İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ndeki askeri operasyonları intikam kokuyor

İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nde yürüttüğü askeri operasyonlar stratejisinde ve hiyerarşisinde bir değişiklik olduğunu ve bunun sonucunda sık sık övündüğü savaş ahlakı ilkelerinden uzaklaşıldığını gösteriyor

7 Ekim'in İsraillilerde aşağılanma ve hayal kırıklığı hissi uyandırdığına şüphe yok (Reuters)
7 Ekim'in İsraillilerde aşağılanma ve hayal kırıklığı hissi uyandırdığına şüphe yok (Reuters)
TT

İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ndeki askeri operasyonları intikam kokuyor

7 Ekim'in İsraillilerde aşağılanma ve hayal kırıklığı hissi uyandırdığına şüphe yok (Reuters)
7 Ekim'in İsraillilerde aşağılanma ve hayal kırıklığı hissi uyandırdığına şüphe yok (Reuters)

Manal Nahas

İsrail gazetesi Haaretz, İsrail askerlerine Gazze'deki gıda dağıtım merkezleri veya insani yardım merkezleri önünde toplanan Filistinlileri öldürme emri verildiğini ortaya çıkardı. Paris Siyaset Bilimleri Enstitüsü (Sciences Po) öğretim üyesi ve Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi (CNRS) araştırma direktörü Samy Cohen 22 Temmuz 2025 tarihinde Le Monde gazetesinde yayınlanan makalesinde bunun 7 Ekim 2023'ün ertesi günü yaygınlaşan bir durum olduğunu belirtti. Cohen’e göre bu durumun sonucunda ateş açma emrini sadece Genelkurmay Başkanlığı'na bırakılarak, alay, tabur ve bölük komutanlarına yetki verildi. Oysa savaş kurallarına göre sivillerin bulunduğu veya düşmanla çatışma sahasına yakın olduğu durumlarda, üst rütbeli komutanların emir vermesi gerektiği öngörülüyordu. 7 Ekim’den önce bir konutun yıkılması gerektiğinde, Genelkurmay Başkanı’nın onayının alınması gerekiyordu. İsrail ordusunun yapısındaki değişime değinen Cohen, “Bugünse sıradan bir yüzbaşı, askerlerinin tehdit altında olduğunu düşünürse, üst rütbeli bir subaya danışmadan hava desteği talep edebilir ve bir binayı tamamen yıkabilir” diye yazdı.

Kurallar açık ve net. Askeri savcının denetimi altında kaleme alınmış ve sözlü olarak aktarıldı. Ancak birlik komutanları, askerlerini her türlü koşulun üzerinde tutuyor ve uluslararası hukukun ve ordunun ahlak kurallarının aksine, hiçbir uyarıda bulunmaksızın ateş açma emrini verebiliyor. Askerler de bu emir üzerine ağır silahlarla ateş açıyor. Üçüncü bir faktör ise, kalabalıkların akını ve Hamas üyelerinin bu kalabalıkların arasına sızmasından duyulan korku.

Operasyon türleri

Cohen, bu kadar çok sayıda sivilin öldürülmesinin farklı türde operasyonların sonucu olduğunu belirtiyor. 7 Ekim 2023 sonrası ilk operasyonu, Hamas ve İslami Cihad liderlerinin mümkün olduğunca çoğunu öldürmeyi amaçlıyordu ve liderler, aileleri, komşuları ya da tüm mahalle sakinleriyle birlikte bombalanarak bu gerçekleştirildi. Bu tür operasyonların emri, en üst düzey askeri ve siyasi liderler tarafından verildi ve plan önceden onaylandı. Hedeflerin belirlenmesi yapay zekaya bırakıldı.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı habere göre Kara birlikleri Gazze Şeridi'ne girdiğinde, bubi tuzaklı binalara ve patlayıcılarla donatılmış tünellere rastladı ve çatıların üzerinde keskin nişancılar tarafından gözetlendi. 29 Ekim 2024 tarihinde Gazze Şeridi'nin kuzeyindeki Beyt Lahiye'de, bir binada yaklaşık 200 kişi kalıyordu. Bir kişi çatıda saklanarak saldırı birimini gözetliyordu. Bu yüzden bina yıkıldı ve 100 kişi öldü. Cohen’e göre savaş suçu işleyen askerler daha az ölümcül araçlara erişebilirlerdi. Ayrıca, Gazze Şeridi'ni ikiye bölen Netzarim Koridoru çevresinde ‘güvenli bölgeler’ olarak adlandırılan alanlar vardı. Bazı yüzbaşılar ve komutanlar, bu bölgenin sınırını geçen herkesin sivil kıyafetli bir Hamas savaşçısı olduğunu ve öldürülmesi gerektiğini düşünüyordu.

