Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
TT

Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)

Macid Kiyali

Irak’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve bu işgalin sebep olduğu İkinci Körfez Savaşı veya Çöl Fırtınası Harekatı (17 Ocak-28 Şubat 1991) gibi önemli sonuçlar, Irak ve Arap dünyasının yanı sıra İsrail’e karşı mücadelede Arap boyutuyla ilgili olanlar da dahil olmak üzere Filistin meselesi için de sarsıcı bir olaydı.

Irak açısından bu olay, ülkenin teorik ve pratik olarak İsrail’e karşı mücadele denkleminden dışlanması veya çıkarılması ve o dönemde Suriye ordusuyla sınırlı hale gelen sözde ‘Doğu Cephesi’nin ağırlığından kurtulmasıyla sonuçlandı. Araplar açısından da tüm bunlar, Arap siyasi sisteminin çatlamasına ve birbiriyle çatışan odaklara dağılmasına yol açtı. Bu dönüşümün etkisini artıran şey, Irak ‘barajı’ önünden kalktıktan sonra İran’ın bu sisteme meydan okuma imkânı elde etmesi oldu. Halbuki İran ile Irak arasında sekiz yıl süren (1980-1988) kanlı ve yıkıcı savaşta bu barajı ortadan kaldıramamıştı. Bu olayın daha sonra tüm Arap Doğusu ülkeleri üzerinde, şimdiye kadar devam eden ciddi yansımaları olacaktı.

Filistin düzeyinde bu olay, dava, halk ve ulusal hareket için çok feci sonuçlar doğurdu. Nitekim Arapların Filistin davası etrafındaki birlikteliği sona erdi, Filistin meselesi Arapların öncelikler listesinden ya da (varsayılan) merkezî konumundan uzaklaştırıldı. Dolayısıyla Filistinliler İsrail’in izlediği politikalar ve meydan okumalar karşısında savunmasız kaldı. Üstelik Filistinliler, kaybedenler kampında yer alıyorken İsrail, eski Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dağılması sonucunda uluslararası ve bölgesel sisteme tek kutup olarak hâkim olmaya başlayan ABD’den destek alıyordu.

Filistin’in durumuna yönelik doğrudan sonuçlara gelince… Olayın yansımaları, 1987-1993 yılları arasındaki ilk Filistin halk ayaklanmasının (Birinci İntifada) oluşturduğu etkilerin zayıflatılmasına ve özellikle liderlerinin işgal karşısındaki muğlak tutumundan ötürü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) dışlanmasına odaklandı. Buna ek olarak çoğunluğu, işgal edilen Filistin topraklarındaki ailelerine destek olan Filistinlilerin çoğunun işgal sırasında ve sonrasında Kuveyt’ten göç etmesi de ayrı bir felaket olarak tarihe geçti.

ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon, İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölgenin güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama sürecine katılamayacağını gösterdi.

Sonuç olarak tüm bu zorlu uluslararası ve bölgesel koşullar, Madrid Konferansı (1991 yılı sonları) yoluyla Arap-İsrail barış sürecinin başlatılmasına katkı sağladı. Bu gelişme, Filistinlilerin söylemlerinde ve mücadele biçimlerinde görülen tüm değişikliklerle birlikte Oslo Anlaşması’nın (1993) yolunu açtı. Filistin ulusal hareketinin bir otoriteye dönüşmesi ve Filistin davası kavramının Filistin, Arap ve dünya düzeyinde değişmesi söz konusu değişikliklere örnek gösterilebilir.  

İsrail’in işgali istismar etmesi

İlk bakışta İsrail, Irak’ın Kuveyt’i işgaline şaşırmış göründü. Aynı şekilde daha sonra uluslararası koalisyonun (ağırlıklı olarak Batı’nın), özellikle onu dışarıda bırakarak Irak’a karşı yürüttüğü operasyona da şaşırmış görünüyordu. Bunun üzerine başlangıçta ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için herhangi bir doğrudan askerî faaliyette bulunma ihtimalini dışlamaya dayalı seçenekleri benimsedi.

