Fransa’nın Afrika hikâyesi

Uluslararası güçlerin Afrika’daki güç mücadelesi Kıta’da kendini gerek sosyal olaylar gerekse darbeler sırasında belirgin bir şekilde gösteriyor. (AP)
Uluslararası güçlerin Afrika’daki güç mücadelesi Kıta’da kendini gerek sosyal olaylar gerekse darbeler sırasında belirgin bir şekilde gösteriyor. (AP)
TT

Fransa’nın Afrika hikâyesi

Uluslararası güçlerin Afrika’daki güç mücadelesi Kıta’da kendini gerek sosyal olaylar gerekse darbeler sırasında belirgin bir şekilde gösteriyor. (AP)
Uluslararası güçlerin Afrika’daki güç mücadelesi Kıta’da kendini gerek sosyal olaylar gerekse darbeler sırasında belirgin bir şekilde gösteriyor. (AP)

Remzi İzzeddin Remzi

Hangi biçimde ortaya çıkarsa çıksın, her imparatorluğun sona erdiği bir nokta vardır. Bu süreç genellikle uzun vadelidir ve çeşitli gelişmelerle karakterize edilir. Bunlardan bazıları açıkça görülebilir, bazıları ise daha incelikli ve anlaşılması güçtür. Ancak imparatorluğun çöküşünün kabul edildiği son ve yadsınamaz an genellikle belirli bir olayla bağlantılıdır. Modern dünyada geleneksel bir imparatorluğun belki de en göze çarpan örneği, sonunun en önemli anı 1956 Süveyş Krizi olan Britanya İmparatorluğu'dur.

Britanya'nın 20’inci yüzyılın başlarından bu yana emperyal statüsünü kademeli olarak terk ettiği doğrudur ancak Süveyş Krizi, ortaya çıkan iki süper güç olan ABD ve Sovyetler Birliği ile karşılaştırıldığında, onun çöküşünü daha az önemli kıldı. Süveyş Krizi’nden sonra Afrika'daki İngiliz kolonilerinin çoğu çöktü ve beş yıl içinde bağımsızlığa yönelik milliyetçi eğilimler yükseldi. Britanya İmparatorluğu'nun elinde Körfez'in yalnızca birkaç bölgesi kaldı.

İkinci en etkili modern imparatorluk olan Fransa'nın sonu ise daha az netti. Çünkü Fransız İmparatorluğu'nun sonunu işaret eden belirli bir olay yoktu. Bununla birlikte, çöküşünün başlangıcının 1954 yılında Vietnam'daki Dien Bien Phu Muharebesi'ne dayandığı yönünde bir fikir birliği var. Fransa'nın Mısır'ın işgaline katılan üç ülkeden biri olduğu Süveyş Krizi, Afrika'daki Fransız sömürge hakimiyetinin çöküşünü hızlandırdı ve esas olarak 1962'de Cezayir'in zorlukla kazanılan bağımsızlığıyla sona erdi. Cibuti ve Komorlar da 1970'lerde aynı yolu izledi. Fransa'nın, Polinezya ve Karayipler'de, Fransız devleti içindeki çeşitli düzenlemeler uyarınca ‘France d'outre-mer’ (Fransa Denizaşırı Bölgeler Topluluğu) olarak sınıflandırdığı yalnızca 13 kolonisi kaldı.

Britanya ve Fransa'nın sömürgelerini yönetme biçimleri arasında farklar vardır. Zira İngiliz sömürge politikası dolaylı yönetime dayanırken ve Afrika ülkelerine kaderlerini şekillendirmede daha fazla özerklik verirken, Fransa'nın eski sömürgeleriyle baş etme biçimi farklı bir yol izler. Paris, sömürgeci ‘uygarlaştırma misyonunu’ (yerli halkları uygarlaştırmayı), karmaşık bir ekonomik, askeri, politik ve kültürel mekanizmalar ağı aracılığıyla, onlarca yıl boyunca Fransızca konuşulan Afrika üzerinde hâkim konumunu sürdürmesine olanak tanıyan yenilikçi düzenlemelere dönüştürmeyi başardı. Bu düzenlemeler, 1973 yılında Fildişi Sahili Devlet Başkanı Felix Houphouet Boigny ile ortaklaşa oluşturulan siyasi bir girişim olan Françafrique ile doruğa ulaştı. Pratik açıdan bu, Fransa'nın ekonomik çıkarlarını her şeyin üstünde tuttuğu ve bu çıkarları koruyan herhangi bir rejimi desteklemekten çekinmediği anlamına geliyordu.

