İnsani başarıya ulaşmış küreselleşme

Toplumsal boyutu dikkate alınmadan kârlılığı ön plana çıkarsa da küreselleşme süreci daha bitmedi

Bazı çevreler, küreselleşmenin büyük kapitalist ülkeler tarafından yönlendirildiğini ve yönetildiğini düşünüyor (Reuters)
Bazı çevreler, küreselleşmenin büyük kapitalist ülkeler tarafından yönlendirildiğini ve yönetildiğini düşünüyor (Reuters)
TT

İnsani başarıya ulaşmış küreselleşme

Bazı çevreler, küreselleşmenin büyük kapitalist ülkeler tarafından yönlendirildiğini ve yönetildiğini düşünüyor (Reuters)
Bazı çevreler, küreselleşmenin büyük kapitalist ülkeler tarafından yönlendirildiğini ve yönetildiğini düşünüyor (Reuters)

Nebil Fehmi

‘Küreselleşme’ olarak adlandırılan teori ve uygulamalar, Soğuk Savaş’ın sona ermesi, Batılı ülkelerin kapitalist eğilimlerinin hegemonyasının artması ve piyasa ekonomisinin kıtalara ve denizlere yayılmasıyla birlikte son otuz yıl içinde yaygın hale geldi. Bu uygulamalar, özellikle Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve daha sonra Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi ekonomi ve ticaret kurumları olan Bretton Woods kurumlarının çatısı altında hayata geçirildi.

Küreselleşmenin merkezinde, ürünlerin pazarlara karşılaşabilecekleri en az engelle taşınması, böylece ekonomik çarkın dönmesi ve yüksek verimlilik sağlanarak kar ve kazanç elde edilmesi şartıyla ekonomik sistemin güvence altına alınmasına ve hammaddeler, ürünler ve gıda tedarik zincirlerine öncelik verilerek pazarların birbirine entegre edilmesini öngören bir Batı felsefesi yer alıyor. Yüksek verimlilikle hammaddeyi en iyi fiyata elde edip, farklı kalitelerde, en düşük maliyetle üretilmesi ve daha sonra bunları uygun ve cazip fiyatlarla pazarlara sürerek daha fazla kar elde edilmesi amaçlanıyor. Böylece küreselleşmenin kâr elde etmeye yönelik iki temel unsuru olan ‘entegrasyon ve ekonomik verimlilik’ sağlanıyor. Batılı birçok ülke, siyasi sorunlar ne kadar ciddi olursa olsun, ekonomi çarkını döndürmeye devam etmek için siyaseti, ekonomiyi ve ticareti birbirinden ayırarak küreselleşmeyi ve pazar ekonomilerini destekleme çağrısında bulundu.

Başta gelişmekte olan ülkelerde ya da bir başka deyişle Güney ülkelerinde bazı çevreler, küreselleşmenin büyük ekonomilerin ve şirketlerin çıkarlarını sağlamak amacıyla büyük kapitalist ekonomilere sahip ülkeler tarafından yönlendirildiğini ve yönetildiğini düşünüyorlar. Küreselleşme, büyük ve güçlü kuruluşların kaynak elde ederek ve ürünleri küresel olarak pazarlayarak küreselleşmeden çıkar sağlayabilmeleri nedeniyle daha kolay bir deneyimdi.  Küreselleşmeyle yalnızca büyük ekonomilere sahip ülkelerin ilgilendiğini ya da diğer ülkelerin bundan faydalanmadığını iddia edenler yanılıyorlar.

Örneğin Hindistan ekonomisi 1980 ile 1990 yılları arasında yüzde 3,5 oranında büyüme kaydederken teknolojiye ulaşma, işsizliği oranlarını azaltma, yenilikçilik ruhunu güçlendirme, insanların hayat şartlarını iyileştirme, yeni pazarlara açılma ve yeni başarıların teşvik edilmesi sayesinde bu oran 2002 ile 2012 yılları arasında yüzde 7,7'ye çıktı. Bu oran yabancı yatırımların artması sonucunda ise 2005 ile 2008 yılları arasında yüzde 9,5'e kadar yükselmişti. Öyle ki birçok kişi, zengin ve gelişmiş sanayi ülkeleriyle karşılaştırıldığında küreselleşmeden en çok yararlanan ülkenin Hindistan olduğunu düşünüyor.