İşçi Partisi’nin lideri ve eski Başbakan İzak Rabin, bu tutumu şu ifadelerle dile getirmişti:

“Batı’nın Körfez’de meydana gelen durum için sömürgeci bir askerî seçeneği yok… ABD, Irak’a karşı kullanmak üzere askerî güçler gönderemez. Buna dahil olacağını sanmıyorum.” (Yediot Aharonot/3 Ağustos 1990).

Askerî strateji yorumcusu Ze’ev Schiff ise şunları söylemişti:

ABD, Irak petrolünün ihracını engelleyebilir ve Irak’a ambargo uygulayabilir. Ama bu, aşırı bir adımdır. Bu konuda Sovyetler Birliği ya da Avrupa ülkeleri tarafından bir destek göreceği şüpheli. Aynı şekilde Arap dünyası da böyle bir hamlede iş birliği yapmayı reddedecektir. Dolayısıyla ABD, ekonomik yaptırımlarla yetinecek. (Haaretz/3 Ağustos 1990)

Sonuç olarak ABD’nin Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölge güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama operasyonuna katılamadığını ortaya koydu. Ayrıca ABD ve Arap ülkeleri tarafından doğrudan askerî bir müdahaleyle, bu çıkarların savunulması uğrunda kendisinin gözden çıkarılabileceğini de gösterdi. Bununla beraber dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Arens, bu değişimin etkisini ve stratejik sonuçlarını hafifletmeye çalışarak şöyle dedi:

Amerikalılar, Arap ülkelerini içine alan geniş bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu durumda İsrail’in bu çabaya dahil edilmesinde bir çıkarlarının olmaması anlaşılır bir durum. Bu yüzden İsrail, buna dahil değil. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Ancak İsrail çok geçmeden bu endişenin üstesinden gelerek bu hadiseyi birkaç alanda istismar etmeye çalıştı. Mesela Arap dünyasına güvenilemeyeceğini ve onun sorununun İsrail’in varlığıyla değil, bizzat Arap gerçekliğiyle alakalı olduğunu öne sürdü. Bu durum da onun, herhangi bir çözüm süreciyle bağlantısı olmaksızın güvenliğini sağlama, istikrarını ve bölgedeki askerî üstünlüğünü güvence altına alma yaklaşımının isabetliliğini ve Batılı ülkelerin kendisine destek vermeye devam etmesi gerektiğini teyit ediyordu. Ariel Şaron da Irak’ın Kuveyt’i işgalini değerlendirirken şu ifadeleri kullandı:

İsrail topraklarındaki Arap-Yahudi çatışması, ikincil öneme sahip bir sorun olarak gerçek boyutunu kazanıyor. İsrail’in gerek varlığı gerekse güvenliği açısından yorulmak bilmeden güçlenmesi gerekiyor. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Çok açık ki İsrail, Batılı ülkelerin Irak ordusunu yıkıma uğratıp Irak’ı zayıflatmasından çok memnun oldu. Bu, kendisi hiçbir bedel ödemezken Doğu Cephesi’nin zayıflatılması demekti ki bu, İsrail’in stratejik ve uzun vadeli hedeflerinin merkezinde yer alıyor.

Barışa siyasi yatırım

Bununla birlikte bu savaşa yapılan asıl ve siyasi yatırım şudur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutup olarak küresel sistem ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin sonuçlarına bağlı olarak da bölgesel sistem üzerindeki hâkimiyetiyle ABD bu savaşı, Madrid Konferansı’nda (1991 sonları) varılan Filistinlilerle çözüm süreci kisvesi altında Arap-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için uygun bir fırsat olarak gördü.

Burada kayda değer bir nokta şu ki Madrid’de başlatılan bu çözüm süreci, 1967 yılında işgal edilen Filistin veya Suriye topraklarını sahiplerine iade edecek bir çözüme, İsrail’in temel direği olacağı ve çeşitli alanlarda karşılıklı iş birliğine dayalı yeni bir bölgesel düzenin oluşturulmasına odaklandığı kadar odaklanmadı.

