Elie el-Kasifi
Geçtiğimiz hafta bölgedeki statüko ilgili belki de en önemli açıklama, ABD Özel Temsilcisi Tom Barrack'ın 1916 Sykes-Picot Anlaşması ile Arap Maşrık (Levant) bölgesi için çizilen sınırların İsrail için hiçbir şey ifade etmediğini söylemesiydi. Bu, Tel Aviv’in en azından kısa ve orta vadede, gerçekleştirilebilir bir İsrail projesinden ziyade, bölgedeki bazı taraflar için siyasi bir propaganda aracı haline gelen “Büyük İsrail” vizyonunu gerçekleştirmek üzere olduğu sonucuna hemen varmayı gerektirmiyor. Elbette, yüz veya iki yüz yıl sonraki jeopolitik durumu tahmin etmeye dayanan herhangi bir analiz, en hafif tabirle, yanlış ve kesinlikten uzaktır. Ancak aynı zamanda, Batı Şeria başta olmak üzere Filistin toprakları ile başlayan, mevcut İsrail yayılmacı projesinin ciddiyeti de küçümsenemez.
İsrail hükümetinin, Filistin devletini tanımaya hazır Batılı ülkelerin sayısı arttıkça, zamanla yarışırcasına bölge üzerinde İsrail egemenliğini tesis etmeyi görüşmek üzere salı günü toplanmasının ardından, Batı Şeria’da ilhak süreci yeni ve daha tehlikeli yollara sapıyor. Gazze Şeridi'ne gelince, İsrail'in Gazze şehrini işgal etme planı, İsrail’in bu yayılmacı projesinden ve ABD'nin sızdırılan planından ayrı düşünülemez. Söz konusu plan, sakinlerini yerinden ettikten sonra Gazze’yi on yıl boyunca yönetmeyi ve Donald Trump'ın “Ortadoğu Rivierası” vizyonuna benzeyen devasa bir yatırım projesine dönüştürmeyi içeriyor. Suriye'de de durum pek farklı değil; İsrail, ABD sponsorluğunda yürütülen Suriye-İsrail görüşmelerine rağmen, yeni Suriye yönetimine doğrudan meydan okuyarak saldırılarını sürdürüyor. Aynı meydan okuma, özellikle Suriye'deki bölgesel nüfuz haritası nedeniyle İsrail ile arasındaki gerginliğin yüksek olduğu Türkiye için de geçerli.
Şarku’l Avsat Al Majalla’dan aktardığı analize göre İsrail'in beş sınır noktasını işgal ettiği Lübnan'a gelince, İsrail şu anda bu sınır noktalarından çekilmeye hazır değil ve bu çekilmenin başlangıcını Hizbullah'ın silahlarını Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesine bağlıyor. Hizbullah’ın silahsızlandırılmasıysa, Lübnan'da bu konudaki iç uzlaşının başarısız olması, Amerikan arabuluculuğunun, Lübnan ve İsrail arasında kasım ayında varılan dolaylı ateşkesi pekiştirme müzakerelerinde “bir adıma karşılık bir adım” ilkesini tesis edememesiyle giderek daha karmaşık ve silahsızlandırmadan uzak bir hal alıyor. Oysa Barrack, Lübnan hükümetinin 7 Ağustos'ta ateşkes anlaşmasının uygulanması ile bağlantılı Amerikan belgesinin hedeflerini onaylamasının ardından, İsrail'e Lübnan'a doğru bir adım atması için baskı yapma sözü vermişti. Lübnan ve İsrail arasındaki ateşkes anlaşması, Hizbullah'ın silahlarını bu yıl sonu olarak belirlenen süre içinde Lübnan Silahlı Kuvvetleri'ne teslim etmesini öngörüyordu ve hükümet de bunu onayladı.
Olayların tarihsel arka planının, özellikle ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir
Ancak bu son tarihe uyulamayacak gibi görünüyor ve bu da konuyu daha fazla belirsizliğe ve Hizbullah ile Lübnan'a karşı yeni bir İsrail savaşı tehlikesine açık hale getiriyor. Geçen hafta İsrail'den dönen ABD Özel Temsilcisi, İsrail'in karşılık olarak bir adım atacağına dair hiçbir vaat taşımıyordu. Aksine, İsrail'in, Lübnan Ordusu'nun güneyde ve Lübnan'ın geri kalanında Hizbullah'ın silahlarını toplama yeteneğine bağlı olarak, beş bölgeden kademeli olarak çekilmeye hazır olduğunu vurguladı. Ürdün de, İsrail'in bu yayılmacı projesinin sonuçlarından muaf değil. Bunun birinci nedeni, Batı Şeria'daki Filistinlilerin Ürdün'e göç ettirilmesi riski, ikincisi de Trump yönetiminin Tel Aviv'e Batı Şeria'nın ilhakı yerine “boş” olan Ürdün Vadisi'ni ilhak etmesini önerdiğine dair Amerikan sızıntılarıdır.