İkinci en etkili modern imparatorluk olan Fransa'nın sonu daha az netti. Çünkü Fransız İmparatorluğu'nun sonunu işaret eden belirli bir olay yoktu. Bununla birlikte, çöküşünün başlangıcının 1954 yılında Vietnam'daki Dien Bien Phu Muharebesi'ne dayandığı yönünde bir fikir birliği var.

Fransa'nın eski Afrika kolonileriyle ilişkilerinin belki de en göze çarpan örneği, Fransızca konuşulan Batı Afrika için ortak para birimi olan ve çoğunlukla CFA frangı olarak kısaltılan Afrika Finansal Topluluğu Frangı'nın (Communauté Financière Africaine) kurulmasıdır. Bu para birimi sistemi, Afrika merkez bankalarının döviz rezervlerinin büyük bir kısmını Fransız hazinesine yatırmasını gerektiriyor ve bu da Fransa'ya eski Afrika kolonilerinin para politikaları üzerinde önemli bir kontrol sağlıyor.

Ayrıca Fransa, birçok Afrika ülkesiyle savunma ve askeri iş birliği anlaşmaları yoluyla da askeri varlığını sürdürdü. Bazıları Fransa'ya hammaddeyi diğer ülkelerden önce satın alma hakkı, Afrika ülkelerinin toprak bütünlüğünü garanti etme ve kuvvet konuşlandırma hakları karşılığında askeri eğitim sağlama konusunda geniş bir yetki verdi. Bu da Fransa’ya dış tehditler veya ‘iç karışıklıklar’ karşısında askeri müdahalede bulunma zorunluluğu getirdi. Bu düzenleme, Fransa'ya dost hükümetlerin iktidarda kalmasını sağladı.

xscd
Nijer askeri cuntasının liderleri ve destekçileri darbeden bir ay sonra, 26 Ağustos 2023'te başkent Niamey'deki Fransız büyükelçisinin sınır dışı edilmesi talebiyle toplandı. (Reuters)

Aslında Fransa, 1997 ile 2002 yılları arasında 44 bin 500 kişilik Hızlı Eylem Gücü aracılığıyla Afrika'da otuz üç operasyon gerçekleştirdi. Bunlardan on tanesi Birleşmiş Milletler'in talimatıyla ya da onun himayesi altında gerçekleştirildi.

Fransa son olarak, kapsamlı kültür ve eğitim programları aracılığıyla kültürel mirasını korumaya yönelik önemli yatırımlar yaptı. Eski sömürgeleriyle yaptığı ikili anlaşmaların yanı sıra, Afrika ile ilişkilerini güçlendirmek amacıyla 1970 yılında Frankofon formülü gibi çok taraflı mekanizmalar da kurdu.

Bu politikalar onlarca yıldır Fransa'nın çıkarlarına hizmet etti. 1960'larda, 1970'lerde ve 1980'lerde eski sömürgelerinden bazıları sosyalizmi benimseyip Sovyetler Birliği'ne meyletse bile Fransa, 1991 yılında Sovyetler Birliği çöktüğünde ayrıcalıklı konumunu yeniden kazanmasını sağlayacak düzeyde ilişkiler sürdürmeyi başardı.

Fransız İmparatorluğu’nun çöküşünün nedenleri

Ancak Aralık 1993 ile Nisan 1994 arasındaki yaklaşık beş aylık sürede Fransa, Afrika'da Fransız İmparatorluğu’nun çöküşünde önemli kilometre taşları sayılabilecek bir dizi olaya tanık oldu. İlk olarak Aralık 1993'te, Francofrique'in Afrika'daki ana destekçisi olan Fildişi Sahili Devlet Başkanı Felix Houphouet Boigny öldü. Ardından Ocak 1994'te CFA frangının değer kaybetmesi, Fransa ile Afrika arasındaki ekonomik ilişkilerin zayıflamasına neden oldu. Nisan 1994'te birçok Afrikalının Fransa'yı sorumlu tuttuğu Ruanda Soykırımı meydana geldi. Şarku’l Avsat’ın Al-Majalla’dan aktardığı analize göre Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, bu yıl Gabon'a yaptığı ziyarette, ülkesinin Afrika'daki günlerinin artık sona erdiğini ilan ederek, Fransa'nın Afrika'daki rolünün azaldığını kabul etti.

