Araplar için kim daha tehlikeli: İran mı yoksa Müslüman Kardeşler mi?

Arap başkentleri, tarihsel düzeyde iki tehdidi paralel olarak görüyor; çünkü her iki taraf da, birbiri ile savaşsa bile, tek hedefe yönelik uzun vadeli bir stratejiyi gizliyor

Her iki akım birbirine karşı olsa da, Arap ve İslam dünyasında ulus-devlete inanan, modernite ilkesini savunan Arap Müslümanlar ile karşı karşıya geldikten sonra dayanışmaya başladılar (Sosyal paylaşım siteleri)
Her iki akım birbirine karşı olsa da, Arap ve İslam dünyasında ulus-devlete inanan, modernite ilkesini savunan Arap Müslümanlar ile karşı karşıya geldikten sonra dayanışmaya başladılar (Sosyal paylaşım siteleri)
TT

Araplar için kim daha tehlikeli: İran mı yoksa Müslüman Kardeşler mi?

Her iki akım birbirine karşı olsa da, Arap ve İslam dünyasında ulus-devlete inanan, modernite ilkesini savunan Arap Müslümanlar ile karşı karşıya geldikten sonra dayanışmaya başladılar (Sosyal paylaşım siteleri)
Her iki akım birbirine karşı olsa da, Arap ve İslam dünyasında ulus-devlete inanan, modernite ilkesini savunan Arap Müslümanlar ile karşı karşıya geldikten sonra dayanışmaya başladılar (Sosyal paylaşım siteleri)

Velid Fares

Genel olarak Ortadoğu ve özel olarak Arap dünyası, Arap ülkelerini yutan iki akımla boğuşurken, gözlemciler henüz medyada yer almayan ancak geleceği bilmeye yönelik raporları, analizleri ve incelemeleri dolduran merkezi bir analiz sorusuna odaklanıyor. Bu soruyu tek bir cümleyle özetlemek mümkün: “Arap dünyası ve özellikle Arap koalisyonu etrafında toplanan ılımlılar için en tehlikeli olan nedir?  İslam Cumhuriyeti hâlâ en büyük tehlike mi, yoksa Heyet Tahrir el-Şam Hareketi ve Müslüman Kardeşler (İhvan) kökenli hareketlerden onu destekleyen güçlerin ilerleyişi mi daha tehlikeli?

Bu gerçekten büyük bir soru ve cevabı kolay değil, çünkü İslamcılar ve diğerleri ve hatta kendileri arasındaki denklemlerin içinde yer alan her taraf, bir yandan hangi gücün bölgesel istikrarı tehdit edeceği, diğer yandan İslami hareketin kendi içinde kimin istikrar sağlayıcı bir güce dönüşmesi gerektiği konusunda farklı görüşlere sahipler.

İran ile Müslüman Kardeşler arasındaki bölgesel düzeydeki fark ile ilgili ilk ve temel soru, bu İslami güçlerin genel olarak nereye doğru ilerlediğidir. İdeolojik düzeyde mezhepçi görünüyorlar, yani İhvan ve Tekfirciler “cihatçı” olarak tanımlanan İslami hareketlerden geliyorlar ve nihayetinde yeniden halifeliği deklare etmeye çalıştıklarını iddia ediyorlar. Humeyni rejimi ile Arap dünyasında ona bağlı milisler arasındaki eksen de -ki hakkında çok şey yazdık- Sünni İslami hareketlerle paralel veya dengeli bir çağrıda bulunuyor. Bu iki akımı tanımlayanlar sanki ilk görünür ölçüye, yani bu kişilerin Şii ve Sünni çevrelere mensup olmalarına dayanmışlar. Gerçekte ise bunlar arasındaki fark mezhepsel farklılıklardan daha derin. Humeyniciler sadece karşı taraf ile mücadelede dini bir doktrin benimseme çağrısında bulunmuyorlar, aynı zamanda sahada uygulama yöntemi açısından da onlardan ayrışıyorlar. Onlar İslami projeyi İmamcı vizyona bağlı Humeynici yönü ile tesis etme yolunu benimsiyorlar. Sünni hilafet projesiyse İhvancı veya Tekfirci derinliğe odaklanır.