Pazar ekonomisinin dışında kalan ya da bu konuda fazla hevesli olmayan ülkeler, küreselleşme sürecinden yararlandı. Çünkü bu ülkeler, küreselleşme karşıtı bir tutum sergilemeyip, risklerden korunarak ekonomisini kısmen ya da kademeli olarak fayda sağlamaya yönlendirdiler. Diğer bir örnek olarak şirketlerinin karlılığını, performans verimliliğini, özelleştirilmesini ve kurumsallaşmasını benimseyen Çin'i gösterebiliriz. Çin, devlet mülkiyetindekiler de dahil olmak üzere özel sektörü ekonomi alanlarında teşvik ederek ve pazarlarını kontrollü olarak dünyaya açarak ekonomi bakımından Japonya ve Almanya’yı geçtikten sonra ABD ile rekabet eden bir ülke hale gelmesini sağlayan yüksek büyüme oranları kaydetti.

Öte yandan Çin'in ve Asya ile Latin Amerika'daki birçok ülkenin kaydettiği yüksek büyüme oranları çerçevesinde ülkeler arasında ekonomi açısından farklılıkların azaldığını öne sürerek küreselleşme çağında gelişmekte olan ülkelerin (Güney ülkeleri) sanayileşmiş ülkelere kıyasla daha fazla fayda sağladığını savunanlar da var.  Birleşmiş Milletler’in (BM), yoksulluğu yüzde 50 oranında azaltma hedefine 2010 yılında (hedeflenen tarihten beş yıl önce) ulaşılırken 2050 yılında Afrika dışında yoksulluğun küresel olarak tamamen bitmesi bekleniyor.

Bense küreselleşmenin ekonomik büyümeye yardımcı olduğu ve dolayısıyla ülkelerin ve toplumların büyük çoğunluğuna fayda sağladığına, ancak saf kârlılığın, özellikle sosyal boyutlar dikkate alınmaksızın yalnızca ekonomik oranlara göre tahmin edildiğine inanıyorum.

Şirketlerin ekonomi ve ticaret bakımından değerlendirilmesi kazançla (finansal getiri) bağlantılı olduğundan rekabete ayak uyduramayanların içinde bulunduğu zor koşullara yeterince dikkat edilmiyor. Bu aynı zamanda son dönemde hayat standardını yükseltmek ve dolayısıyla piyasaları desteklemek amacıyla giderek daha fazla ilgi görmeye başlayan bir konu olduğundan önde gelen kapitalist iktisatçıların Dünya Bankası’nda reform yapılmasına ve kalkınmanın desteklenmesinde daha aktif hale getirilmesine yönelik önlemler talep etmesine neden oldu.

Batılı önde gelen ekonomistlerin, sosyalist ya da merkezi ekonomilerin zaferi ya da gelişmekte olan ülkelerin kaygısı nedeniyle değil birbiriyle alakasız iki mesele nedeniyle geleneksel küreselleşme çağının sona erdiğini sık sık dile getirmeleri oldukça çarpıcı ve dikkat çekici. Söz konusu meselelerin birincisi koronavirüs (Kovid-19) salgını, diğeri ise Ukrayna krizidir. Bu iki mesele, en düşük maliyetle ve yalnızca küreselleşme ve piyasaların birbirine entegre edilmesi sonucunda daha verimli ekonomik performans elde etme çabasında temel bir eksikliği gözler önüne serdi.

İlaç üretiminde kullanılan hammaddeler dünyanın dört bir yanına dağıldığı ve milli kapasitelerin yeterli olmadığı ortaya çıktıktan sonra hastalık için geliştirilen aşıları kontrol altına almaya çalışan tecritçi ve milliyetçi hareketlere tanık olduk. Salgın sırasında yaşanan ulaşım sorunları, Ukrayna ile ilgili kutuplaşma ve gelişmiş elektronik çiplerin temininde karşılaşılan zorluklar ve gıda fiyatlarındaki yükseliş nedeniyle ürün tedarik zincirleri de sekteye uğradı. Rusya ile ticaret ve ekonomi alanlarında iş birliği yapanlara siyasi yaptırımlar uygulandı, küresel ekonomi küçüldü ve özellikle ticaret açığı veren ülkelerde enflasyon oranları yükseldi.