Fransa'nın Afrika politikasını ‘sıfırlaması’ gerektiği bir süredir açıktı. Ancak Macron 2017 yılında göreve gelene kadar bunu kabul etmeyi reddetti. Macron, Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra ortaya çıkan yeni gerçekleri yansıtabilmek için önceki politikaların güncellenmesinin gerekliliğini kabul ederek, Afrika'daki Fransız politikasını sıfırlamayı amaçladı.

Macron ilk döneminin başlarında, Fransa'nın sömürge mirasına hitap etmek için karşılıklı ortaklıklara dayalı daha gerçekçi bir politika tasarladı. Görünüşe göre bu, dış politikada diplomatik açıklığa yol açan bir başarıyı yansıtıyordu, ancak somut bir değişime ulaşmak her zaman kolay olmadı. Bunun nedeni, Fransız hükümeti içindeki bürokratik direniş ve Afrika toplumlarının Fransa'nın eski bir sömürge gücü olarak sahip olduğu olumsuz izlenimler de dahil olmak üzere çeşitli faktörlerden kaynaklanmaktaydı. Afrikalı liderlerin Fransa ile müzakere güçlerinden yararlanma yeteneklerine gösterebilecekleri yeterli ilgi, bazı dış güçlerin artan ilgisinin bir sonucu olarak azaldı.

Fransa, kapsamlı kültür ve eğitim programları aracılığıyla kültürel mirasını korumaya yönelik önemli yatırımlar yaptı. Eski sömürgeleriyle yaptığı ikili anlaşmaların yanı sıra, Afrika ile ilişkilerini güçlendirmek amacıyla 1970 yılında Frankofon formülü gibi çok taraflı mekanizmalar da kurdu.

Bununla birlikte Fransa'nın son beş yıldaki yaklaşımı Burkina Faso, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad, Mali gibi ülkelerde önemli miktarda askerî harekât kullanma kalıbına takılıp kaldı. Fransa'nın güvenlik odaklı yaklaşımı, Sahel bölgesinde süregelen siyasi ve sosyal dinamikleri göz ardı ediyor.

Bu yaklaşım aynı zamanda Fransa'nın Burkina Faso, Çad, Mali ve son zamanlarda Nijer ve Gabon gibi ülkelerin ordularının liderlerini darbe yoluyla devirmelerini engellemek için yeterli çabayı göstermesini de engelledi. BBC’nin yaptığı analize göre, 1990 yılından bu yana Afrika'da (Kuzey Afrika hariç) meydana gelen 27 darbenin yüzde 78'i Fransızca konuşulan ülkelerde gerçekleşti. Fransız politikası aynı zamanda siyasi tıkanıklığın ve istikrarsız güvenlik durumunun dinden ilham alan ahlaki ve sosyal sistemlere yönelik iç talebi nasıl körüklediğini ve bu yeni ahlaki otoritelerin oluşumunu hızlandırdığını da görmezden geldi. Bu aksilikler dikkatleri Fransız politikasının eksikliklerine çekti, ancak bunların gerçek değişimi teşvik etmek için yeterli olup olmadığı belli değil.

xsc
Fransız askerleri 9 Haziran 2021 tarihinde, Mali'deki askeri üslerinden ABD Hava Kuvvetleri'ne ait bir nakliye uçağıyla ayrıldı. (AP)

Sonuç olarak Fransa, Afrika'daki etkisinin azalmasını durduramadı ve başta Çin olmak üzere, Afrika'da nüfuz için rekabet eden birçok güç karşısında zemin kaybetmeye başladı.

