Şara’ya Avrupa’nın şartları için açık çek verilmedi

Arap ve yabancı gözlemcilere göre Batı, savaşçıların dizginlenmeden, azınlıklar korunmadan ve ihlaller durdurulmadan tam destek vermeyecek

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara (Reuters)
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara (Reuters)
TT

Şara’ya Avrupa’nın şartları için açık çek verilmedi

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara (Reuters)
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara (Reuters)

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'nın Batılı güçlerin gözüne girmek için birçok noktada kendini kanıtlaması gerekiyor. Buna karşın iktidardaki ilk birkaç haftasına bakıldığında yanlış yönde ilerlediği görülüyor.

Batı, yüzlerce Aleviyi öldüren İslamcı savaşçıları dizginlediklerinden, işleyen kurumlara sahip kapsayıcı bir hükümet kurduklarından, yıllardır süren iç savaşın harap ettiği ülkede düzeni sağladıklarından ve DEAŞ ile El Kaide'nin ülkede yeniden canlanmasını önlediklerinden emin olmak için Suriye'nin yeni liderlerini yakından takip ediyor.

Avrupa ülkelerinden üçünün temsilcileri, bu mesajın altını çizmek için 11 Mart'ta Şam'da Suriye Dışişleri Bakanı Esad Hasan Şeybani ile yaptıkları görüşmede, savaşçıları durdurmanın en önemli öncelikleri olduğunu ve kararlı adımlar atılmadığı takdirde yeni yönetime verilen uluslararası desteğin buharlaşabileceğini açıkça ifade ettiler.

Fransa Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Christophe Lemoine, Şam'da söz konusu mesajla ilgili bir soruya “Son yaşanan olaylar gerçekten kabul edilemez. Sorumlular tespit edilip cezalandırılmalı. (Suriye’nin) yeni yetkililerine açık çek verilmiş değil” yanıtını verdi.

Reuters'ın Şam’a yaptıkları ziyaret sırasında görüştüğü üç Avrupalı temsilci ve dört bölgesel yetkili, Suriyeli yetkililerin ülke genelinde güvenlik durumunu kontrol altına almaları ve cinayetlerin tekrarlanmasını önlemeleri gerektiğini vurguladı.

Mesajı yeni Suriye yönetimine ileten yetkililerden biri, “Hesap verebilirlik talep ettik. Katliamların failleri cezalandırılmalı ve güvenlik güçleri tasfiye edilmeli” dedi.

Öte yandan Washington, Suriyeli yetkilileri saldırıların faillerinden hesap sormaya çağırırken, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tammy Bruce, ABD'nin Suriye politikasını belirlemek için geçici yetkililerin eylemlerini takip ettiklerini söyledi.

Ancak Batılı hükümetler tarafından yapılan iki değerlendirmeye göre Şara için liderliğini yaptığı Heyet Tahri eş-Şam’ın (HTŞ) sadece 20 bin savaşçısı olması sorun teşkil ediyor.

Beş diplomat ve üç analist bu durumun Şara’yı on binlerce başka savaşçıya bel bağlamak zorunda bıraktığını söylüyor. Ortadan kaldırması gereken militan gruplar da dahil olmak üzere bu savaşçılara karşı atılacak bir adım, Suriye'yi yeniden savaşın eşiğine getirebilir.

Çin, Arnavutluk, Rusya ve Pakistan gibi ülkelerden gelen binlerce yabancı Sünni Müslüman, iç savaşın başlarında Beşşar Esed yönetimine ve onun yanında savaşan İran destekli Şii gruplara karşı savaşmak üzere Suriye'deki silahlı muhalefete katılarak savaşa mezhepsel bir renk kattı.

axscdfrgt
Şara’nın en önemli arayışı istikrar (Reuters)

Şara, iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra, şu anda yabancı militanlar da dahil olmak üzere çeşitli farklı gruplardan yaklaşık 20 bin savaşçıdan oluşan nispeten küçük bir güce güvenmesinin nedenlerinden biri olarak Suriye düzenli ordusunu lağvetti.

Ordunun lağvedilmesi, Esed ailesinin elli yıllık otoriter yönetimini sona erdirmeyi amaçlıyor olsa da diplomatlar ve analistler bunun Saddam Hüseyin'in devrilmesinden sonra Washington'ın Irak ordusunu lağvetme kararına benzediğini ve benzer bir kaosa yol açabileceğini vurguladılar.