O dönemde bu müzakereler, İsrail ile ilgili tarafların her biri (Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan) arasında ikili ve çoklu olmak üzere iki yönde başlamıştı. Amacı da İsrail ile Arap ülkeleri arasında, Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası tarafların da katılımıyla (ekonomide, sularda, altyapıda ve güvenlik düzenlemelerinde) ortak sistemler oluşturarak bölgesel iş birliğinin önünü açmaktı. Bu müzakereler, her yıl periyodik olarak düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Ekonomi Zirvesi konferansıyla taçlandı (1994-1997 yılları arasında Kazablanka, Amman, Kahire ve Doha’da dört konferans düzenlendi). Çoklu müzakerelerin ve bu konferansların teorik zemini, Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kurma bahanesiyle oluşturuluyordu. Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres de Yeni Ortadoğu adlı kitabında buna açıklık getirmiş ve teşvik etmiştir.

Filistin’in tutumundaki hatalar

FKÖ yönetimi ve lideri Yaser Arafat tarafından temsil edilen sorunlu ve muğlak Filistin tutumu, Filistin ulusal hareketi ile Arap siyasi yapısı arasında önemli bir çarpışma anı oldu. Bu tutumun, harekete ve Filistin halkına uzaktan yakından olumlu bir getirisi olmadı. Hatta aksine her düzeyde Filistinlilere ve davalarına zarar verdi.

Bu aşamada Arap resmî sistemi iki eksene ayrılmış gibi görünüyordu. Bu eksenlerden ilki, işgale karşı çıkıp kınadı, Kuveyt’e destek verdi ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için gösterilen her türlü askerî faaliyete yardımcı oldu. Diğerinin ise görünüşe göre olan bitene itirazı yoktu ya da Kuveyt’in işgaline yönelik herhangi bir girişime veya askerî çözüme çekimser yaklaşıyordu. İlk eksen, işgale karşı güçlü bir uluslararası hareketin merkezinde yer alıyordu. Bu hareket, 2 Ağustos 1990’da, yani işgal gününde alınan, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve Irak ordusunun genel olarak, derhal ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında ifade edildi. İkinci eksen ise bu uluslararası denklemin dışındaydı ya da ondan kopmuştu. O kritik tarihî anda Filistin Yönetimi bunun farkında değildi. BM Güvenlik Konseyi tarafından daha sonra alınan (6 ve 9 Ağustos 1990) kararların (661 ve 662) içeriğinde bahsedilen ve Irak’a yaptırım uygulanmasını da içeren sonraki uluslararası adımların boyutunu da idrak edemedi. Aynı şekilde 10 Ağustos 1990’daki Arap Zirvesi konferansında alınan ve Irak’ın işgalinin kınanmasını ve Arap Körfez ülkelerinin Kuveyt’i geri alma yolunda attığı adımlara destek verilmesini içeren kararların boyutunun da farkına varamadı. Bu zirvenin kararları arasında Kuveyt’i geri almak için uluslararası güç talep etmek ve buna katkı sağlamak için Arap güçleri göndermek de yer alıyordu.

Filistinli akademisyen tarihçi Velid el-Halidi, ‘Körfez Krizi: Kökenler ve Sonuçlar’ başlıklı makalesinde (Filistin Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Kış 1991) bu çarpışma anını acı bir şekilde gözlemliyor ve şöyle diyor:

“Bu zorlu durumda FKÖ, Libya ve Irak ile birlikte bu karara karşı oy kullandı.”

FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısı. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir. Velid el-Halidi

Halidi’nin ifadesiyle; “FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısıdır. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir.” Halidi bu duruma ilişkin şunları söyledi:

Yaser Arafat’ın, Fetih hareketinin kuruluşundan sonraki siyasi hayatında yaptığı en büyük stratejik hataydı… Arafat, Fetih hareketinin kurulduğu günden bu yana benimsediği temel bir ilkeyi unuttu: Filistin davasına hizmet etmek, FKÖ’nün Araplar arasındaki anlaşmazlıklardan uzak tutulmasını gerektirir. BM kararlarına dayanarak işgali açıktan kınayamaması ve Irak’ın geri çekilmesini savunamaması, FKÖ’nün siyasi güvenilirliğine ve uluslararası konumuna ciddi şekilde zarar verdi.