Gerçek şu ki, Genelkurmay Başkanı askerlerine uyanık olmalarını emretti. Bunu tek sefer yaptı ve adamlarına, esaretten kaçmayı başaran üç rehineyi öldürmelerini emretti. Çünkü askerler onları Hamas üyesi sanıyordu. Askerler komutanlarının emirlerini yerine getirmekten başka bir şey yapmadılar ve savaşın ahlak kurallarından kurtuldular.

Caydırıcılık

‘Ortadoğu'nun en güçlü ordusu nasıl olur da vatandaşlarını savunamaz?’ sorusu çerçevesinde 7 Ekim’in İsraillilerde aşağılanma ve hayal kırıklığı hissine yol açtığına hiç şüphe yok. İsrail ordusu saldırıya hazırlıksız yakalandı ve hızlı bir şekilde karşılık veremedi. Bu yüzden ordu katliamdan sorumlu ve bu sorumluluğu siyasi otoriteyle paylaşıyor ve hesap vermesi gerekiyor. Bu yüzden İsrail'in Gazze Şeridi’ndeki misillemesinin intikam yönü var. İsrail aynı zamanda stratejisinin temel taşı olan caydırıcılığı geri kazanmayı istiyor. İsrail ordusunun saldırganın bunu tekrarlamaması için Yahudi devletine bu şekilde saldırmanın bedelinin çok ağır olduğunu kanıtlaması gerekiyor. Burada amaç, fırsatı değerlendirip 8 Ekim'den bu yana saldırılarını tekrarlayan İran’a ve Hizbullah'a, sivillere ve orduya saldırmayı bırakmaları gerektiğini bildirmek. Sonuç olarak, misillemenin verdiği zarar, saldırının Yahudi devletine verdiği zararın kat kat fazlası olmalı. İsrail ordusu bu doktrini 1950'lerde önce geri dönmeye çalışan Filistinlilere, ardından birinci intifada (1987-1993) ve ikinci intifada (2000-2004) sırasında uyguladı.

Altyapı, eğitim, sağlık, ulaşım ve enerji dağıtım sistemlerinin sistematik olarak tahrip edilmesinin, Gazze'yi yaşanamaz bir yer haline getirip oradan tahliye edilmesini amaçladığını söylemek mümkün mü diye soran Cohen’in sorusunun kesin bir yanıtı olmadığını ifade etti. İsrail ordusunun gerçek veya varsayılan bir tehdit oluşturan altyapıyı tahrip ettiğini belirten Cohen’e göre bu durum, tünellerde saklanan Hamas üyelerinin sığınabileceği hastaneler için de geçerli. Savaşta giderek daha fazla hakim olan bu fikir, Hamas üyelerinin istisnasız tek tek ortadan kaldırılması gerektiği ve bunun bedeli ne olursa olsun ödenmesi gerektiğidir.

İsrail toplumu, Gazze’deki savaşın gerçeklerinin sadece küçük bir kısmını görüyor ve gerçekleri tam olarak görmek istemiyor. Büyük televizyon kanalları, toplumu bölünmelerden ve anlaşmazlıklardan korumak ve manevi bütünlüğünü zayıflatmamak bahanesiyle bu reddetme tutumunu sürdürmeye itiyor. Öte yandan birkaç haftadır, öğrenciler, gençler, entelektüeller, sanatçılar ve Yair Golan ve Ehud Olmert gibi az sayıda politikacı arasında ahlaki uyanışın işaretleri görülüyor.