İki akım her ne kadar birbirine karşı olsa da, Arap ve İslam dünyasında ulus-devlete inanan, modernite ilkesini savunan Arap Müslümanlar ile karşı karşıya geldikten sonra dayanışmaya başladılar. İran ile Müslüman Kardeşler arasındaki bakış açısı ve geleceğe dair vizyondaki bu farklılık, pratikte bundan sonraki aşamaları anlamak için kullanılan ölçüdür. İki taraf da uzun süre mücadele edebilir, zira her iki akım da diğerinden ayrı olarak kendi imparatorluğunu kurmak istiyor - ki  meselenin can alıcı noktası da bu - ancak çabalarını birleştirmenin en iyi yol olduğuna karar verdiklerini ve değerlendirdiklerini anlamak gerekir.

Bu çatışma bölgedeki Arap İslam ülkelerini en zor ve karmaşık seçeneklerle, yani iki bloktan hangisinin ılımlılığa diğerinden önce tehdit oluşturacağını bilmeye çalışmakla karşı karşıya bırakıyor. Burada belli bir bakış açısına sahip olabiliriz, ancak bundan önce şunu belirtmeliyiz ki, ılımlılık kampı genel olarak iki akımı da kışkırtmama yöntemini benimsiyor. Bu nedenle, çatışmalara rağmen bölgede bu ülkelerin doğrudan ya da dolaylı olarak İran bloğuyla ya da Müslüman Kardeşler bloğuyla ilişkilerin iyi ve normal olduğunu deklare etmeleri siyasi bir gelenek oldu.

Denklemin derinliklerinde, Arap başkentleri, otorite merkezleri ve araştırma merkezleri, özellikle Batı dünyası İslamcıların hırslarıyla yüzleşmede yer almadığında, her zaman sorunları çözme, radikal güçlerle çatışmaya sürüklenmelerini engellemek için Filistin davası gibi davaların arkasında birleşme isteklerini beyan ettiler. Çünkü çatışma patlak verirse Arap dünyasına sadece felaketler ve krizler getirir, hayaller yıkılır. Bu nedenle doğrudan bir çatışma olmadığı sürece Arap başkentlerinde İslami hareketlere ilişkin algılar duymuyoruz. Buradaki soru; Arap ülkeleri için İran-Humeyni ekseni mi daha tehlikelidir yoksa Arap toplumları için bir kardeş tehlikesi olsa bile Maşrık’tan Kuzey Afrika'ya kadar en uzak ve en derin tehlike İhvancı milisler midir?

Arap başkentleri tarihsel düzeyde bu iki tehdidi paralel olarak görüyor. Birbiri ile savaşsa da her iki kampın da hedefi, tek hedefe yönelik uzun vadeli bir stratejiyi gizliyor; Arap rejimleri dedikleri ılımlı hükümetleri zayıflatmak ve mağlup etmek. Yani Humeyniciler ile İhvancılar arasında çok büyük bir fark yok çünkü her birinin uzun vadeli bir hedefi var; o da içinde modern Arap devletlerine yer olmayan bir devlet, bir rejim, bir emirlik, bir hilafet veya bir imamlık kurmak. Bu, Sovyetler Birliği'nin çöküşünden bu yana bölgedeki çatışmaların omurgasını oluşturdu. Ancak ılımlı ülkelerin jeopolitik konumlarını ve önceliklerini incelediğimizde ortak tehdide ilişkin pozisyonlar arasında basit veya değişken de olsa farklılıklar olduğunu görüyoruz.

Örneğin İslam dünyasının önde gelen ülkesi Suudi Arabistan Krallığı için, 1979'da Tahran'da İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşunun başlı başına Şii İslamcı tehdidin yükselişinin başlangıcı olarak değerlendiren tarihsel yansımaları var. Bu tehdit açığa çıktığından beri sadece Krallığın politikalarını değil varlığını da hedef aldı. Bu cumhuriyet Hicaz'a ulaşana kadar rahat etmeyecek ve liderleri de bunu söylüyor, her iki ülkeden yorumcular da bunun etrafında tartışıyor ve karşı karşıya geliyorlar.

