Türkiye ve yeni Suriye, belki bundan daha da ötesi

Elbette bu, bölgesel ve uluslararası aktörlerin Türkiye'nin Suriye'deki nüfuzunu hemen kabul edilecekleri anlamına gelmez.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 22 Aralık’ta Şam'da HTŞ lideri Ahmed eş-Şera ile bir araya geldi (AFP)
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 22 Aralık’ta Şam'da HTŞ lideri Ahmed eş-Şera ile bir araya geldi (AFP)
TT

Türkiye ve yeni Suriye, belki bundan daha da ötesi

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 22 Aralık’ta Şam'da HTŞ lideri Ahmed eş-Şera ile bir araya geldi (AFP)
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan 22 Aralık’ta Şam'da HTŞ lideri Ahmed eş-Şera ile bir araya geldi (AFP)

Elie Kassifi

İsrail'in Hizbullah ve Hamas’ı bitap düşürmesi, Iraklı silahlı grupları terörize etmesi ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından İran’ın ‘direniş ekseninin’ çöküşü ne kadar hızlı olduysa Suriyeli muhalif grupların Şam'a girdikten ve devrik Devlet Başkanı Beşşar Esed ülkeden kaçtıktan sonra Türkiye'nin Suriye kapısından bölgesel bir güç olarak yükselişi ya da ortaya çıkışı da o kadar hızlı oldu. Türkiye'nin sadece bölgede değil, Afrika'da, Libya'da ve Somali ile Etiyopya arasında attığı her adıma daha fazla dikkat eder olduk. Sanki Türkiye’nin Suriye’deki gelişmelerden sonra attığı her adım, Ankara'nın artan nüfuzunun ve çoğalan rollerinin bir başka kanıtı olarak iki kat daha anlamlı hale geldi.

Bölgesel tablodaki bu hızlı dönüşümün sürprizleri yok değil. Bu dönüşümün bölgesel ve bölgedeki uluslararası aktörler arasındaki ilişkiler üzerindeki sonuçları ve Türkiye'nin bölgedeki etkisinin yükselişinin alacağı biçimler konusunda şaşkınlık ve soru işaretleri yaratıyor. Türkiye'nin bölgedeki nüfuzunun, İran'ın son yirmi yılda sağlam bir şekilde yerleştiğini düşünülen nüfuzunun birkaç ay, hatta birkaç hafta içinde çökmesi karşısında artması, Suriye’deki gelişmeler bağlamında Lenin'in çokça tekrarlanan ünlü ‘Hiçbir şeyin gerçekleşmediği on yıllar ve on yılların gerçekleştiği haftalar vardır’ sözünü hatırlattı.

Hamas Hareketi’nin 7 Ekim 2023 tarihinde İsrail’e karşı düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu’nun ardından İsrail'in önce Gazze Şeridi'ne ve ardından Lübnan'a açtığı savaş ve İsrail ile İran arasındaki karşılıklı saldırılarla başlayan ve iki taraf arasındaki güç dengesizliğini İsrail lehine gösteren genel bağlamda, Rusya'nın Ukrayna'ya karşı yürüttüğü savaşla meşgul olduğu, Çin'in ise uzakta olup Ortadoğu'daki ateşte parmağını yakmak istemediği bir dönemde Washington'ın Tel Aviv'in yanında yer almasıyla bölgedeki yeni sahne şekillenmeye başlamıştı.

csdvfgrthy
Lazkiye’de Rusya’nın kullandığı Hmeymim Askeri Üssü’nün girişindeki araç kontrol noktasında görevli Suriyeli muhalif grupların bir üyesi, 29 Aralık 2024 (AFP)

Tüm bunlar, kendisini ‘sıfır anına’ hazırladığı ve başta Ebu Muhammed el-Culani olmak üzere kadrolarının askeri hazırlık ve yeni aşamaya uyum sağlama becerisi düzeyinde eğitim ve dönüşümden geçtiği ortaya çıkan HTŞ başta olmak üzere Suriyeli muhalif grupların, Suriye'nin bölge ve dünya ile ilişkilerini yeniden tesis etmesi için gereken siyasi ve sosyal söylemdeki tüm değişimlerle birlikte ivmesini artıran elverişli bir zemin yarattı. Türkiye'nin de tüm bunların uzağında olmadığı, aksine merkezinde ve ana itici gücü olduğuna şüphe yok.