Şara’nın hamlesi, kamu sektörü çalışanlarının toplu işten çıkarmalarıyla birlikte Suriye'deki bölünmeleri derinleştirdi ve yüz binlerce kişi geçimlerini sağlayacak gelir kaynaklarından mahrum kaldı. Avrupa ve Arap ülkelerinden beş yetkili, bu durumun eğitimli askerleri muhalif gruplara ya da işsizlerin saflarına katılmaya iterek Suriye'yi daha da istikrarsızlaştırabileceğini söyledi.

Bu arada ne Şara'nın ofisi ne de Suriye Dışişleri Bakanlığı, konuyla ilgili yorum taleplerine yanıt verdi.

İkilem

Şara, mezhepsel şiddeti bastırmanın yanı sıra ABD ve Rusya'dan İsrail, Türkiye ve İran'a kadar çok sayıda dış güçle de uğraşmak zorunda. Suriye jeopolitik bir satranç tahtasına dönüşmüş durumda. Ankara, ülkenin kuzeyini kontrol edip muhalif güçleri desteklerken, Kürtlerin taleplerini bastırıyor. Washington tarafından desteklenen Kürtlerin liderliğindeki güçler, önemli petrol yataklarının bulunduğu doğuyu kontrol ediyor. Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra bu durumdan askeri varlığını güçlendirmek için faydalanan Tel Aviv, şu anda 400 kilometrekarelik askerden arındırılmış tampon bölgeyi kontrol ediyor, Dürzi azınlığı destekliyor ve yeni Suriye yönetimine karşı çıkıyor.

Şara, sivillere yönelik katliamlara tepki olarak bir soruşturma komitesi kurdu ve kendisine yakın kişiler olsalar bile sorumluları cezalandırma sözü verdi.

Şarku’l Avsat’ın Reuters’ten aktardığı analize göre diplomatlar ve analistler, bu cinayetleri işleyen militanlara karşı herhangi bir eylemin hizip çatışmalarını, tasfiyeleri ve iktidar mücadelesini tetikleyerek yeni hükümeti ikilemde bırakabileceğini öngörüyor.

Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Başkan Yardımcısı Marwan Muasher, yaptığı değerlendirmede, “Şara’nın yabancı savaşçıları ya da her şeyi kontrol edemediği ortada. Katliamların onun söylediklerini dinlemeyen Selefi-cihatçılar tarafından gerçekleştirildiği de açık” ifadelerini kullandı.

Diplomatlar, soruşturmanın doğru yönde atılmış bir adım olduğunu kabul ederken, BM ve uluslararası gözlemcilerle soruşturmanın inandırıcılığının çok daha güçlü olacağını düşünüyorlar.

Ayrıca Şara’nın liderliğinin gerçek sınavının sadece komisyonun elde edeceği sonuçlarda değil, olaylardan sorumlu savaşçılarla başa çıkma şeklinde olduğunu söylediler.

Yine de olaylar, Esed sonrası Suriye'deki güçlerin keskin bir hatırlatıcısı oldu. Bir diktatörü devirmenin, ülkenin geleceğini şekillendirecek daha büyük ve daha tehlikeli bir savaşın sadece başlangıcı olduğu acı gerçeğine işaret ediyorlar.

Suudi Arabistan merkezli Körfez Araştırma Merkezi Başkanı Dr. Abdulaziz bin Sakr, kontrolsüz savaşçıların ve kendi çıkarları için çalışan ve yasal çerçevenin dışında kalan grupların varlığının, güvenlik durumunun ve devlet otoritesinin çökmesine yol açabileceğini söyledi.

Bir Arap diplomata göre Arap ülkelerinin yeni Suriye yönetimine verdiği siyasi desteğin sınırsız olmadığını ve kapsayıcı bir hükümet, azınlıkların korunması ve sahada gerçek bir ilerleme kaydedilmesi gibi somut adımlarla desteklenmesi gerektiğini belirtti. Bu da Aleviler, Hıristiyanlar, Kürtler ve diğer azınlıklarla gerçek bir güç paylaşımı anlamına geliyor. Ancak bu şekilde yeni liderlik Suriye'de istikrarı sağlayabilir ve ABD ile Avrupa'nın desteğini alabilir.

