilir. Diğer bir deyişle, Trump yönetimi İran'ın sivil amaçlı nükleer programının devam etmesini önemsemiyor. Bu durum daha çok İsrail'de bir endişe yaratıyor. Fakat daha da önemlisi, Bakan Wright'ın pazar günü Riyad'dan yaptığı açıklamada yer alan Amerikan algısına göre yeni bölgesel dengeleri anlamak için yeni bir bakış açısı yaratıyor.

Nihayetinde tüm bu toplantıların ortak paydası, bölgeyi kendi çıkarlarına uygun şekilde dizayn etmeye çalışan bir oyuncu olarak ABD’dir. Bu, ABD'nin sürekli değişime tabi olan eski bir çabası olsa da İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşı, tıpkı ABD'nin ‘Yeni Ortadoğu’ projesini hayata geçiren Irak işgali sonrasında olduğu gibi, bu çabayı yeniden alevlendirdi. Ancak bu süreç İran'ın Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen olmak üzere dört Arap ülkesinin başkentini kontrol etmesiyle sona erdi.

drgty
Suriye'nin güney sınırı boyunca İsrail tarafından ilhak edilen Golan Tepeleri'ndeki bir bölgede bir Merkava savaş tankını inceleyen bir İsrail askeri, 25 Mart 2025 (AFP)

Buradaki akıllara ‘eğer bölge şu anda ters bir yörüngeye girmişse, yani İran'ın bölgedeki nüfuzunun azaldığı bir yörüngeye girmişse, Tahran'ın bıraktığı boşluğu kim, nasıl dolduracak?’ sorusu geliyor.

İsrail ve Türkiye'nin Suriye'de karşı karşıya gelmesi, bu boşluğu doldurma mücadelesinde önemli bir kısmı oluştursa da bu çatışma, İran ve İsrail arasında Suriye topraklarında on yıldan fazla bir süredir tanık olunan çatışmadan farklı olacak gibi görünüyor. Buradaki en belirgin fark ise Washington'ın Tel Aviv ve Ankara arasında arabulucu rolü oynayarak, Suriye'de her iki taraf için de kırmızı çizgiler konusunda bir anlaşmaya varmaya çalışmasıdır. Bu anlaşma, 1976 yılında Suriye ordusunun Lübnan'a girmesinin önünü açan ve ABD himayesinde Lübnan'da İsrail ile Suriye arasında imzalanan kırmızı çizgiler anlaşmasını anımsatıyor.

Ancak 1976-1982 yılları arasında Lübnan'da olduğu gibi, Amerikan garantisi Lübnan topraklarında İsrail ve Suriye arasındaki çelişkileri yönetmek için yeterli olmadı. Ancak ikisinin de istemediği doğrudan bir savaşı önlemek için her zaman hazır bulundu. Aynı senaryonun Suriye’de de tekrarlanması ve Washington'ın Suriye topraklarında Tel Aviv ve Ankara arasındaki tüm çelişkileri yönetemese de aralarındaki çatışmanın iki tarafın da istemediği doğrudan bir askeri çatışmaya dönüşmesini engellemek için müdahale edebilmesi ihtimali de söz konusu.

İsrail'in Suriye ve Lübnan'daki saldırganlığı, güvenliğini sağlama iddialarının ötesine geçerek bölgedeki uzun vadeli hedeflerini gerçekleştirmeye, öncelikle de kendi çıkar haritasına uymayan yeni bölgesel nüfuz haritalarının çizilmesini engellemeye yönelik bir saldırganlıktır.