Feci sonuçlar

Aslında işgalin ve savaşın yansımaları; uluslararası, Arap ve İsrail yansımaları bakımından Filistinlerin davası için bir felaketti. Bu yansımalardan ilki, o dönemde doruk noktasında olan Filistin halk ayaklanmasının zayıflatılması oldu. Zira önce savaş patlak vermiş ve sonra Kuveyt’te yaşayan ve çalışan yüz binlerce Filistinli, işgal esnasında ve sonrasında bu ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki on binlerce aileyi, Kuveyt’teki akrabalarından elde ettikleri kaynaklardan mahrum etti ki bu kaynaklar, onların direnişini güçlendiriyordu.

Bu aynı zamanda FKÖ Yönetimi’nin mali kaynaklarının kurumasıyla beraber Arap dünyasındaki saygınlığının da eskisine nazaran azalmasına neden oldu. Öyle ki o Arap ve uluslararası koşullarda (Sovyet müttefikini kaybettikten sonra), ABD’nin Ortadoğu için düzenlediği siyasi yola girmeyi kabul etmek suretiyle gemisini tekrar yüzdürmeye ve Arap-İsrail çatışmasını bitirmeye mecbur görünüyordu. Zira onun gözünde, başka bir seçeneği yoktu. Üstelik İsrail’in Lübnan’ı işgal edip (1982) tüm güçleri, kurumları ve liderleri ile FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmasından sonra artık dışarıda ve Filistin sınırlarından uzakta kalmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler, Filistin Yönetimi’ni daha ileri gitmeye sevk etti ve Filistinlilerden bağımsız bir taraf olarak müzakere çerçevesinden dışlanmasının temsil ettiği eksikliği telafi etme çabasıyla, elverişsiz koşullarda gizli müzakerelere girdi. Bu doğrultuda ortak bir Ürdün-Filistin heyetiyle temsil edildi ve bu onun, İsrail’e (ve ABD’ye) ağır bedeller ödemesine sebep oldu. Zira bağlantılı uluslararası kararları müzakereler için bir referans olarak kabul etmemeyi ve iki taraf (Filistinliler ve İsrailliler) arasındaki müzakereleri herhangi bir anlaşmanın temeli olarak kabul etmeyi onaylamıştı ki bu elbette İsrail’in çıkarınaydı. Ayrıca (mülteciler, yerleşimler, Kudüs, sınırları, güvenlik düzenlemeleri gibi…) temel meselelerde, nihai çözümün ne olduğunu açıklamadan, kararın ertelenmesine de onay vermişti ki bu da Filistinlilerin otuz yıldır bedelini ödediği şey.

Böylece Oslo Anlaşması imzalandı. Bu, terminolojik bakımdan geçici bir anlaşma olsa da aslında bir idari özerklik anlaşmasıydı. Amacı ise yalnızca İsrail otoritesinin bir vekili olarak, işgal edilmiş topraklardaki Filistinlileri kontrol edecek bir Filistin otoritesi üretmekti. Bununla Filistinliler, en yüksek otoritenin İsrail’e ait olduğunu, Filistin otoritesinin ise topraklar, kaynaklar veya geçitler üzerinde değil, sadece kendi halkı üzerinde geçerli olduğunu akılda tutarak iki otoriteye tâbi hale geldi.  

Bunun yanı sıra otoriteyi kurmanın bedeli olarak Filistin davasının içi boşaltıldı. Filistin ulusal hareketi, sınırlı bir özyönetim otoritesinden ibaret hale getirilerek ulusal kurtuluş hareketi olma özelliğini terk etti ve davanın, halkın ve toprakların birliği dağıtıldı. Araplar ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Yönetimi kurulmasını meşrulaştırdı. Varlığı Filistinliler tarafından kabul edilip de Filistin anlatısı, 1967’de işgal edilen topraklar üzerindeki çatışmayla sınırlı hale geldikten sonra da İsrail ile normalleşme süreçleri ve çeşitli biçimlerde ilişki kurulması normalleştirildi. Nekbe (1948) dosyası da Filistin ve Araplar için kapandı.    