Suudi Arabistan devletinin, siyasi ilişkilerin küreselliği ve Riyad’ın istikrar isteyen geniş bir ülkeler bloğunun derinliklerinde yer alması temelinde, bu ilişkilerini nasıl yöneteceğini tam olarak bilen, rasyonel ve mantıklı bir fikir devleti olduğu doğru.  Krallık geleceğe bakarken, İslam Cumhuriyeti geriye gitmek istiyor. Humeyni liderliğinin Husiler, Hizbullah, Irak ve Suriye'deki sözde Şii milisler aracılığıyla Krallığa karşı yürüttüğü tüm savaşlar ile birlikte İran'ın Suudi Arabistan içini etkileme girişimi, bütün bunlar gösteriyor ki, sonunda İran'da reformlar gerçekleşmezse Krallığı hedef alan asıl tehlike Mollalar ve rejimleridir. Bu, Riyad'ın liderlik merkezlerinin gerektiğinde bununla yüzleşmesine, gerçeğe dönüştüğünde de Tahran ile barış yapmasına ve kendi çıkarları için en iyi olanı seçmesine engel olmadı.

Komşusu ve müttefiki Birleşik Arap Emirlikleri'ne (BAE) gelince, özel koşulları, jeopolitik konumuna rağmen kendisi için en büyük tehlikenin genel olarak İslami hareketlerden, özel olarak da Müslüman Kardeşler'den geldiğini düşünüyor. BAE ve Suudi Arabistan, terörizm ile mücadelelerini koordine eden yakın kardeşler olmalarına rağmen, İslami tehlikelere ilişkin analitik görüşleri önceliklere göre farklılık gösteriyor. Riyad, İran'ı bir tehdit olarak görürken BAE, Müslüman Kardeşler ile milislerini tehdit olarak görüyor. Onların ardından gelen Mısır, tarihi ve tecrübesi nedeniyle kısa bir süreliğine iktidarı ele geçiren Müslüman Kardeşleri kendi ülkesi için en tehlikeli hareket olarak görüyor. Nitekim Mısır halkının bizzat kendisi Haziran 2013 devrimi ile iktidardaki Müslüman Kardeşler rejimini devirmek için harekete geçmişti.

Mısır'ın stratejik mantığı, İhvan’ın ulusal güvenliğe yönelik tehdidinin en yüksek seviyede olduğunu düşünüyor. İran açısından ise Kahire, terörle mücadele çabalarında Arap ülkeleriyle dayanışma içinde ve odak noktası, devlet gücünü ele geçirmeye çalışan İhvan tehdidiyle mücadele etmek olmayı sürdürüyor. Diğer Arap ülkelerine gelince, onların da tehlikeyle yüzleşmeye yönelik bakış açıları farklılık gösteriyor. Ürdün Haşimi Krallığı'nda Kral Hüseyin ve ardından Kral Abdullah döneminde Amman'ın etrafını saracak bir “Şii Hilali” korkusu vardı. Dolayısıyla Ürdün için tehlike özellikle 1979'dan sonra İran’dı. Ancak siyasal İslam gruplarının içerideki bazı faaliyetleri de Ürdün'ün iki tehlikeden hangisinin daha önemli olduğu konusundaki görüşünü biraz değiştirdi. Şimdi Suriye'nin büyük bir kısmının Heyet Tahrir el-Şam'ın eline geçmesinin ardından politikalarında ılımlı olan Ürdün Krallığı’nın ulusal güvenliğinin İhvan ve İran’ı kendisi için zorlayıcı bir durum varsaydığı düşünülebilir. İki tehlikeden birinin etkisi arttığında, Ürdün'de alarm zili çalıyor.

Libya'ya gidersek Trablus'ta konuşlanmış, Katar ve Türkiye'ye bağlı İslamcı milisler ile ılımlı Arap ülkelerinin destek verdiği Mareşal Halife Hafter liderliğindeki Libya Ulusal Ordusu arasındaki çatışma, her iki taraf için de adeta bir tehdit değerlendirme haritası çizmiş oldu. Ordu, sadece İhvancı milisler ile değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın seçilmiş parlamentonun etkisine karşı koymak için gönderdiği askeri güçlere karşı da savaştı. Libya'da durum ortada; Libya ordusunun destekçileri ve milletvekilleri, Müslüman Kardeşler'i en büyük tehlike olarak görüyorlar. Bu da, sivil toplumun, özellikle de Libyalı vatanseverlerin, ağırlıklı olarak doğuda yerleşik olan İranlı milislerden ziyade İhvancı milisler ile ilgili endişe duyduğunu gösteriyor.