Washington ve Avrupa ülkeleri Esed döneminde uygulanan yaptırımların kaldırılmasını, yeni yetkililerin kapsayıcı yönetim ve azınlıkların korunması konusundaki kararlılıklarını göstermelerine bağladılar. Bu yaptırımların kaldırılması, Suriye'nin çökmekte olan ekonomisinin yeniden canlandırılması için hayati önem taşırken aynı zamanda Şara için de en önemli bir zorluk olarak öne çıkıyor.

Yaklaşım aynı

Reform vaatlerine rağmen yeni anayasa Şara’ya cumhurbaşkanı, başbakan, silahlı kuvvetler başkomutanı ve Ulusal Güvenlik Konseyi başkanı olarak mutlak güç verdi. Ayrıca yargıçları, bakanları ve parlamento üyelerinin üçte birini atama yetkisini de vererek demokratik reform umutlarını suya düşürdü.

Bu ay açıklanan ve beş yıl süreyle yürürlükte kalacak olan anayasa, İslam hukukunun yasamanın ‘temel kaynağı’ olmasını öngörüyor.

Bu durumu eleştirenler, anayasanın teokratik yönetimin yerine otoriter yönetimin önünü açtığını ve bir zamanlar El Kaide ile ittifak kuran katı İslamcı bir grubun lideri olan Şara'nın köklerine ilişkin endişeleri derinleştirdiğini söylüyor.

Suriye'nin kuzeydoğusunu kontrol eden ve kısa bir süre önce yeni hükümete entegre olmayı kabul eden Kürt güçler, geçici anayasayı ‘otoriterliği yeni bir biçimde tekrar üretmekle’ eleştirdi.

Analistler Suriye'nin içinde bulunduğu ikilemin 10 yıl önce Mısır, Tunus, Libya ve Yemen'de devlet başkanlarının devrildiği ayaklanma dalgasının yaşandığı Arap ülkeleriyle benzerlik gösterdiğini belirtiyor.

asdefr
Azınlıkların korunması esastır (AP)

Arap ülkelerinde yaşanan “Arap Baharı” adlı devrimler, demokratik bir rönesans vaat ediyordu. Ancak İslamcı savaşçıların yönetimi ele geçirmesi, askeri darbeler ve bölünmeler bu umutları gerilemeye dönüştürdü. Zaferler kısa ömürlü oldu. Yemen ve Libya gibi ülkeler şiddete ve kaosa sürüklendi.

Analistlere göre Suriye'yi yönetenler, Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesinden sonra göreve gelen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin yaptığı gibi, ülkenin kültürel, dini ve etnik çeşitliliğini göz ardı eden dışlayıcı politikalar izlemeleri halinde başarısız olacaklar.

Mursi yönetimi sırasında uygulanan bölücü anayasa, halkın farklı taleplerini karşılamamış ve orduyu Mursi'yi görevden almaya itmişti. Analistler, Suriye'de de böyle bir politikanın ülke içinde direnişi körükleyeceğini, komşu ülkeleri kızdıracağını ve dış müdahaleye davetiye çıkaracağını öngörüyor.

Dr. Abdulaziz bin Sakr, meselenin devletin kimliği ya da diğer bir deyişle doğası olduğunu, zira içeride ve dışarıda laik bir devlet isteyen taraflar olduğunu ve anayasal bildirgenin devletin İslami dini kimliğini vurguladığını söyledi. Anayasanın dayandığı başlıca temel İslam hukuku olduğu için anayasal bildirinin devletin İslami kimliğini teyit ettiğini belirten Dr. Bin Sakr’a göre İslami çizgideki bir grup tarafından yönetilen laik bir devlet örneği şu an Türkiye’de var ve uygulanabilir.

Carnegie Uluslararası Barış Vakfı Başkan Yardımcısı Muasher, Esad'ın düşüşünün Suriye'deki halefleri için bir uyarı niteliği taşıması gerektiğini belirtti. Muasher’a göre Şara’nın, en sonunda iktidarını deviren halk ayaklanmasına yol açan aynı yaklaşımı mı izleyeceğine yoksa farklı bir yol mu izleyeceğine karar vermesi gerekiyor.

Muasher, değerlendirmesinin sonunda şunları söyledi:

Suriye'nin yeni yöneticilerinin yerine geçtikleri eski rejimin acımasız otoriter modelinin, dışlama ve demir yumruğa dayalı her siyasi sistem gibi, nihai olarak sürdürülemez olduğunu ve baskıya başvurmaları halinde Suriye'yi korkunç bir kaderle karşı karşıya bırakacaklarını anlaması gerekiyor.