Tüm bunlar, Arap Maşrık bölgesini İsrail'in yayılmacı projesi tarafından tehdit edilen tek bir coğrafya olarak görmeyi gerektiriyor. Bu, öncelikle, bir Filistin devletinin engellenmesinin bu projenin merkezinde yer aldığı anlamına geliyor; ancak proje bununla sınırlı değil, zira bu devletin engellenmesi, Maşrık coğrafyasının tamamının İsrail çıkarları doğrultusunda ve Amerikan desteğiyle değişikliğe ve “ilhak ile bölünmeye” açık hale gelmesi anlamına geliyor. İsrail'in Sykes-Picot Anlaşması'nı devirmesi konusunda ne şaşkınlık ne de kınama ifade eden Barrack'ın açıklamasının önemi de buradan geliyor. Bu, Washington'un İsrail'e bu anlaşma kapsamında çizilen sınırları ihlal etmeme konusunda kırmızı çizgiler çizmediği anlamına geliyor. Yine bundan, İsrail'in genişlemelerinin geçici önlemler olmadığı, aksine bölgesel düzeyde farklı, tahmin edilemez ve bölgedeki yeni statükoya ilişkin nihai bölgesel-uluslararası müzakerelere konu olabilecek bir coğrafi durumun habercisi olduğu anlaşılıyor. Ancak pratikte Barrack, eski statükoyu savunabilecek yerel, bölgesel veya uluslararası bir güç henüz ortaya çıkmazken, en azından İsrail açısından, önceki statükonun çöktüğünü deklare etmiş oldu.
Burada yalnızca bölgesel bir meseleyle değil, aynı zamanda sadece düşmanlar değil, müttefikler arasındaki angajman kurallarını da hesaba katarsak uluslararası bir meseleyle karşı karşıyayız. Bu temelde, Ukrayna meselesi ve ticaret meseleleri (vb.) konusundaki mevcut Avrupa-ABD çatışmasının bölgeye de sıçraması muhtemel, ki bu transatlantik çatışmanın ortasında ortaya çıkan Filistin devletinin tanınması konusundaki anlaşmazlık ile zaten sıçramış durumda. Bu meselenin tarihsel arka planı, Amerikalıların bölgedeki Batı sömürgeciliğinin temellerini, özellikle Fransızlar ve İngilizlerden miras aldıkları göz önüne alındığında göz ardı edilemez. Mevcut sınırları çizenler onlar değildi. Dolayısıyla bu sınırlar, Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece değiştirilemeyecek sömürgeci mirasının bir parçası değil. Kaldı ki Amerikan politikalarında veya genel olarak Batı politikalarında böyle sabitelerin olmadığı gerçeğini de hesaba katmak gerekir. Ancak, olayların tarihsel arka planının, özellikle de şu anda ABD ve Avrupa arasında olduğu gibi, ana aktörlerin çıkarları çatıştığında, güncel etkileri olabileceğini akılda tutmak önemlidir. Ancak tüm bunlardan önemlisi, Barrack'ın tutumu genel Amerikan tutumunu yansıtmasa da, bölgeye yönelik sabit bir Amerikan stratejisinin olmadığını gösteriyor. Aksine, koşullara ve fırsatlara dayalı dinamik bir strateji söz konusu. Bu, ABD'nin İsrail'e yeşil ışık yakmasını, ancak aynı zamanda Washington'un Tel Aviv'in politikalarının bölgedeki genel çıkarlarını tehdit edebileceğini hissettiği belirli anlarda da kırmızı ışık yakmasını açıklıyor. Bunlar da bir tür müttefikler arasındaki angajman kurallarıdır, ancak ABD ve İsrail arasında dünya çapında özel ve benzersiz olan bir türdür. Bu nedenle, bazen Tel Aviv'in bölgede Amerikan politikalarını uyguladığı veya iki ülkenin bölgeye yönelik politikalarındaki farklılıkları tespit etmenin zor, hatta çok zor olduğu görülüyor, özellikle de Donald Trump döneminde.
Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli
Bu nedenle, Maşrık bölgesinde tüm ülkelerini kapsayan yeni ve farklı bir statüko ile karşı karşıyayız. Bu durum, İsrail ile Güney Suriye, Güney Lübnan veya Batı Ürdün’deki sınır bölgeleriyle sınırlı değil; Filistin topraklarından ise bahsetmeye bile gerek yok. Aksine, etkileri bu ülkelerin içlerini de kapsayacak; zira İsrail ile sınırlardaki değişiklikler, 7 Ekim 2023'ten sonraki savaşların bölgede ortaya çıkardığı yeni güç dengesini yansıtıyor. Dolayısıyla İsrail, bu tarihten önce olanla sonrasının aynı olmaması gerektiğinde ısrar ediyor. Bir başka deyişle, Amerikan desteği ve himayesiyle, önceki durumu üreten tüm sebep ve faktörleri ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ancak, konu yalnızca siyasi ve güvenlik boyutlarıyla sınırlı değil; ekonomik çöküş yaşayan ülkelerdeki farklı ekonomik durumu da kapsıyor. Örneğin, Güney Lübnan'ı ele alırsak, Trump'ın oradaki ekonomik bölge planı, şu ana kadar teorik olarak, ülkenin ekonomik ve finansal merkezini unutulmuş ve ihmal edilmiş başkent Beyrut'tan güneydeki sınır bölgesine kaydırıyor. Bu, önceki sınırları neredeyse geçersiz kılacak ve böylece eski siyasi ve ekonomik durumu da neredeyse geçersiz kılacak şekilde, bölgenin ekonomik ve siyasi coğrafyasının yeniden çizilmesinden başka bir şey değil. Gazze Şeridi'nin “ertesi gün”ünden ise bahsetmeye bile gerek yok; zira Gazze’deki ertesi gün büyük meydan okumalar içeriyor, fakat bölgede vaat edilen yeni statükonun can damarını da oluşturuyor. Gazze Şeridi, Washington'un oradan bölgenin tüm işlerini yönetebileceği en büyük Amerikan kolonisine dönüştürülecek. Bu arada, birçok Lübnanlı, Lübnan ile ilgili “ertesi gün” vizyonunu, ülkede bölgedeki en büyük Amerikan büyükelçiliği inşa edildiğinden, ülkelerinin bölgedeki Amerikan varlığının merkezi olacağı varsayımına dayandırıyor.
Tüm bunların ışığında, (büyük ekonomik zorluklara ve siyasi meydan okumalara rağmen istikrarlı bir durumda olan Ürdün hariç) Maşrık'ın dağılmış ve çökmüş ülkelerinin iç iradesinin, yaşanan değişimleri, vaat edilen ve bölgede bu kez tamamen Amerikan kimliğini taşıyacak Batı sömürgeciliğinin yeni bir dönemini temsil edecek “yeniden inşa”yı etkileme kabiliyetleri konusundaki temel soru öne çıkıyor. Bu yeni dönem, Batı Avrupa'nın Maşrık, özellikle de Lübnan'daki son nüfuz alanlarının tasfiyesini ve Rusya ile Çin'in Maşrık’tan nispeten uzak tutulmasını da içeriyor. Savaşlar, müdahaleler, krizler ve bazıları sömürgecilik veya Siyonist proje ile mücadele bahanesiyle yönetilen rejimler tarafından ezilen bu irade, toplumlarını avlamış ve siyaseti öldürmüştür. Bu sadece Suriye'yi değil, aynı zamanda onlarca yıldır Suriye'deki Esed rejiminin söylemleri ve İran'ın yayılmacı projesi tarafından yönetilen Lübnan'ı da kapsamaktadır. Diğer nedenlerin yanı sıra bu durum, siyasi bir çöl yarattı ve güç dengelerini dikkate alan, ancak ortaya çıkan değişimlere göre ulusal çıkarları yeniden tanımlayabilen yeni bir dille alternatif bir söylem üretebilecek, değişimlere ayak uydurabilecek ciddi bir siyasi canlılığı öldürdü. Şu ana kadar, eski dil ve eski çatışmalar, tek işlevi bu çatışmaları ve dili canlı tutmak ve devam ettirmek olan modası geçmiş silahlarla birlikte hâlâ geçerli.