Bahsi geçen ekonomistler, ‘ülke sınırları dışındaki imalatta ekonomik verimliliğe ve artan ilgiye’ öncelik vermek yerine ‘ulusal ve öz-ekonomik’ dayanıklılığa, esnekliğe ve sağlamlığa geri dönmenin ya da bir başka deyişle beklenmedik zorluklara dayanma ve üretim zincirlerini güvence altına alma kabiliyeti kazanmanın önemini vurguladılar. Hatta bazıları dünyanın ‘parçalı küreselleşmeye’ doğru ilerlediğini dahi savundu. Bu da mümkün olduğunca ‘birbiriyle benzer ve dostane’ görüşlere sahip ülkeler arasında uluslararası kaynaklar ve seçenekler elde edilmesini yanı sıra ihtiyaçların stratejik bir değerlendirmesinin yapılması ve komşu bölgelerde artan stoklarla daha büyük bir hammadde rezervi edinmek demektir.

Tüm bu olasılıklarda siyaset, ekonomi ve piyasalar arasında yerel, bölgesel ve uluslararası düzeyde belli bir düzeyde örtüşme söz konusu. Daha doğrusu bu örtüşme, Batı ülkelerinde ve özellikle ulusal merkez bankaları aracılığıyla mevcuttu. Bunun yanında sık sık diğer ülkelere ekonomik yaptırımlar uygulamaya başvurulması da bunda etkili oldu. Ukrayna krizi, Batı ülkelerinin bazı malları sübvanse etmek, vatandaşlarını memnun etmek ve dış politikalara verdileri desteği güvence altına almak amacıyla müdahalede bulunan piyasa ekonomilerini benimsemelerinin bir örneğiyken Rusya ile yaşanan gerilim ve Batı-Çin çekişmesiyle başa çıkmak ve Çin’e teknoloji transferini ve ürünlerinin sürüldüğü açık pazarları kısıtlamaya çalışmak için müdahalede bulunmaları siyaset ile ekonomiyi birbirine karıştırmalarının bir başka örneğidir.

Küreselleşmenin, özellikle de ekonomik büyüme oranlarının artmasında çok faydalı olduğunu düşünenlerden biriyim ve toplumsal boyutu hesaba katmadan kârlılığa dayanan ve buna öncelik veren herhangi bir sistemin yansımalarını tam olarak anlıyor ve takdir ediyorum. Öte yandan küreselleşme döneminin bittiği söylemlerine katılmıyorum. Geriye dönüş yok, değişmek, gelişmek çok doğal bir şey ve ben bunu istiyorum. En iyi küreselleşme herkesi kapsayan, kapsamlı ekonomik ve sosyal bir yaklaşımdır. Bir bireyin, ekonomik kurumun veya belirli bir ülkenin kârlılığına ağırlık vermenin yararlı değil, aksine uzun vadede zararlı olduğuna inanıyorum.

Daha önce ilişkilerin ve dostlukların düzeyi ne olursa olsun, herhangi bir kişiye, kuruluşa ya da ülkeye çok fazla güvenmekten kaçınmak gerektiği konusunda çok şey yazdım ve belirttim. Çünkü en iyi arkadaşlar ya da aile fertleri arasında bile önceliklerin farklılaştığını görmek son derece doğal.

Fırsatların ve seçeneklerin çoğaltılması için herhangi bir kararın ulusal, bölgesel ve uluslararası hesaplara, yeteneklere ve değerlendirmelere yüzde 30 oranında dayanması gerektiğini kategorik olarak önerdiğimden meşru olan çerçeve içinde kaldıkları ve tekelci politikalardan kaçındıkları sürece ekonomik kaynakları ve bileşenleri stratejik olarak güvence altına almaya yönelik girişimlerle ilgilenmiyorum.

Fakat ekonomik blokların bazı şirketler ya da ülkeler arasında anormal bir şekilde çoğalmasına, hammadde tedarikini kontrol etme, bunları kimin alacağını belirlemenin yanı sıra haksız ya da adaletsiz bir şekilde başkalarının pahasına fiyatlarını kendi çıkarlarına göre kontrol etme arzusunu yansıtan girişimlere ve uygulamalara karşı açık ve güçlü bir uyarıda bulunmak istiyorum. Çünkü tekelci uygulamalar her türlü ekonomik sistemi çökertiyor, meşru rekabeti engelliyor, ticareti ve ekonomiyi siyasileştiriyor ve onlarca yıldır acısını çektiğimiz başarısız siyasi kutuplaşmanın yanı sıra ölümcül ekonomik kutuplaşmalara yol açıyor.