Uluslararası bir role sahip bölgesel bir merkezin sponsorluğu

Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman'ın temsil ettiği Suudi Arabistan sponsorluğunda Lübnan ve Suriye savunma bakanlarının 27 Mart'ta Riyad'da gerçekleştirdiği toplantıdan bir görüntü (SPA/AFP)
Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman'ın temsil ettiği Suudi Arabistan sponsorluğunda Lübnan ve Suriye savunma bakanlarının 27 Mart'ta Riyad'da gerçekleştirdiği toplantıdan bir görüntü (SPA/AFP)
TT

Uluslararası bir role sahip bölgesel bir merkezin sponsorluğu

Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman'ın temsil ettiği Suudi Arabistan sponsorluğunda Lübnan ve Suriye savunma bakanlarının 27 Mart'ta Riyad'da gerçekleştirdiği toplantıdan bir görüntü (SPA/AFP)
Savunma Bakanı Prens Halid bin Selman'ın temsil ettiği Suudi Arabistan sponsorluğunda Lübnan ve Suriye savunma bakanlarının 27 Mart'ta Riyad'da gerçekleştirdiği toplantıdan bir görüntü (SPA/AFP)

Refik Huri

Lübnan ve Suriye savunma bakanları arasındaki görüşmelerin Şam'dan Cidde'ye taşınması, sadece bir mekan değişikliği değil. Aynı şekilde ABD ve Rusya'nın, ikili ilişkiler ve ardından Ukrayna’da ateşkes konusunda iki ülkenin üst düzey yetkilileri arasındaki müzakereler, ABD-Ukrayna görüşmeleri, sonrasında Başkan Donald Trump ile Vladimir Putin arasındaki olası görüşme için Cidde ve Riyad'ı seçme konusunda anlaşmaları da Cenevre, Viyana veya Madrid'deki toplantılara benzemiyor. Yaşananlar, uluslararası bir role sahip bölgesel bir merkez olarak Suudi Arabistan'ın önemli bir role sahip olduğuna işaret eden jeopolitik ve stratejik değişkenler çerçevesinde gerçekleşen bir aktivizmdir. Riyad'ın Lübnan-Suriye görüşmelerine sponsor olmasının sembolize ettiği şey, Esed rejiminden miras kalan sorunların çözümü için Beyrut ile Şam arasındaki ilişkiler dosyasını kontrol ettiğidir. Şu anda odaklanılması gereken konu, bazı bölgelerdeki karmaşık sınırları belirlemek, kaçakçılık faaliyetlerini ve Captagon üretimini kontrol altına almak, sınırın iki yakasındaki aşiretler, Hizbullah ve silahı, serbestçe dolaşan silahlı örgütler arasındaki iç içe geçmişliği bitirmektir. Lübnan'daki yeni hükümet İran döneminin kalıntılarının zorluklarıyla karşı karşıyaysa, Suriye'deki yeni yönetim de henüz ülkenin tüm bölgelerini ve güçlerini kontrol altına almamışsa ve Suriye rejiminin mirasıyla karşı karşıya bulunuyorsa, bu durumun düzelmesinin garantisi Suudi Arabistan'dır. Eğer güven, ABD'nin eski dışişleri bakanı George Shultz'un dediği gibi “diplomasinin para birimi” ise, yine güven, Suudi Arabistan'ın “arabuluculuk, güven ve garanti” üçlemesine dayanan yaklaşımının, pozisyonunun ve politikasının temelidir.

Suudi Arabistan'ın rolündeki gelişme dikkat çekiyor. 1960'lı ve 1970'li yıllarda Mısır-Suriye-Suudi Arabistan üçlüsü Arap aktivizminin lokomotifi ve lideriydi. Kral Faysal, Ekim 1973 Savaşı sırasında Mısır ve Suriye'yi desteklemek amacıyla ABD ve Avrupa'ya petrol ambargosu uygulamıştı. Kral Fahd, Kral İkinci Hasan ve Cumhurbaşkanı Şadli Bin Cedid ile birlikte Lübnanlılara Taif toplantılarında ve 1989 yılında Taif Anlaşması'na varmakta öncülük etmişti. Anlaşma Lübnan savaşını durdurmuş ve devletin yeniden tesisinin kapısını açmıştı. Kral Abdullah, prens ve veliaht olduğu dönemde, 2002 yılında Beyrut'ta düzenlenen Arap Zirvesi'nde onaylanan barış girişimini sunmuştu. Kral Selman ve Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Suudi Arabistan'ı beş önemli dönüm noktasına taşıdı.