Aslında tarihe müracaat edip incelediğimizde korkunç Filistin gerçeği, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin bir yansıması gibi görünüyor. Hem Araplar hem Filistinliler için feci kayıpların ve dönüşümlerin çoğunu sonuç veren o felaket veya tehlikeli macera olmasaydı Arap Doğusu ile Filistin davasının durumu nasıl olurdu, kimse biliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.



Trump ‘en kötü kâbusuyla’ karşı karşıya... New York belediye başkanlığı seçimlerinde Cuomo'ya Mamdani karşısında sürpriz destek

‘Trump'ın en kötü kâbusu’ Zohran Mamdani (AFP)
‘Trump'ın en kötü kâbusu’ Zohran Mamdani (AFP)
TT

Trump ‘en kötü kâbusuyla’ karşı karşıya... New York belediye başkanlığı seçimlerinde Cuomo'ya Mamdani karşısında sürpriz destek

‘Trump'ın en kötü kâbusu’ Zohran Mamdani (AFP)
‘Trump'ın en kötü kâbusu’ Zohran Mamdani (AFP)

New York belediye başkanlığı seçimleri, ABD Başkanı Donald Trump'ın mirası ve Amerikan siyasetindeki devam eden etkisi üzerine mini bir referanduma dönüşürken, Zohran Mamdani kendisini ‘Donald Trump'ın en kötü kâbusu’ olarak tanımlıyor.

Şarku’l Avsat’ın Sky News'ten aktardığına göre 34 yaşındaki Mamdani, Amerikan siyasetinde belirleyici bir dönüm noktası olacak salı günkü seçimlerde, ‘Trump'ın ikinci dönemine ilişkin referanduma’ benzeyen yarışta önde gidiyor. Bu seçimlerde, en azından bazı Amerikalılar, şimdiye kadar tanık oldukları şeylerle ilgili görüşlerini dile getirecekler.

Uganda'dan New York'a: İlk Müslüman belediye başkanının yükselişi

Mamdani, Uganda'da Hint kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve yedi yaşında ABD'ye taşındı. O bugün, New York şehrinin ilk Müslüman belediye başkanı olmayı hedefliyor.

dfgt
New York belediye başkanlığına aday olan Demokrat Parti üyesi Zohran Mamdani, New York'ta düzenlenen bir seçim etkinliğinde konuşma yapıyor. (AFP)

Mamdani, sosyalist demokratik harekete mensup ve destekçileri onu Trump'a karşı nasıl mücadele edileceğinin bir örneği olarak görüyor. Ancak Demokrat Parti'nin geleneksel kanadı onun yaklaşımının etkinliği konusunda şüpheci.

Kampanyası, New York'ta yaşam maliyeti ve yaşam kalitesine odaklanıyor; ücretsiz çocuk bakımı sağlama, kiraları dondurma, ücretsiz otobüs taşımacılığı imkânı ve belediye tarafından işletilen marketler kurma sözü verdi.

Finansman planı üzerine tartışmalar

Sky News'e göre, mesajı yüksek yaşam maliyetleriyle mücadele eden New Yorkluların ilgisini çekse de, finansman planı bazı soruları gündeme getiriyor. Mamdani, zenginlere ve şirketlere uygulanan vergileri artırarak 9 milyar dolarlık bir kaynak yaratmayı öneriyor, ancak bunun için eyalet meclisi ve valinin onayını almak için zorlu bir mücadeleye girmesi gerekecek.

Mamdani, Demokrat Parti'nin ‘ilerici’ kanadıyla ilişkilendiriliyor ve bu da onu, partinin uzun vadede siyasi ivmeyi yeniden kazanma stratejisi konusundaki tartışmanın merkezine yerleştiriyor.