Suriyeli muhalif grupların başlıca destekçisi olan Ankara, kartları yeniden karmak ve Suriye'deki sahneyi tersine çevirmek için doğru anı ve fırsatı yakalamaya hazır olmasaydı bunların hiçbiri olmazdı. Mevcut durum, Esed rejiminin çöktüğü ve içeriden kendi kendini yiyip bitirdiğini gizliyordu. Ayakta kalmasının nedenleri aynı zamanda çöküşünün de nedenleriydi. Bu yüzden çöküşü, muhalif grupların ona karşı saldırısından çok kendi içindeki nedenlerden kaynaklıydı. Dolayısıyla geriye sadece uygun bir zamanda ve aniden çöküşünü ilan etmek kalıyordu.

Her halükarda İsrail'in Gazze Şeridi’nde ve Lübnan'da yürüttüğü savaşların bölgesel güç dengesinde yarattığı değişikliklere ve Suriyeli muhalif grupların Esed rejimini kabul etmemelerine ve her an ona karşı saldırıya geçmeye hazır olmalarına rağmen Türkiye, Suriyeli muhalif grupları Saldırganlığı Caydırma Operasyonu’nu başlatmaya ve eşlik etmeye zorlama riskini almasaydı Şam'daki ‘darbe’ asla gerçekleşmezdi. Daha da önemlisi, Türkiye bu maceraya rastgele atılmadı. İnce eleyip sık dokuyarak hesaplanmıştı. Başka bir deyişle Ankara, Suriye'deki nüfuzu için bölgesel ve uluslararası ‘meşruiyet’ sağlayabileceğini, İran ve daha az ölçüde de olsa Rusya pahasına yeni bir bölgesel güç olarak yükselebileceğini fark etmeseydi harekete geçmezdi. Türkiye ile Suriye'deki yeni yönetim arasındaki ilişkinin dinamikleri henüz tam olarak ortaya çıkmış ya da istikrara kavuşmuş değilse de Türkiye’nin yeni Suriye ile ilişkilerindeki ivme, Ankara'nın yeni Suriye sahnesindeki rolünün büyüklüğünü ve daha da önemlisi (Akdeniz'in doğu sahillerini kapsayan) ‘Levant' bölgesindeki değişimler üzerindeki iddiasının boyutunu göstermekten geri kalmıyor.

Bölgede ortaya çıkan bu yeni tablo, sadece Ankara'nın nüfuzunun artmasına indirgenemez. Bu tablo daha ziyade bölgesel ve uluslararası güçlerin bu artışa nasıl yaklaştıkları ve bununla nasıl başa çıktıklarıyla ilgili.

Elbette bu, İran'ı Suriye'den çıkarması ve Rusya'nın Suriye'deki nüfuzunu zayıflatması ve geleceğine ilişkin büyük soru işaretleri yaratması nedeniyle bölgesel ve uluslararası aktörlerin Ankara'nın zaferinin tam ortağıymış gibi Türkiye'nin Suriye'deki nüfuzunu hemen kabul edilecekleri anlamına gelmiyor. Aynı şekilde Suriye'deki yeni sahneyi okumak, Türkiye'nin Suriye'de bölgesel ve uluslararası aktörlerin, ancak zorla kabul edebileceği bir oldu-bittiyi dayattığını söyleyerek özetlenebileceği anlamına da gelmiyor.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Suriye’deki yeni sahne ve Türkiye'nin bu sahnedeki rolü oldukça karmaşık. Basit denklemlerle özetlenemez. Öncelikle İran ve Rusya ile olan ilişkileri de dahil olmak üzere Türkiye'nin dış ilişkileri karmaşık bir durumda. İkinci olarak, Suriye'nin stratejik konumu, Suriye'deki değişikliklerin bölgesel sahnenin yönünü güçlü bir şekilde etkilemesine neden oluyor. Dolayısıyla bölgesel ve uluslararası güçlerin yeni Suriye'ye ilişkin hesapları karışık. Ne olumlu ne de olumsuz olmak üzere tek bir yönde değil.

xcsdvfg
Ahmed eş-Şera, 21 Aralık’ta Şam'da askeri grupların liderleriyle bir araya geldi (Reuters)

Bu çerçevede Esed rejiminin düşüşü sadece Suriye özelinde bir olay değil, aynı zamanda ironik bir şekilde Osmanlıların 1516 yılında Halep yakınlarındaki Mercidabık Savaşı'nda Memlüklere karşı kazandığı zafer üzerine kurulan Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden bir asrı aşkın bir süre sonra Recep Tayyip Erdoğan'ın peşini bırakmayan Türk emperyalizminin yeniden dirilişiyle ilgili tüm tarihsel yankılarla birlikte Türkiye’nin nüfuzunun yükselişi başlıklı bölgede yeni bir sayfa açan bölgesel bir olaydır.