Arap toplumlarının durumu böyle dönüşümlü olarak değişiyor. Bazen onları Tahran'ı kendi ulusal güvenliklerine yönelik tehdidin temeli olarak görmeye bazen de Müslüman Kardeşler tehdidini en önemli ve öncelikli tehdit olarak görmeye itiyor. Bütün bu ülke ve gruplar arasında iki tehlikenin paralel olduğunu ve bir tehlikenin diğerinden daha küçük ya da büyük sayılamayacağını düşünenler de var. Meseleyi daha da zorlaştıran da bu, zira her Arap ülkesi aşırıcılığın yalnızca ulusal güvenliğini değil aynı zamanda kalkınma projelerini de tehdit ettiğini düşünüyor, ancak her ülkenin, kendi iç bölgelerine ve toplumlarının imkanlarına yönelik tehdidin gelişimini değerlendirme konusunda kendi kıstası bulunuyor.

Özetlersek, Arap koalisyonu ve sivil toplumlar, bir tarafta el-Kaide, DEAŞ ve Müslüman Kardeşler, diğer tarafta Hizbullah, Husiler ve Haşdi Şabi Güçleri gibi İslami hareketleri büyük tehlike olarak değerlendiriyorlar. Bunlar kendi aralarında bazı politikalar konusunda fikir ayrılıkları yaşasalar da, ideolojik farklılığa rağmen bölgesel düzeyde onları birleştiren şey daha güçlü. Bu nedenle bu bölümü ortaokul ve liselerde okutacak olsak, konuyu çok bilinen ve popüler bir atasözü üzerinden özetleyebiliriz: “Kardeşim ve ben amcaoğluma karşı, amcaoğlum ve ben de yabancıya karşı birlikteyiz.” Her Arap ülkesinin tarihsel düzeyde bir görüşü var, ancak sonuçta, Arap başkanlarının bize söylediği gibi, bu, kültürde ve okul sınıflarında verilen birleşik bir savaştır. Çözüm, tüm Arap ülkelerinin derin bir eğitim reformundan geçmesidir; çünkü geleceğin güvenliğini tehdit eden husus, aşırılığın okullarda ve üniversitelerde derinleşmesi ve kök salmasıdır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Lübnan açıkladı: Hamas İsrail'e roketli saldırı düzenleyenleri teslim etmeye hazır

Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn cuma günü gerçekleşen Yüksek Savunma Konseyi toplantısına başkanlık etti (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn cuma günü gerçekleşen Yüksek Savunma Konseyi toplantısına başkanlık etti (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)
TT

Lübnan açıkladı: Hamas İsrail'e roketli saldırı düzenleyenleri teslim etmeye hazır

Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn cuma günü gerçekleşen Yüksek Savunma Konseyi toplantısına başkanlık etti (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)
Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn cuma günü gerçekleşen Yüksek Savunma Konseyi toplantısına başkanlık etti (Lübnan Cumhurbaşkanlığı)

Lübnan’ın Hamas’a topraklarını ulusal güvenliğini etkileyecek ve egemenliğini ihlal edecek eylemler için kullanmaması yönünde yaptığı resmi uyarı, Lübnan-Filistin ilişkilerinin Kahire Anlaşması'nın iptaline yol açacak yeni bir aşamaya girmek üzere olduğu anlamına geliyor. Kahire Anlaşması 1987 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Selim el-Hus hükümeti tarafından iptal edilmiş, ancak Filistin koalisyonu güçlerini kucaklayan eski Suriye rejiminin, dönemin Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat'a karşı savaşındaki baskısıyla yeniden yürürlüğe girmişti.