Demokrat Parti yönetimi ile gergin ilişkiler

Mamdani'nin bazı politikaları parti yönetimi tarafından hoş karşılanmıyor. Senato Azınlık Lideri Chuck Schumer, özellikle Mamdani'nin 7 Ekim'deki Hamas saldırısının ardından ateşkes çağrısı yapan bir protesto sırasında 2023'te Schumer'in Brooklyn'deki evinin önünde gözaltına alınması sonrası, onu desteklemeyi açıkça reddetti.

Mamdani, İsrail karşıtı duruşu, polis bütçesinin azaltılması, fuhuşun yasallaştırılması ve şehrin hapishanelerinin kapatılması yönündeki önceki çağrıları nedeniyle de eleştirilere maruz kaldı.

dfgthy
ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray'ın Güney Bahçesi'nde yürüyor. (AP)

Mamdani ayrıca, Müslüman oluşu ve göçmenlik geçmişi nedeniyle saldırılara uğradı. Başta Filistin yanlısı aktivistlerin kullandığı ‘intifadanın küreselleşmesi’ ifadesini kınamayı reddetmiş, ancak daha sonra bu terimi ‘teşvik etmediğini’ açıklamış ve antisemitizmle yalnızca sözlerle değil eylemlerle de mücadele edeceğini söylemişti.

Trump'ın Cuomo'ya sürpriz desteği ve fon kesme tehdidi

Daha önce Trump, New York belediye başkanlığı seçimlerinde eski New York Valisi Andrew Cuomo'ya desteğini açıklamış ve Demokrat aday Zohran Mamdani'nin kazanması halinde federal fonları kesme tehdidinde bulunmuştu.

dfvg
New York belediye başkanlığı için bağımsız aday olan eski New York Valisi Andrew Cuomo, New York'un Manhattan bölgesindeki Washington Heights semtinde bir seçim etkinliği sırasında (AFP)

Reuters, New York belediye başkanlığı yarışına dair yorumlar yapmaya alışkın olan Trump’ın, bu kez parti sınırlarını aşarak, Demokrat Parti’nin ön seçimlerinde Mamdani’ye karşı kaybettikten sonra bağımsız aday olarak yarışan Cuomo’yu desteklediğini bildirdi. Bu destek, kamuoyu yoklamalarında geride kalan Cumhuriyetçi aday Curtis Sliwa aleyhine oldu.

Seçim, Trump'ın yükselişi ve Cumhuriyetçi tabanda sahip olduğu etki karşısında Demokrat Parti'nin kimliğini sınayan bir test olarak ABD genelinde yakından takip ediliyor.

Karşılıklı suçlamalar

Trump, seçim arifesinde sosyal medya platformu Truth Social'de yaptığı bir paylaşımda şunları yazdı: “Andrew Cuomo'yu sevseniz de sevmeseniz de, başka seçeneğiniz yok. Ona oy vermek ve onun harika bir iş çıkarmasını ummak zorundasınız; o bunu yapabilir, ama Mamdani yapamaz.”

Mamdani bir seçim mitinginde şu ifadeyi kullandı: “Andrew Cuomo'nun MAGA (Amerika'yı Yeniden Büyük Yap) hareketi tarafından benimsemesi, Trump'ın Cuomo'nun New York ve halkı için değil, Donald Trump ve yönetimi için en iyi belediye başkanı olacağını fark ettiğinin bir göstergesidir.”

Cumhuriyetçiler, Mamdani'nin zaferinin Demokrat Parti'nin solcu aşırılıkçılığa kayması anlamına geleceğini söylerken, Trump ise kazanması halinde şehre federal fonları kesebileceği uyarısında bulundu.


ABD Ulusal İstihbarat Direktörü: Gazze'deki ateşkesi izlemek zor bir görev

ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard (Reuters)
ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard (Reuters)
TT

ABD Ulusal İstihbarat Direktörü: Gazze'deki ateşkesi izlemek zor bir görev

ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard (Reuters)
ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard (Reuters)

ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard dün yaptığı açıklamada, Gazze Şeridi'ndeki ateşkesi denetlemenin daha fazla iletişim, koordinasyon ve şeffaflık gerektiren zor bir görev olduğunu söyledi.