Ancak İsrail'in Suriye'ye müdahalesi, Tel Aviv'in Suriye topraklarındaki ısrarlı saldırganlığını meşrulaştırmak için öne sürdüğü ve İsrail içinde bazı çevrelerin sorgulamaya başladığı başlıklarla hiçbir ilgisi olmayan başka bir başlığa atıfta bulunuyor. İsrail'in Suriye'deki ‘korkularının’ ne askeri açıdan ne de Suriye'deki yeni rejimin öncelikleri açısından sağlam bir gerekçesi var. Bu öncelikler temelde ekonomik ve sosyal meseleler ve bunların şiddetlenmesini sınırlandırmak için Arap dünyasından ve uluslararası toplumdan en geniş desteği alabilmekle ilgili.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Lübnan ile sınırdaki beş noktada askerlerini konuşlandıran ve hava saldırılarına devam eden İsrail, 27 Kasım'dan bu yana Lübnan’a karşı gerçekleştirdiği bombardımanlarda 14 kadın ve 9 çocuğun ölümüne neden olurken kendisine karşı askeri eylem planladıklarını doğrulayacak hiçbir delil olmamasına rağmen Hizbullah kadrolarına düzenlediği suikastlarla ateşkes anlaşmasını ihlal etmeye devam ediyor. Tüm bunların İsrail'in ‘güvenlik kaygıları’ ile de ilgisi yok. Çünkü kendi lehine olan ateşkes anlaşmasının bu ‘endişeleri’ ortadan kaldırması gerekirdi. Ancak İsrail, bölgesel konumunu güçlendirmek ve bölgenin yeni hatlarını etkilemek için mümkün olduğunca çok kart toplamaya çalışıyor.

fgrtyu
Lübnan'ın güneyindeki sınır kasabası Ayterun’da İsrail’in bombardımanında yıkılan binaların önünden geçiyor Şii bir din adamı (AFP)

Sonuç olarak, İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşı, ilk haftalarından bu yana, 7 Ekim 2023'teki Hamas’ın Aksa Tufanı Operasyonu’na verilen tepkinin ötesine geçerek İsrail'in Filistin toprakları üzerindeki uzun vadeli hedeflerine ulaşmak için bir araca dönüştü. Bu hedeflerin başında, yaşanılabilir bir Filistin devletinin kurulması için her türlü coğrafi, sosyal ve siyasi zeminin baltalanması geliyor.

Bu durum, Suriye'deki değişimin varlıklarını kanıtlamalarının ve bölgesel nüfuzlarını güçlendirmelerinin yolunu açtığı yükselen bölgesel güçler ile bölgede kendi entegrasyonu pahasına da olsa bölgesel istikrarsızlaştırma kartını oynayan İsrail arasında büyük çelişkiler yarattı. Başka bir deyişle, İsrail'in Filistin toprakları ve ötesiyle ilgili mevcut stratejisi, Tel Aviv'in normalleşme ve barış yollarına, bu yolların Filistin topraklarındaki politikalarıyla çelişmesi halinde bağlı kalmayacağını teyit ediyor. Bu saldırgan politikalar, mevcut sağcı hükümet koalisyonunun devamı için bir gereklilik haline gelmiştir.

İran’ın ve bölgedeki vekillerinin teslim olması o kadar da ‘mantıklı’ görünmüyor. Zira İran'ın kendi sınırları içine dönmeye ve yayılmacı projesinden ve vekillerinden tamamen vazgeçmeye hazır olduğu teorisine güvenmek zor.

Dolayısıyla, İsrail bölgesel bir mesele olarak İran’ın bölgedeki nüfuzunu zayıflattıysa, kendisi de giderek daha belirgin ve kötüleşen bir bölgesel mesele haline geldi. Sanki İran meselesi bir süreliğine İsrail meselesini gölgede bırakmış gibi, bu da bölgedeki İran-İsrail çatışmasının karmaşık dinamiğini yansıtıyor. Bu bağlamda tanık olunan tüm korkunç suçlar ve zulümlerle birlikte Gazze Şeridi'ndeki savaşın, İsrail'in Filistinliler ve bölge halklarıyla kolayca uzlaşma yolunu izleyebileceğini hayal etmek oldukça güç. Bu da bölgesel istikrar beklentilerini değerlendirmede kilit bir faktör olarak karşımıza çıkıyor.

İran'ın Trump’ın ‘önerisini’ kabul etmesinin temel faktörü olan içinde bulunduğu boğucu ekonomik kriz nedeniyle rejimine karşı risk haline gelen içerideki tehlikeler kötüleştiğinden kendi sınırlarına dönmeye ve yayılmacı projesinden tamamen vazgeçmeye hazır olduğu teorisine güvenmenin de zor olduğu bir gerçek. Fakat bu, Tahran'ın bölgedeki uyuyan hücrelerini yeniden harekete geçirmek için gelecekte fırsat kollamayacağı anlamına gelmiyor.