Lübnan hükümeti ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında 1969 yılında Mısır'ın himayesinde imzalanan Kahire Anlaşması, Filistinli grupların her türlü silaha sahip olmasına izin verdiği için Lübnan’ın egemenliğinin ihlali anlamına geliyordu. Bu durum daha sonra 1975 baharında patlak veren iç savaşta Filistinli grupların Hıristiyan gruplara karşı ulusal hareketin yanında yer almasına izin vererek Lübnanlılar arasındaki uçurumu derinleştirdi.

Ancak Suudi Arabistan'ın himayesinde Taif Anlaşması'nın imzalanmasıyla siyasi koşullar değişti. Taif Anlaşması savaşın sona ermesinin bir sonucu olarak silahların meşru otoritenin elinde toplanmasını öngörüyordu. Bunu takiben, 2006 baharında Meclis Başkanı Nebih Berri'nin daveti üzerine düzenlenen ilk Ulusal Diyalog Konferansı'nda siyasi partiler Filistinlilere ait silahların kampların içinde ve dışında toplanması konusunda anlaştılar, ancak Suriye rejimi bu anlaşmanın uygulanmasını engelledi.

Yasadışı silahların toplanması ve bu silahların sadece devletin elinde bulunmasına ilişkin aynı tutum Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) 1701 sayılı kararının tüm hükümleri için de geçerli. Hizbullah'ın Gazze Şeridi’ne verdiği tek taraflı destek ve İsrail’in tepkisini yanlış hesaplaması sonucu ortaya çıkan daha önce eşi ve benzeri görülmemiş yıkımın ardından Lübnan ve İsrail arasında ateşkesin uygulanması için ABD ve Fransa tarafından desteklenen anlaşmaya verilecek bir yanıt olarak da uygulanmalı. Hizbullah'ın, Lübnan ordusunun Birleşmiş Milletler Lübnan Geçici Barış Gücü’nün (UNIFIL) desteğiyle uluslararası sınıra konuşlanmasının önünü açmak için Litani Nehri’nin güneyinden çekilme talebinin yanı sıra İsrail de ele geçirdiği birçok mevkiyi koruyarak bu konuşlanmayı engelledi.

Dolayısıyla Hamas dosyası durup dururken yeniden açılmadı. Aksine, Gazze'nin Lübnan'ın egemenliğini ihlal etmesine verdiği destek, son olarak Litani Nehri’nin kuzeyinden İsrail’in Metulla ve Kiryat Shmona yerleşim birimlerine roketli saldırı düzenlenmesi ve Lübnan ordusu tarafından basılan ve çok sayıda roket ve bunları fırlatmak için kullanılan rampalar bulunan deponun arkasında Hamas'ın olması nedeniyle ortaya çıktı.

Lübnan hükümetinin, Cumhurbaşkanı Joseph Avn'ın başkanlığında, Başbakan Nevvaf Selam'ın da katıldığı Yüksek Savunma Konseyi toplantısının tavsiyesine dayanarak Hamas'a yaptığı uyarı, istisnasız tüm Filistinli gruplar için geçerli bir uyarıydı. Uyarı, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın (Ebu Mazen) 21 Mayıs'ta Beyrut’a yapacağı ve Filistinlilere ait ağır ve daha hafif silahları kamplardan toplamayı amaçlayan ziyaretinin de önünü açıyor. Çünkü artık Hamas’ın Lübnan'ın güneyde istikrarı yeniden tesis etmek için savaşı sona erdirme çabalarıyla çelişen kendi gündemi çerçevesinde Lübnan’ın güneyini roket fırlatmak için kullanmasına artık izin verilmiyor.

Şarku’l Avsat'ın edindiği bilgiye göre Lübnan Devlet Güvenliği Başkan Yardımcısı Tuğgeneral Hasan Şakir, Hamas'ın Lübnan'daki temsilcisi Ahmed Abdulhadi'yi beraberinde Hamas yetkililerinden Eymen Şanaa ile birlikte Devlet Güvenliği Başkanlığı’ndaki ofisinde kabul etti. Tuğgeneral Şakir, Lübnan Askeri İstihbarat Başkanı Tuğgeneral Toni Kahveci’nin de hazır bulunduğu görüşmede, Abdulhadi'den Lübnan hükümeti tarafından Yüksek Savunma Konseyi’nin cuma günü yapılan toplantıdan çıkan tavsiyesi üzerine alınan kararları Hamas yönetimine bildirmesini istedi.