Gelişmekte olan ülkeler ile küçük ve orta ölçekli ekonomik kuruluşların, karşılaştıkları sorunların ve zorlukların daha da ağırlaşmaması için bu konuların dikkatli bir şekilde takip edilmesi gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomik tedarik ve üretim zincirinde daha önde ve daha önemli bir rol oynamasını sağlamak için Dünya Bankası ile uluslararası ve bölgesel finans kuruluşlarından ulusal, bölgesel ve uluslararası katkılar arasında dengeyi sağlamak için sadece hammadde ve ucuz işgücü sağlamanın ötesine geçecek şekilde ciddi ve iddialı programlar sunulması istenmeli. Sürdürülebilir, kalkınmaya dayalı ve başarılı bir uluslararası ekonomik sistem için tüm bunların olması gerekiyor.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Tom Barrack ve Arabistanlı Lawrence

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

Tom Barrack ve Arabistanlı Lawrence

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

İbrahim Hamidi

ABD Başkanı Donald Trump'ın Türkiye Büyükelçisi ve Suriye- Lübnan Özel Temsilcisi Tom Barrack, her açıklaması veya tweeti ile tartışma yaratıyor. Sözleri, Ortadoğu'ya yabancı bir Amerikan sözlüğünden geliyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Sykes-Picot Anlaşması ile çizilen sınırları ve Batı'nın “(Ortadoğu'da) haritalar dayatmasını ve sınırları kurşun kalemle çizmesini” sert bir şekilde eleştirdi.

Tom Barrack, “Batı’nın müdahale dönemi sonsuza dek sona erdi. Gelecek, bölgenin kendi üreteceği çözümlerindir” dedi. Ayrıca, “giriştiğimiz beş savaşın” başarısızlıklarının ardından gelen “rejim değişikliği” ve “ulus inşası” politikalarını da tenkit etti.

Barrack, Suriye Emeviliğine ve Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'ya olan hayranlığını dile getirerek, onu bağımsızlık için 12 yıl mücadele eden ABD'nin kurucu başkanı George Washington'a benzetti. Ayrıca, ABD'nin terörle mücadeledeki müttefiki olan Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) hedef aldı. Lübnanlıları, hemen harekete geçmezlerse “varoluşsal bir tehdit” ile karşı karşıya kalacakları, Bilad-ı Şam haritasına geri dönme kaderini yaşayacakları konusunda uyardı. Ayrıca, Lübnan’ın “Büyük Suriye” haritasına dahil olduğuna dolaylı olarak işaret etti.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Barrack, her açıklamanın ardından ilk açıklamasını düzelten bir açıklama yayınlıyor. Ancak, Trump'ın Temsilcisi’nin Ortadoğu'daki kilit ülkeler hakkındaki bu açıklamalarının önemini küçümsemek hata olur. Bunu vurgulamak için de açıklamalarına eşlik eden gelişmelere ve açıklamalara dikkat çekmek gerekiyor.

Öncelikle, Başkan Trump, 13 Mayıs'ta Riyad'da yaptığı “Başkan Trump'ın Ortadoğu'da Müreffeh Bir Gelecek Vizyonu” başlıklı açılış konuşmasında Ortadoğu vizyonunu bizzat ortaya koydu. “Devlet inşacıları diye adlandırılanlar, inşa ettiklerinden çok daha fazla devleti yok ettiler” dedi. Ardından “Amerikalılar Irak ve Afganistan'da trilyonlarca dolar harcadılar, ancak hiçbir işe yaramadı. ABD, bu iki ülkeden geri çekildi ve başarısız oldu çünkü Amerikalı ‘müdahaleciler’ anlamadıkları toplumlara müdahale ettiler ve nasıl yaşanacağına dair dersler verdiler” diye ekledi.

Öte yandan, bölgenin ve liderlerinin ürettiği çözümleri övdü ve “modern Ortadoğu'nun doğuşunun bölge halklarının kendi elleriyle gerçekleştiğini” ve bunun “büyük bir dönüşüme” yol açtığını söyledi. Trump, “geçmişi” olan Suriye Cumhurbaşkanı Şara'ya da övgüler yağdırdı ve ardından “Suriye'ye bir şans” vermek için ona ve Heyet Tahrir eş-Şam'a yönelik yaptırımları kaldırdı.