Fakat bölgede ortaya çıkan bu yeni tablo, sadece Ankara'nın nüfuzunun artmasına indirgenemez. Bu tablo daha ziyade bölgesel ve uluslararası güçlerin bu artışa nasıl yaklaştıkları ve bununla nasıl başa çıktıklarıyla ilgili. Esasen İran ve Rusya'nın bölgedeki nüfuzunun gerilemesiyle rahatlayan bölgesel ve uluslararası güçler, şimdi kendilerini Türkiye'nin nüfuzunun yükselişiyle başa çıkmak ya da buna uyum sağlamak zorunda hissediyor. Bunun bölgedeki çıkarları ve etkileri üzerindeki sonuçlarını ve etkilerini öngörmeye çalışıyorlar. Dolayısıyla İran’ın 2003 yılında ABD'nin Irak'ı işgaliyle yükselişe geçen ve Akdeniz'e ulaşma kapısını açan nüfuzunun gerilemesiyle, 2024 yılı sonlarında Beşşar Esed'in düşmesinin ardından Ankara'ya Suriye'de ve belki daha da ötesinde özellikle de Lübnan'da nüfuzunu artırmasının kapısını açan nüfuzunun yükselişi arasında bölgenin hatları henüz netleşmemiş bir geçiş aşamasından geçtiği söylenebilir.

Sanki İsrail, tüm bu olup bitenlerde dil getirilmeyen ve Suriye'de Ankara'nın kafasını karıştırmak ve bölgesel emellerini İsrail'in ve onun arkasında ABD'nin emelleri ve kaygıları pahasına inşa edemeyeceğini bir oldu-bittiyle kabul ettirmeyi amaçlıyormuş gibi.

Bu oldukça hızlı ve büyük bir değişim. Türkiye ise bu değişimi gerçekleştiren tek aktör değil. Zira bölgede ABD ve İsrail tarafından İran ve vekillerine karşı yürütülen savaşın meyvelerini topladı. Dolayısıyla Ankara, Suriye'den başlayarak 1974 tarihli Kuvvetlerin Ayrıştırılması Anlaşması kapsamında Golan Tepeleri'ndeki tampon bölgeyi işgal etmeye devam eden, Esed ülkeden kaçar kaçmaz Suriye topraklarına girmekten çekinmeyen İsrail’in ve onun yanında ABD’nin bölgedeki hırsları, algıları ve stratejileriyle uğraşmak zorunda kalacak.

Sanki İsrail, tüm bu olup bitenlerde dil getirilmeyen ve Suriye'de Ankara'nın kafasını karıştırmak ve bölgesel emellerini İsrail'in ve onun arkasında ABD'nin emelleri ve kaygıları pahasına inşa edemeyeceğini bir oldu-bittiyle kabul ettirmeyi amaçlıyormuş gibi. ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump, Esed'in devrilmesinden sonra yaptığı ilk basın açıklamasında, “Şam'a giren insanlar Türkiye tarafından kontrol ediliyor, bu da bir mesele değil” ifadelerini kullandı.

zcdfgrt
Suriye'nin güneyindeki Suveyda şehrinde ışıklı balonlar tutan genç kızlarla poz veren Noel Baba kılığına girmiş bir adam, 29 Aralık 2024 (AFP)

Trump, bu sözlerle bir yandan Suriye'de Türkiye ile anlaşmaya istekli olduğunu gösterirken, diğer yandan Türkiye'nin Şam'daki rolünün boyutunu ortaya koydu ve böylece oradaki durumun gidişatından Türkiye'yi sorumlu tuttu. Öte yandan, Kürt meselesine ağırlık veren Ankara, ABD’nin seçilmiş Cumhuriyetçi Başkanı’nı mevcut Başkan Joe Biden’ın Demokrat yönetiminin Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) destekleyen politikalarını tersine çevirmesini sabırsızlıkla bekliyor.