Tuğgeneral Şakir’in Abdulhadi'nin şahsında Hamas yönetimine iletilmesini istediği mesaj, Hamas'ı, Lübnan topraklarından egemenliği ve ulusal güvenliği ihlal eden herhangi bir saldırı gerçekleştirmekten kaçınması, mültecilerin ikamet koşullarına uyması, Lübnan yasalarına saygı göstermesi ve halen saklanmakta olan dört şüpheliyi teslim etmesi konusunda uyarı niteliğindeydi.

Öte yandan Hamas’ın mesaja yanıt verdiğini ve aranan dört kişiyi teslim etmeye hazır olduğunu ifade eden Abdulhadi, Hamas'ın Yüksek Savunma Konseyi'nin tavsiyelerine, hükümetin kararlarına ve ateşkes anlaşmasına atıfta bulunarak yaptığı tüm anlaşmalara uyduğunu ve Lübnan'ın ulusal güvenliğine zarar verecek eylemlerden kaçındığını söyledi.

Lübnan topraklarından gerçekleşen roketli saldırıların Hamas'ın merkezi bir kararı değil, bireysel bir eylemin sonucu olduğunu ve amaçlarının Lübnan'da onurlu bir şekilde yaşamak, geri dönüş hakkına sahip olmak, Lübnan yasalarına uymak ve ülkenin güvenlik ve istikrarını zayıflatacak herhangi bir eylemden kaçınmak olduğunu vurgulayan Abdulhadi, Hamas'ın roketli saldırılardan eyleme karışanların tutuklanmasından sonra haberdar olduğunu belirtti.

Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre aranan dört kişi de Filistin uyruklu ve bunlardan bazılarının Sayda yakınlarındaki Ayn el-Helva ve Miye Miye kamplarında saklanıyorlar. Gözaltına alınan ve iki Filistinli, birinin ise annesi Filistinli olan Lübnanlı üç kişiyle ilgili soruşturmalar ise devam ediyor.

Silah toplama kararının alındığını ve bundan geri dönülmeyeceğini vurgulayan kaynaklar, Lübnan güvenlik güçlerinin Filistinlilerin kampların dışına dağılma girişimlerine karşı koyacağını ve roket saklamak için bir sığınağa dönüştürüldüğünden şüphelenilen her yere baskın düzenleyeceğini aktardılar.

Kaynaklar, Filistinli mültecilerin yaşadığı kampların güvenliğinin Lübnan güvenlik güçlerine emanet edileceğini ve özellikle İran liderliğindeki direniş ekseninin gerilemesi ve içe kapanmasıyla birlikte bölgedeki rollerini kaybetmelerinin ardından silahların artık çatışmalarda kullanılmak ve komşu ülkelerin güvenlik ve istikrarına zarar vermekten başka bir işlevi kalmadığını belirttiler.

Hizbullah’ın silahlarının toplanması meselesinin Yüksek Savunma Konseyi toplantısında gündeme gelmediğini, ancak bunun tartışılmadığını düşünenlerin yanıldıklarını belirten kaynaklar, Filistinlilere ait silahların Hizbullah'ın silahlarıyla hiçbir bağlantısı olmadığına dikkati çekerek, Hizbullah’ın Litani Nehri’nin güneyinden çekilmeyi kabul ettiği sürece Cumhurbaşkanı Avn'ın silahların devletle sınırlandırılması konusundaki ısrarına olumlu yaklaşması, ateşkesi ihlal etmemesi, BMGK’nın 1701 sayılı kararının uygulanmasını desteklemesi ve karşılık vermekten kaçınması gerektiğini ifade ettiler. Tüm bunların İsrail'i geri çekilmeye zorlamak için devlet tarafından benimsenen diplomatik seçeneği desteklemek üzere Hizbullah’ın silahlarını müzakere masasına koymayı gerçekten istediğinin bir göstergesi olduğunu vurgulayan kaynaklar, bu yüzden Hizbullah'ın terör kartını ve angajman kurallarını kaybettikten sonra silahlarını elinde tutmaya çalışmasının yersiz olacağını söylediler.