Birincisi, odaklanmak yani tüm Arapları beyhude savaşlara yönelmek yerine kalkınmaya ve geleceği inşa etmeye odaklanmaya çağırmak. Vizyon 2030 bu odağın zirvesidir. İkincisi, İran'ın petrol tesislerine yönelik saldırısına karşılık Washington’un hiçbir şey yapmamasından alınan ders ile uluslararası ilişkileri çeşitlendirmek. Böylece Riyad'a “savunma anlaşması” yapmayı teklif eden ABD ile ilişkilerden vazgeçilmeden Rusya, Çin ve Avrupa'ya açılım sağlandı. Üçüncüsü, Arap ve İslam zirvelerinin ötesinde ortak Arap ve İslam eylemini güçlendirmek. Dördüncüsü, Washington'u Philip Golden'ın “zor ve olmazsa olmaz müttefik Suudi Arabistan” olarak adlandırdığı şeyi kabul etmeye zorlamaktır. Beşincisi, gerçeğe dönüşebilecek olan ve Dalia Dassa ile Sanam Vakil'in Foreign Affairs'de yazdığı gibi, “Ortadoğu'yu yalnızca Ortadoğu iyileştirebilir” ilkesine dayanan “Ortadoğu Güvenlik Forumu”nun kurulmasına hazırlıklı olmaktır.

Arap Baharı olarak adlandırılan devrimler birçok ülkede felaketlere ve çöküşlere yol açsa da, bir Afrika atasözünde dendiği gibi, “biraz şans taşımayan talihsizliktir yoktur.” Yeni Arap Savaşları kitabının yazarı Profesör Mark Lynch, bu başarısızlığın “bir Arap düzeni yarattığına ve bölgesel ilişkileri yeniden şekillendirdiğine” inanıyor. Peki nasıl? Yaptığı gözleme göre, büyük geleneksel Arap güçlerinin büyük sorunlar karşısında pek bir işlevi olmamıştır, Körfez ülkeleri ise gelişip büyümüştür. Başka bir deyişle, Arap dünyasının liderliği Suudi Arabistan'da yoğunlaşmış durumda ve güvenliği garanti altına alan bir liderlik rolüne büyük ihtiyaç var. Çünkü zayıf ve başarısız devletlerin yayılması, güçlü ve zengin ülkeler için bile tehdit oluşturur. Vali Nasr'a göre ise “Ortadoğu'daki güç dengesini belirleyen husus Filistin davası değil, Afganistan, Irak, Lübnan ve diğer yerlerdeki başarısız devletlerin kaderidir.”

Suudi Arabistan'ın Lübnan ve Suriye'yi başarısızlıktan kurtarma ve bu ülkelerde iki devlet tesis etme çabalarının önemi buradan kaynaklanıyor. Suriye'nin başarısızlıktan kurtuluş yolu, toplumdaki çeşitliliği yansıtan, hem eski rejim döneminde katliamlar işleyenleri hem de rejimin devrilmesinden sonraki yeni katliamlara katılanları cezalandırmak için adaleti uygulayan bir otoritenin kurulmasıdır. Mezhepsel hassasiyetlerin giderilmesi, ABD ve Avrupa yaptırımlarının kaldırılmasının ve Arap yardımının sağlanmasının önünü açacaktır. Lübnan'da başarıysa, gerekli ve zorunlu reformların uygulanmasına, devletin silahı yani Max Weber'in “meşru şiddet” olarak adlandırdığı şeyi tekeline almasına, İsrail işgalinin Hizbullah ile savaş sırasında konuşlandığı noktalardan çekilmesine bağlıdır. Böylece yeniden inşa, yatırımların canlandırılması ve otoriteden iyi yönetişime geçiş için yardım sağlanabilir. Peki, ABD Başkanı Donald Trump'ın Gazze konusundaki baskıları, “gerçeküstü” tutumları ve Batı Şeria'yı ilhak etmek, Hermon Dağı'ndaki ve Güney Suriye'deki üç şehri kapsayan işgali genişletmek isteyen Netanyahu'ya verdiği destek ne olacak? Bu, ABD'nin Ortadoğu'ya yönelik yeni stratejisi mi?

Başkan Ronald Reagan'ın da dediği gibi, “yönetim bir kahramanlık mesleği değil, bir uzlaşı mesleğidir.”

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Indpendent Arabia’dan çevrilmiştir.