Trump'ın açıklamasına çerçevesinde bölgeden ve dünyadan çeşitli ülkelerin Suriye'deki yeni yönetimle ilişkiler kurmaya yönelik girişimleri, Türkiye'ye yönelik girişimler ya da Türkiye'nin nabzını tutma ve Suriye'deki ‘diğer aktörlerin’ çıkarlarını korumak ve iş birliği yapmak için istekli olmasını sağlama girişimi olarak görülmeli. Bu durum, AK Parti yönetiminde bir devlet ve bölgesel bir proje olarak başarısı, Suriye'de elde edeceği başarıya, yani Şam'daki siyasi geçiş sürecinin başarısına bağlı olan Ankara'nın omuzlarına bir sorumluluk yüklüyor. Ankara'nın, ister Suriye’deki yeni yönetime yardım etmeye hazır olarak, isterse de yakın ve uzak ülkelerin tepkisini çekmeye başlayan savunma ve ekonomik anlaşmalar imzalayarak olsun, Suriye’de elde edilen fırsattan yararlanmak için acele ettiği açık. Bu da Ankara'nın ne ‘müttefiklerine’ ne de düşmanlarına karşı kolayca çözemeyeceği bir çatışma olan yeni Suriye üzerindeki gizli çatışmanın erken bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.



DEAŞ’ın yönetimi Abdulkadir Mumin ile Afrika'ya mı geçiyor?

DEAŞ'ın Somali’deki lideri Abdulkadir Mumin, kınayla boyanmış turuncu sakalıyla dikkati çekiyor (Getty)
DEAŞ'ın Somali’deki lideri Abdulkadir Mumin, kınayla boyanmış turuncu sakalıyla dikkati çekiyor (Getty)
TT

DEAŞ’ın yönetimi Abdulkadir Mumin ile Afrika'ya mı geçiyor?

DEAŞ'ın Somali’deki lideri Abdulkadir Mumin, kınayla boyanmış turuncu sakalıyla dikkati çekiyor (Getty)
DEAŞ'ın Somali’deki lideri Abdulkadir Mumin, kınayla boyanmış turuncu sakalıyla dikkati çekiyor (Getty)

Analistler, terör örgütü DEAŞ'ın Somali’deki lideri Abdulkadir Mumin’in kınayla boyanmış turuncu sakalıyla, resmi olarak bu unvana sahip olmasa da muhtemelen örgütün en güçlü adamı haline geldiğini düşünüyorlar.

DEAŞ, örgütün liderinin Ebu Hafs el-Haşimi el-Kureyşi olduğunu iddia etse de gözlemciler bu takma ismi taşıyan gerçek biri olup olmadığını sorgularken muhtemelen örgütü Somali'den yönetmekle sorumlu olan Abdulkadir Mumin dikkati çekiyor.

Uluslararası Radikalleşme ve Siyasi Şiddet Araştırmaları Merkezi’nden (International Centre for the Study of Radicalisation and Political Violence/ICSR) Tore Hamming, Mumin’in DEAŞ’ın küresel ağındaki en önemli, en güçlü ve en fazla kontrole sahip ismi olduğunu söyledi.

Hamming, liderlerin teker teker öldürüldüğü bu karanlık örgütte Mumin’in şimdiye kadar hayatta kalmayı başaran birkaç üst düzey isimden biri olduğunu ve bunun da ona örgüt içinde bir tür statü kazandırdığını belirtti.

Somali'nin örgüt için önemi

Mumin’in ABD tarafından birkaç ay önce düzenlenen saldırıda öldürüldüğü sanılıyordu, ancak öldüğüne dair herhangi bir kanıt elde edilemediği için hayatta olduğu ve faaliyetlerine devam ettiği düşünülüyor. Somali'nin mali nedenlerden ötürü örgüt için önemli olduğunu belirten Hamming, buradan Kongo, Mozambik, Güney Afrika, Yemen ve Afganistan'a para gönderdiklerini, dolayısıyla iyi bir mali modele sahip olduklarını vurguladı.

h67u8ı
DEAŞ liderlerinin her zaman Arap kökenli oldukları biliniyor (Reuters)

Bu mali faaliyetlere ilişkin hiçbir bilgi yok, çünkü bu miktarları tahmin etmek bile imkansız. Paranın bir yerden başka bir yere giderken izlediği güzergahları tam olarak belirlemek de öyle.