Büyük İsrail kavramının kökenleri ve günümüzdeki dönüşümleri

15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler
15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler
TT

Büyük İsrail kavramının kökenleri ve günümüzdeki dönüşümleri

15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler
15 Eylül 1948’deki Nekbe'nin ardından eşyalarını taşıyan Filistinliler

Louis Fishman

İran ve İsrail arasında 12 gün süren son savaşın akabinde, Türkiye’nin devlet kanalı TRT’nin İngilizce yayın yapan kanalı TRT World, İsrail'in savaş gerekçesinin sınırlarını genişletme planıyla bağlantılı olduğunu iddia eden kapsamlı bir özel haber yayınladı. Haberde, söz konusu planın, “Nil'den Fırat'a” uzanan ve iddiaya göre eski Yahudi krallığının sınırlarıyla örtüşen bir Büyük İsrail kurmak olduğu belirtiliyordu. Bu iddia yeni değildi; benzer tartışmalar Arap kanallarında da yapıldı ve sosyal medyada geniş çaplı polemiklere neden oldu.

İran'ın bahsedilen sözde “Tevrat sınırları"nın dışında yer alması bir yana, Filistin’i aşan bir anavatan kurma çabası fikri bir asır öncesine dayanıyor. 1911 baharında Osmanlı meclisi, Filistinli milletvekili Ruhi el-Halidi'nin uyarılarını görüşmüştü. Halidi, Filistin'deki Yahudi göçmenlerin attıkları pratik adımları mecliste açıklamış ve Osmanlı'nın Suriye ve Irak eyaletlerine uzanmasına karşı da uyarmıştı. Ancak dün ve bugün yapılan tartışmalar arasındaki en belirgin ortak nokta, belgelenmiş bu gerçekler değil, Halidi ve meslektaşı Said el-Hüseyni'nin kaçındığı bir şeydir; Yahudileri Osmanlı İmparatorluğu'na egemen olmakla suçlayan komplo teorilerine sığınmak.

1908 Jön Türk Devrimi ve 1909'da Sultan İkinci Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından, Osmanlı muhalefetinin önde gelen isimleri, bu olaylarda Yahudilerin parmağı olduğunu iddia ederek “Siyonist istila” korkusunu körüklediler. İktidardaki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyeleri olan Halidi ve Hüseyni’ye gelince, Osmanlı topraklarını işgal etmeye çalışan bir “görülmemiş Yahudi bloğu” suçlamalarının Filistin ile ilgili olmadığı, yalnızca antisemitizmden kaynaklandığı onlar için açık ve netti. Ayrıca, bu iddiaları ortaya atanların esasında Filistin davası ile gerçekten ilgilenmediklerini de fark etmiş olabilirler.

Komplo teorilerinin geri dönmesi şaşırtıcı değil. Antisemitizm, onlarca yıl sonra Türk İslamcı çevrelerde yeniden ortaya çıktı. Bu çevreler Mustafa Kemal'in (Atatürk) gizli bir Yahudi olduğunu, Türkiye'nin “ilk Yahudi devleti”, İsrail'in ise ikinci Yahudi devleti olduğunu iddia etmişlerdi. Daha sonra Arap çevreleri de bu hipotezleri onlarca yıl benimsediler. Bu bağlamda, İsrail'in Nil'den Fırat'a uzandığı fikri, tarihten geri dönüştürülmüş antisemitik bir fikirden başka bir şey değildir.

Bu antisemitizm örnekleri bugün bize önemli bir ders sunuyor: Yahudi komplusu teorilerinin birey üzerindeki etkisi ne kadar güçlüyse, Filistin'deki (Arapçada Filistin, İbranicede Eretz İsrail yani İsrail Diyarı) Siyonist sömürgeciliğe karşı bir asırdır mücadele eden Filistinlileri destekleme kabiliyetleri de o kadar zayıflıyor. Bu teoriler, Osmanlı'nın son dönemlerinde Filistin davasına hizmet edemediği gibi, bugün de anavatanlarında yaşayabilir bir siyasi varlığı koruma mücadelelerine zarar veriyor. Böylece, çatışmanın yapısal köklerinden dikkatleri uzaklaştırmaya ve bir asırlık işgal ve haklardan soyutlama çıkmazından kurtulma yönündeki ciddi çabaları zayıflatmaya katkıda bulunuyorlar.

