Husam İytani
1967’deki Arap yenilgisinin eleştirisi iki ana eğilime ayrılmıştı. İlk eğilim, muhafazakâr bir kültür ve diktatörlük yönetimleri altındaki Arap toplumlarının geri kalmışlığının, İsrail ile askeri çatışmada utanç verici bir başarısızlığı kaçınılmaz hale getirdiğini savunuyordu. Bu eğilime göre, sebep içeridedir ve Arap askeri, Yasin el-Hafız'ın meşhur ifadesiyle, “yenilgisini toplumundan cepheye taşımıştır.”
İkinci eğilim ise “yenilgiden” dış güçleri sorumlu tutar. Batı'nın, Arapların kaynakları üzerinde tam kontrol sahibi olmak ve onları boyunduruk altına almak için İsrail ile kurduğu komplo, yenilgide belirleyici faktördür. Bu eğilimin teorisyenleri, Arap ülkelerinde yaşananlara ve Osmanlı işgalinin sona ermesinden itibaren yaşadıkları derin değişimlere hiç dikkat etmemişlerdir. Bu eğilimden, çeşitli akımları ve artık iyi bilinen isimleriyle (doğal olarak Arap dünyasıyla ilgili) post-kolonyal çalışmalar gelişmiştir.
İki eğilimin her birinin içindeki birçok farklılığa dikkat çekmek gerekiyor. İlkinde, savaşı yürüten ve hayatları ordu tarafından kontrol edilen ülkelerdeki iktidar mekanizmalarına yönelik bir siyasi eleştiri buluruz (Mısırlı düşünür Enver Abdulmelik gibi). Yahut toplumun kalkınma ve ilerleme projelerinin ilerlemesini engelleyen muhafazakâr hegemonyaya tabi olmasına yönelik bir eleştiriyle karşılaşırız (Sadık Celal el-Azm gibi). Hatta kültürel eleştirinin nihayetinde bu yönde ilerlediği ve erken İslam dönemlerindeki felsefi ve teolojik tartışmaların yeniden ele alındığı da söylenebilir. Bunun sonucunda (örneğin Muhammed Abid el-Cabiri gibi) bazıları, karanlık felsefelerin etkisiyle Arapların yaşadığı medeniyet krizinden kurtulmak için Mu'tezile ve İbn Rüşd'e dayalı bir rasyonalizm modelinin gerekli olduğu sonucuna varmışlardır.
İkinci eğilim de ekollere yayıldı; bazıları, Kasım Emin ve İmam Muhammed Abduh gibi Arap Rönesansı olarak adlandırılan dönemin simgelerini sömürgeciliğe boyun eğmek, Mısır'daki İngiliz işgalinin temsilcilerinin direktifleri doğrultusunda hareket ederek Arap toplumlarına sızmak, onları köklerinden ve özgünlüklerinden uzaklaştırmakla suçladı. Bunun ileride yaşanan yenilginin temelini oluşturduğunu belirtti. Öte yanda, bu eğilimin bazı düşünürleri de, Batı modernitesinin, hatta onun baskın siyasi biçimi olan ulus-devletin Doğulu Arap bölgesinde yeri olmadığına inanıyordu.
Arap entelektüellerinin yenilgiye yönelik eleştirileri, siyasette veya toplumda kayda değer bir değişikliğe yol açmadı. Bugün de İran’a bağlı “direniş” ekseni bir dizi yenilgi yaşadı
Gerçek şu ki, 1967'den bu yana Arap devleti ve toplumunun yapılarını ele almak konusunda çok az şey yapıldı. Hem iç hem de dış olarak ikiye bölünen düşünce ekollerindeki başlıca siyasi yapılar yerinde duruyor. Dahası büyük Arap yenilgisinden sonra İsrail'e karşı mücadelede düzenli orduların yerini alan silahlı direniş hareketlerine bel bağlamak veya geçmişte Sovyetler Birliği, bugünse İran ile ittifak kurmak gibi bölgesel kazanımlar elde etmek için uluslararası karşıtlıklardan yararlanmaya çalışmak gibi girişimler, bugün yaşadığımız trajik sonuca ulaştı.
Bu yazıların Arap toplumlarını ve devletlerini, tek bir bağlamda ilerleyen, benzer değerleri ve mutabakatları benimseyen homojen bir bütün olarak ele alması, ciddi bir hata gibi görünüyor. Bunun nedeni, İsrail'e karşı mücadele eden her Arap ülkesindeki siyasi elitlerin, içeride farklı ama temel takıntısı iktidarı ele geçirmek olan bir yol izlemeleridir. Enver Sedat'ın Mısırı'nda solcu ivmeyi dizginlemek için İslamcıların üzerindeki baskı kaldırılmıştı (ki bu da, Sedat'ın İslamcı silahlı kişiler tarafından öldürülmesiyle trajik bir noktaya ulaşmıştı). 1970'ler ve 1980'lerde ise Müslüman Kardeşler ile mücadele bahanesiyle Suriye'deki her türlü muhalefet ortadan kaldırılmıştı.
Her halükarda, Arap entelektüellerinin yenilgiye yönelik eleştirileri, siyasette veya toplumda kayda değer bir değişikliğe yol açmadı. Bugün de İran’a bağlı “direniş” ekseninin yaşadığı bir dizi yenilginin, ne kadar zayıf ve içinin boş olduğunun açığa çıkmasının ardından, “direniş” sözcülerinin Gazze ve Lübnan'da zaferler kazanıldığını deklare eden sesleri yükseliyor. Bu, Arap rejimlerinin 1967’deki yenilgiyi itiraf etmeleri, Cemal Abdunnasır'ın yenilginin ardından istifa ederek sorumluluğu üstlenmesi ile karşılaştırıldığında bile gülünç/üzücü olan bir çelişki.
Sadece direniş ekseni ile sınırlı kalmayıp, meşru Filistin haklarının geri kazanılacağı İsrail ile bir çatışmaya yönelik tüm yaklaşımları da kapsayan, yenilgiye dair bir özeleştiriyi hayal etmek zordur. Bu durum, kalan Arap yazar ve aydınların, içinde bulunduğumuz durumun son birkaç yılda ulaştığı feci gerçekliği eleştirel bir şekilde ele alma becerisinin azaldığının da endişe verici bir göstergesi. Aslında bunun yenilginin birçok boyutundan birini temsil ettiğini söylemek doğru olur; o da popülizmin yüksek duvarları, süslü sloganlar ve sonuçları önceden bilinen savaşlarda ebediyen savaşma çağrıları arasında, son iki yılda yaşananlara eleştirel bir gözle bakılamamasıdır.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.