Mumin’in DEAŞ liderliğine uzanan yolculuğu

Yarı özerk Puntland bölgesinde doğan Mumin, bir süre İsveç'te yaşadıktan sonra İngiltere'ye yerleşti. 2000'li yılların başında Londra ve Leicester'da camilerde ve internette dolaşan videolarda radikal bir vaiz olarak tanınan Mumin, Somali'ye döndüğünde İngiliz pasaportunu yaktı ve El Kaide ile bağlantılı eş-Şebab örgütü lehine propaganda yapmaya başladı. Ardından 2015 yılında DEAŞ saflarına geçti.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre kimliğinin gizli tutulması şartıyla konuşan Avrupalı bir istihbarat yetkilisi, DEAŞ'ın küçük bir bölgeyi kontrol etmesine karşın geniş bir kitleye hitap ettiğini ve para dağıttığını söyledi. Aynı yetkili, geçtiğimiz mayıs ayında Mozambik'te DEAŞ’ın Faslı ve Afrikalı üyelerinin bir terör saldırısı gerçekleştirdiğini aktardı.

Yetkiliye göre Mumin ayrıca Kongo Demokratik Cumhuriyeti'nde (KDC) faaliyet gösteren DEAŞ bağlantılı Ugandalı örgüt Müttefik Demokratik Güçler’i (ADF) finanse etti. Şu an ADF’nin bin ile bin 500 arasında üyesi olduğunun tahmin edildiğini belirten yetkili, ADF üyelerinin Mumin'in yardımıyla radikalleşme, silah ve finansman arayışını sonlandırıp silahlı saldırılara başladıklarını kaydetti.

İdeolojide değişim

Bazı gözlemcilere göre Mumin, DEAŞ’ın lider kadrosunda halife olarak görülüyor, ancak resmi olarak biat etmesi, kökleri Ortadoğu'ya dayanan, Suriye ve Irak'ta 2014 yılından 2019 yılına kadar süren bir halifelik kuran DEAŞ içinde ideolojik bir değişim anlamına gelecek.

Aşırıcılıkla Mücadele Projesi (The Counter Extremism Project/CEP) adlı düşünce kuruluşunun direktörü Hans-Jakob Schindler, Mumin’in DEAŞ’ın başına geçmesinin DEAŞ destekçileri ve sempatizanları arasında bir kargaşaya neden olacağını değerlendirdi.

Fakat Horasan Vilayeti ve Batı Afrika Vilayeti gibi DEAŞ'a bağlı grupların liderlerinin operasyonel faaliyetleri örgütün liderliğini istemelerine neden olabilir. Somalili olan Mumin, DEAŞ’ın geleneksel liderlik kriterlerini karşılamasa da coğrafi konumu ona bazı avantajlar sağlıyor.

Afrika Boynuzu

ABD’nin West Point Askeri Akademisi’ne bağlı CTC Sentinel - Combating Terrorism Center’a göre Afrika Boynuzu örgüte Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki istikrarsızlıktan koruma ve daha fazla hareket özgürlüğü sağlamış olabilir. Merkez, bu liderlik özelliklerinin, mali kaynakları savaşı kazanmanın anahtarı olarak gören terör örgütü El Kaide’nin eski lideri Usame bin Ladin'inkilerle örtüştüğünü vurguladı.

Mumin'in emrindeki militan sayısı az olmasına rağmen liderlik piramidinin tepesine yükselmesi, DEAŞ içindeki değişimleri de yansıtıyor. Hamming’e göre bu değişimlerden ilki halifenin artık DEAŞ'deki en önemli figür olmaması, ikincisinin ise örgütün aslında Afrika'ya doğru kademeli bir stratejik kayma arayışında olması. Kimliğinin gizli tutulmasını isteyen Avrupalı istihbarat kaynağı ise Avrupa'ya ulaşan şiddet görüntülerinin yüzde 90'ının Afrika'dan geldiğini söyledi. Ancak CTC Sentinel'e göre örgütün liderliği Ortadoğu'da kalmaya devam ettiğinden ‘her şey aynı kalıyor’.