Kavramdan tarihsel bağlama

Yaygın algının aksine, erken dönem Siyonist proje gizli komplolardan uzak durdu. Yahudiler, bazılarının hayal ettiği gibi ve Berlin Konferansı'na (1884-1885) benzer bir sahneyle, Osmanlıların boyunduruk altına alınmasını planlamak için “karanlık odalarda” toplanmadılar. Bunun yerine, büyük ölçüde aleni bir yol izlediler. Liderleri Theodor Herzl'in sömürgeci bir vizyona sahip olduğuna da şüphe yok. Filistin konusunda Sultan İkinci Abdülhamid ile yaptığı görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, 1903'te İngiltere'nin Doğu Afrika'da bir Yahudi devleti kurma planını desteklemesi de bunu açıklıyor.

cvfght
Ben-Gurion, Theodor Herzl için düzenlenen bir anma töreninde İsrailli yetkililer arasında duruyor (AFP)

Aslında, Siyonist örgütün stratejisi Birinci Dünya Savaşı öncesinde değişti. Herzl'in Doğu Afrika planının reddedilmesinin ardından örgüt, bağımsız bir devlet arayışından vazgeçti ve oradaki büyüyen İbrani topluluğuna güvenerek Filistin'de özerk bir ulusal oluşum kurma hedefine yöneldi. Bu yönelim, Filistinlileri endişelendirdi ve bu endişelerini (yukarıda belirtildiği gibi) 1911'de Osmanlı Meclisi’nde dile getirdiler. Esasında, Büyük İsrail meselesi, 1917'deki İngiliz işgalinden sonra gerçek bir önem kazandı. Büyük İsrail’in İbranice karşılığı olan Eretz Yisrael Hashlemah terimi, 1967 savaşından sonra yaygın olarak kullanılmaya başlandı.

İngiliz Mandası dönemi (1920-1948), Siyonist kampta derin bir bölünmeye tanık oldu. Büyük bir azınlık, David Ben-Gurion liderliğine karşı çıktı ve Balfour Deklarasyonu'nu Ürdün Nehri'nin her iki yakasını da kapsayacak şekilde yorumlayan katı tutumlu Vladimir Jabotinsky ile ittifak kurdu. Ancak bu yorum, “Tevrat’taki anavatan" referansına dayanmıyordu. Aksine, revizyonist Siyonistlerin planları, Filistin ve (daha sonra Ürdün Haşimi Krallığı olan) Ürdün'deki İngiliz Mandası'nın sınırlarına dayanıyordu.

İngiliz Mandası dönemi (1920-1948), Siyonist kampta derin bir bölünmeye tanık oldu. Büyük bir azınlık, David Ben-Gurion'un liderliğine karşı çıktı ve Balfour Deklarasyonu'nu Ürdün Nehri'nin her iki yakasını da kapsayacak şekilde yorumlayan katı tutumlu Vladimir Jabotinsky ile ittifak kurdu

Eretz Yisrael Hashlemah teriminin anlamı, David Ben-Gurion'un BM’nin Taksim Planı'nı kabul ettiği 1947'de kökten değişti. “Bütün topraklar” kavramından, Mandater Filistin'in taksiminin bir sembolüne dönüştü. 1967 Savaşı ve İsrail'in Batı Şeria, Gazze Şeridi, Mısır'ın Sina Yarımadası ve Suriye'nin Golan Tepeleri'ni işgalinden sonra, taksimi kabul etmenin Filistin'in tamamını ilhak etmek için geçici bir strateji olup olmadığı konusundaki tarihsel tartışma ortadan kalktı.

Açıklamak gerekirse; “bölünmüş İsrail” savunucuları, toprağın yalnızca bir kısmında bir Yahudi devletinin kurulmasını desteklerken, “nehirden denize” uzanan bir Yahudi devletinin savunucuları Büyük İsrail fikrini savundular.

cvfbghj
Tel Aviv'deki bir gösteri sırasında İsrail işgalini protesto edenler, Siyonist hareketin kurucusu Theodor Herzl'in resminin bulunduğu bir pankartın yanında İngilizce “Apartheid” kelimesinin harflerini taşıyorlar