Gabbard, Gazze'deki ateşkesi izlemekle görevli Sivil-Askeri Koordinasyon Merkezi'ne yaptığı sürpriz ziyaretin ardından Fox News'e verdiği demeçte, “Yıllar sonra ilk kez, sadece İsrail'de değil, tüm Ortadoğu'da gerçek bir umut var” dedi. Gabbard, Fox News'e ortak koordinasyon merkezi hakkında şunları söyledi: “Bu merkez, ülkeler ortak çıkarlar için birleştiğinde neler olabileceğinin canlı bir örneği ve gelecek nesillere fayda sağlayacak kalıcı barışın potansiyel etkisini gösteriyor.”

Gabbard'ın ABD kontrolündeki merkeze yaptığı ziyaret, ABD güçlerinin Gazze Şeridi'ndeki ateşkes anlaşmasının ikinci aşamasını planlamak ve uygulamak için çalıştığı bir dönemde gerçekleşti.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İsrail’in tahminlerine göre Refah tünellerinde mahsur kalan yaklaşık 200 silahlı Hamas mensubuna, Gazze Şeridi’nden uzaklaştırılmaları şartıyla güvenli çıkış izni verilmesine ilkesel olarak onay vermişti. Ancak bu karar, bakanlar, iktidar koalisyonu ve muhalefet tarafından topluca reddedildi. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, Netanyahu’nun kararını ‘güvenlik açısından bir aptallık’ olarak nitelendirdi.

Amerikalı, Mısırlı ve Katarlı arabulucular Netanyahu'ya geri adım atmaması için baskı yapmaya çalışıyor ve Hamas üyelerinin serbest bırakılmasının Başkan Donald Trump'ın planının başarıya ulaşması için önemli bir adım olacağını, böylece ilk aşamanın başarıyla tamamlanıp ikinci aşamanın ertesi gün başlayabileceğini vurguluyor.

Ancak Tel Aviv'deki öfkeli tepkilere yanıt olarak, İsrail hükümetinden bir siyasi kaynak, arabulucuların talebinin onaylandığını reddetti.

İsrail Kanal 12 televizyonu, üst düzey ordu yetkililerinin, Genelkurmay Başkanı Eyal Zamir'in tutumunun ‘açık ve kararlı’ olduğunu, “Tüm bu teröristler ortadan kaldırılmalıdır” dediğini aktardı.

İsrail Kamu Yayın Kuruluşu KAN, İsrail ordusunun, Netanyahu’nun onayıyla, sarı hat bölgesindeki tünellerde mahsur kalan Hamas mensuplarının, kendilerine zarar verilmeden Gazze Şeridi’ndeki üslerine dönmelerine izin vermeyi planladığını ortaya çıkardı. Ancak bunun şartı, yanlarında hiçbir silah taşımamalarıydı.


Washington, Gazze'ye iki yıl süreyle uluslararası güç konuşlandırılması için BM Güvenlik Konseyi'ne karar taslağı sundu

Arama kurtarma ekipleri Gazze Şeridi'nin doğusundaki enkaz yığınları arasında İsrailli rehinelerin cesetlerini ararken yakınlarında nöbet tutan bir Kassam Tugayları üyesi (EPA)
Arama kurtarma ekipleri Gazze Şeridi'nin doğusundaki enkaz yığınları arasında İsrailli rehinelerin cesetlerini ararken yakınlarında nöbet tutan bir Kassam Tugayları üyesi (EPA)
TT

Washington, Gazze'ye iki yıl süreyle uluslararası güç konuşlandırılması için BM Güvenlik Konseyi'ne karar taslağı sundu

Arama kurtarma ekipleri Gazze Şeridi'nin doğusundaki enkaz yığınları arasında İsrailli rehinelerin cesetlerini ararken yakınlarında nöbet tutan bir Kassam Tugayları üyesi (EPA)
Arama kurtarma ekipleri Gazze Şeridi'nin doğusundaki enkaz yığınları arasında İsrailli rehinelerin cesetlerini ararken yakınlarında nöbet tutan bir Kassam Tugayları üyesi (EPA)

ABD dün, Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi'nin bir dizi üyesine, Gazze Şeridi'nde en az iki yıl süreyle uluslararası güç oluşturulmasına yönelik bir karar taslağı gönderdi.