Trump'ın Türkiye Büyükelçisi Barrack'ı Suriye ve Lübnan Özel Temsilcisi olarak ataması, Ankara'nın bir zamanlar Amerika'nın "Arabistanlı Lawrence'ı" olarak adlandırdığı Brett McGurk'ün politikalarına karşı büyük bir darbe

İkincisi, Trump'ın İran, Gazze ve Ukrayna Özel Temsilcisi Steve Witkoff gibi Barrack da Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinden ve Amerikan kurumlarından çok uzak ve Başkan Trump ile doğrudan dostluğu olan bir iş adamı. Ortadoğu'daki önemli meselelerdeki rolü artarken, Dışişleri Bakanlığı'nda müzakere ve diplomasi deneyimine sahip üst düzey yetkililerin atamaları ya ertelendi (örneğin, Dışişleri Bakan Yardımcısının yardımcısı olarak göreve başlaması planlanan Joel Rayburn) ya da Dışişleri Bakanı Marco Rubio tarafından uygulanan “kapsamlı reform planı” kapsamında Dışişleri Bakanlığı'ndan uzaklaştırıldılar.

Üçüncüsü, Barrack'ın nerede ikamet ettiğinin büyük bir önemi var, çünkü kendisi Trump'ın Türkiye Büyükelçisi. Ankara, eski Beyaz Saray Ortadoğu yetkilisi Brett McGurk ile ciddi bir sorun yaşıyordu. McGurk'ü Amerika’nın “Arabistanlı Lawrence’ı” olarak adlandırıyordu. Bununla, McGurk'ün, geçen yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Arap isyanını destekleyen İngiliz Arabistanlı Lawrence’a benzer şekilde, Doğu Suriye'de kendisine karşı bir Kürt oluşumu kurarak Ortadoğu haritasını yeniden çizmek istediğini kastediyordu.

Dolayısıyla, Trump'ın Türkiye'ye elçi olarak Barrack'ı ataması, McGurk'ün politikalarına karşı büyük bir darbe anlamına geliyor. Barrack'ın Suriye, Kürtler, Lübnan, haritalar ve Sykes-Picot Anlaşması hakkındaki açıklamalarında da bu açıkça görülüyor. Barrack'ın sözlerinin önemini pekiştiren, Trump'ın bizzat kendisinin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın “dostu” olduğunu defalarca açıkça söylemiş olması. Hatta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'yu, Erdoğan ile askeri çatışma yerine Suriye konusunda bir anlaşmaya varmaya da teşvik etmişti.

Dördüncüsü, ABD'nin son on yıllarda Ortadoğu'daki politikaları, işlevsel olarak muhatap olduğu her rejimin hassasiyetlerini ve değerlendirmelerini dikkate alan birçok örtük, dile getirilmemiş mutabakat içeriyordu. Örneğin, Suriye güçlerinin 1976'da Amerikan onayıyla Lübnan'a girdiği tartışmasızdır. Hafız Esed, Çöl Fırtınası Harekâtı'na katılımı ve İsrail ile müzakereler karşılığında ABD’den yeşil ışık aldıktan sonra, 1990'da Mişel Avn isyanını bastırdı. Aynı durum, Filistin Kurtuluş Örgütü ve lideri Yaser Arafat'ın 1982'de Lübnan'dan sınır dışı edilmesi için de geçerliydi.

Bu mutabakatların sırları çekmecelerde ve söylemsel değerlendirmelerde saklı kaldı. Daha sonra al-Majalla’da, Suriye'nin 2005'te ordusunun çekilmesiyle vesayet döneminin sona ermesinden önce Lübnan'daki birçok eyleminin Amerikan onayıyla desteklendiğine dair bir dizi gizli Suriye belgesi yayınlayacağız.

Barrack'ın sözleri, Lübnan, Suriye ve Sykes-Picot Anlaşması doğmadan önce Osmanlı, Bilad-ı Şam ve Büyük Suriye’nin eyaletlerinden biri olan Zahle’den göç etmeden önce atalarının anlattığı hikâyelere duyulan bir özlem değil. Trump'ın ikinci döneminde söylenmiş olmaları, onlara daha fazla ağırlık kazandırıyor. Bunlar en azından boş veya tesadüfü sözler değil, aksine Beyaz Saray koridorlarındaki ciddi düşünceleri yansıtıyor. Çoğu, üst düzey liderler arasında kapalı kapılar ardında da söylenmiş olabilir. Ancak, gerçekleşmesi dengelere bağlı ve başarılı olması başka bir konu, çünkü birçok Amerikan macerası amaçlanandan farklı bir şekilde sona erdi. Trump yönetiminin hızlı sonuç almak istemesi ve görüşlerini desteklemek için uzun süreli bir askeri müdahaleye yanaşmaması, Barrack'ın tweetlerini tehlikeli ve rahatsız edici kılıyor ve etkileri sosyal medya platformlarının ötesine uzanıyor.