İsrail'in Mısır ile barış karşılığında Sina Yarımadası'ndan çekildiği ve Rabin (1994) ile Olmert (2008) dönemindeki başarısız müzakereler sırasında Golan Tepeleri'nden neredeyse çekileceği doğrudur. 1977'de (Jabotinsky'nin fikirlerini benimseyen) Likud Partisi’nin yükselişiyle birlikte, Eretz Yisrael Hashlemah terimi 1970'ler ve 1980'lerde popüler hale geldi. Ancak, Oslo Anlaşmaları'nın başarısızlığı, yerleşim yerlerinin genişlemesi ve Batı Şeria'daki işgalin derinleşmesi, özellikle de 2005'te görünürdeki geri çekilmeye rağmen kapsamlı bir abluka altında kalmaya devam eden Gazze de dahil İsrail'in “nehirden denize” uzanan topraklar üzerinde 1967'den beri fiilen devam eden kontrolüyle birlikte, bu terim geriledi.

2000'den sonra doğan Filistinli ve İsrailli nesiller için, Büyük İsrail ve Yeşil Hat terimleri, on yıl öncesinde olduğu gibi, tartışmalarda artık aynı ilgiyi görmüyor.

Bu mevcut gerçeklik, Büyük İsrail koalisyonunun kökleştirmeye çalıştığı süreci yansıtıyor. Bu akım için, toprağın tamamının ilhakı birincil hedef olmaya devam ederken, giderek büyüyen Mesihçi dini gruplar arasında köklü bir ideolojik ilkeye dönüştü. Ne yazık ki, bu yaklaşım iki devletli çözümü destekleyen herhangi bir tarafın karşılaştığı en büyük engel ve bunu İsrail içinde artan bir ilgisizlik izliyor. Bu ilgisizlik, İsrail'in merkezinden veya solundan yeni ve güçlü seslerin yükselişiyle dengelenebilir. Ancak, zayıflık ve durgunluğun damga vurduğu mevcut liderlik, şimdiye kadar bu önemli meselesiyle yüzleşme konusunda tam bir acizlik gösteriyor.

Tıpkı tarihsel komplo teorileri gibi, İsrail politikalarını hegemonik Büyük İsrail anlatısıyla açıklamak, sistemik bir krizi yansıtmaktadır. O da jeopolitik analizden yanılsamaya kaçıştır. Suriye'nin çöküşü, Lübnan'da Hizbullah'ın gerilemesi ve İran'ın İsrail ile rekabet edememesi, bu güçlerin iç başarısızlıklarını yansıtır, mutlak bir İsrail üstünlüğünü değil. Bu bakış açısı, bölgesel güç üçlüsünün (Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail) bugünkü yükselişinin nedenini de aydınlatıyor.

Trajik bir ironiyle, İsrail'in mevcut gücü daha derin bir ifşa anını, yani zayıf noktalarını maskeliyor. Tahran içindeki hedefleri vurabilme kapasitesine sahip olsa da, devlet kurumları aşırı sağcı bir hükümetin yönetimi altında zorluklarla karşılaşıyor. Netanyahu, ülkeyi çıkışı olmayan bir tünele sürüklüyor. Hükümet içindeki ittifaklarını memnun etmek için normalleşmeyi Suudi Arabistan’ı kapsayacak şekilde genişletme fırsatını feda etti. Gazze'de kıtlığa neden olan bir savaşı örtbas etti. Savaş suçlarını günlük pratiklere dönüştürdü; öyle ki soykırım iddiaları İsrail elitinin giderek artan bir kesimi tarafından kabul edilebilir hale geldi.

Sonuç olarak, İsrail'i Ortadoğu'daki baskın güç olarak tasvir etmek, sadece Filistinlilerin direniş seçeneğine olan bağlılıklarını daha da güçlendirecektir. Washington'un kronik çatışmayı çözmeye yönelik ciddi bir iradesinin yokluğunda da, komplo teorileri, sloganlara değil gerçeğe hitap eden adil bir çözüm arayışının önünde ek bir engel haline gelmektedir. Bu ifşa edici tarihi an, tüm kasvetine rağmen, bir asırdır görülmemiş ölçekte jeopolitik dönüşümler yaşayan bir bölgede yeni bir gelecek inşa etmek için bir fırsat olabilir.

Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla’dan dergisinden çevrilmiştir.