Şarku’l Avsat’ın Axios internet sitesinden aktardığına göre karar taslağı, ABD ve diğer katılımcı ülkelere 2027 sonuna kadar Gazze Şeridi'ni yönetme ve güvenliği sağlama konusunda geniş yetkiler verecek ve bu sürenin daha sonra uzatılması da mümkün olacak.

Axios'a konuşan bir ABD yetkilisine göre karar taslağı, ocak ayına kadar Gazze Şeridi'ne ilk birliklerin konuşlandırılması amacıyla önümüzdeki günlerde BM Güvenlik Konseyi üyeleri arasında yapılacak müzakerelerin temelini oluşturacak.

ABD yetkilisi, uluslararası güvenlik gücünün ‘barış gücü değil, yaptırım gücü’ olacağını doğruladı.

Güç, katılımcı ülkelerden askerleri içerecek ve ABD Başkanı Donald Trump'ın başkanlık edeceğini açıkladığı barış konseyi ile istişare edilerek oluşturulacak.

Karar taslağı ayrıca, barış konseyinin en azından 2027 sonuna kadar görevde kalmasını öngörüyor.

Taslağa göre, uluslararası güvenlik gücü Gazze'nin İsrail ve Mısır sınırlarının güvenliğini sağlamak, sivilleri ve insani yardım koridorlarını korumak ve bu göreve katılacak yeni bir Filistin polis gücünü eğitmekle görevlendirilecek.

Taslakta ayrıca uluslararası gücün, Gazze’de güvenlik ortamının istikrarına katkıda bulunacağı; Gazze Şeridi’nde silahsızlandırma sürecini garanti altına alarak, askeri, terörist ve taarruz amaçlı altyapıların tahrip edilmesi ve bunların yeniden inşasının engellenmesi ile birlikte devlet dışı silahlı grupların silahlarının kalıcı olarak toplanması da dâhil olmak üzere rol oynayacağı belirtiliyor.

Karar taslağı ayrıca, uluslararası gücün ‘İsrail'in Gazze'nin diğer bölgelerinden kademeli olarak çekileceği ve Filistin Yönetimi'nin Gazze Şeridi'ni uzun vadede kontrol etmesini sağlayacak reformları gerçekleştireceği bir geçiş döneminde Gazze Şeridi'nde güvenliği sağlamayı amaçladığını’ belirtiyor.

Karar taslağı, gücün kurulması ve faaliyetlerinin ‘Mısır ve İsrail ile yakın istişare ve iş birliği içinde’ yürütüleceğini ve gücün ‘uluslararası hukuk, uluslararası insani hukuk dahil olmak üzere, görevlerini yerine getirmek için gerekli tüm önlemleri alma’ yetkisine sahip olacağını vurguluyor.

Taslak, ‘geçici yönetim organı’ sıfatıyla barış konseyinin, Gazze Şeridi’nin yeniden inşası için öncelikleri belirlemesine ve finansman toplamasına imkân tanınmasını da öngörüyor. Bu düzenleme, Filistin Yönetimi’nin reform programını başarıyla tamamlamasının ardından, barış konseyinin onayına tabi olacak şekilde planlanıyor.

Buna ek olarak barış konseyi, Gazze Şeridi'ndeki kamu hizmetleri ve idarenin günlük faaliyetlerini yönetmekten sorumlu olacak, yetkin Filistinlilerden oluşan, siyasi olmayan bir Filistin teknokratik komitesini denetleyecek ve destekleyecek.

ABD yetkilisi, barış konseyinin teknokratik komite kurulmadan önce çalışmalarına başlamasını beklediğini söyledi.

Taslakta ayrıca, BM, Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) ve Kızılay dahil olmak üzere barış konseyi ile çalışan kuruluşların yardımların ulaştırılmasından sorumlu olacağı belirtiliyor. Yardımları kötüye kullanan kuruluşlar ise yasaklanacak.