Nijer'deki son darbe, Paris'in statüsünün ve etkisinin azaldığını doğrulamış gibi göründüğünden, Fransa'nın bugünkü konumu en zayıf noktasında olabilir. Artık ne yeni askeri rejim ne de Nijer halkı Fransa'nın yapabileceği hiçbir şeyi kabul etmeyecektir. Kabul edilebilir görünen arabulucular ABD, Cezayir ve bir dereceye kadar Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu’dur. (ECOWAS).

Süveyş krizi

Şimdi ortaya çıkan soru şu: Nijer'deki darbe Fransa için yeni bir Süveyş krizini mi temsil ediyor?

Fransız İmparatorluğu'nun zamanla yıprandığı doğrudur, ancak bazılarının yeni sömürge düzenlemeleri olarak tanımladığı şeyler sayesinde Fransa'nın Afrika'daki seçkin konumu devam etmiştir. Bu da eski Brezilya Devlet Başkanı Fernando Henrique Cardoso'nun deyimiyle, sömürge döneminde var olan merkez ile çevre arasındaki bağımlılığın devam etmesine yol açtı. Son üç yılda Fransa'nın Mali'den güçlerini çekmesi ve Fransa karşıtı bir dizi askeri hükümetin gelişini takip eden Nijer'deki gelişmeler, Fransa'nın önemli ölçüde varlığını koruyabildiği bir dönemin sonuna mı işaret ediyor? Başka bir deyişle Fransa’nın Afrika'daki nüfuzu azalıyor mu?

Belki de Nijer krizini Britanya'nın 1956 yılındaki Süveyş Krizi algısıyla özellikle alakalı kılan şey, ABD'nin aldığı tutumdur. ABD1956 yılında Mısır'a yönelik bir İngiliz – Fransız – İsrail saldırısının, Batı karşıtı Arap milliyetçiliğini daha da büyüteceğinden ve Ortadoğu'da Sovyet nüfuzuna kapıyı sonuna kadar açacağından endişe ediyordu. Bu nedenle ABD, İngiliz ya da Fransız müttefiklerinin Mısır'dan güçlerini çekmeye zorlayan askeri müdahalesine karşı bir tavır benimsedi. Süveyş Krizi’nde olduğu gibi İngiliz ve Fransız müttefiklerinden uzaklaşan Washington, şimdi Nijer'de Paris'ten farklı bir pozisyon aldı.

Fransız – Amerikan karşıtlığı

Fransa, ECOWAS'ın askeri müdahale tehdidini desteklerken, Washington, sivil yönetimi yeniden tesis etmek için Niamey'deki yeni askeri yöneticilerle müzakere yapmak üzere ikinci en üst düzey Dışişleri Bakanlığı yetkilisini gönderip krize barışçıl bir çözüm çağrısında bulundu.

Bu durum, Washington'ın çıkarlarının mutlaka Paris'in çıkarlarıyla örtüşmediğini açıkça doğruluyor. Washington'un başlıca çıkarları öncelikle Afrika'nın Sahel bölgesindeki terörle mücadele operasyonları için gerekli olan askeri üssünü korumak ve giderek büyük güç rekabetinin önemli bir arenası haline gelen Afrika'da ne Çin'in ne de Rusya'nın nüfuzlarını artırma fırsatına izin verilmemesidir. Eylül 2022'de yayınlanan en son ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne göre ortaya çıkan uluslararası düzeni oluşturan şey budur. Ayrıca Washington bu sefer Afrika'da sevilmeyen bir müttefikle ilişkilendirilmek istemiyor.

Sonuç olarak Washington, Nijer'deki askeri darbeyi darbe olarak sınıflandırmadı ve bu da onun arabuluculuk yapmasına olanak sağladı.

Fransa'nın Afrika politikasını ‘sıfırlaması’ gerektiği bir süredir açıktı. Ancak Macron 2017 yılında göreve gelene kadar bunu kabul etmeyi reddetti. Macron, Soğuk Savaş'ın bitiminden sonra ortaya çıkan yeni gerçekleri yansıtabilmek için önceki politikaların güncellenmesinin gerekliliğini kabul ederek, Afrika'daki Fransız politikasını sıfırlamayı amaçladı.

Süveyş meselesinde olduğu gibi, Afrika'daki Amerikan ve Fransız çıkarları arasında da bir farklılık var gibi görünüyor. Ancak daha da önemlisi Washington, yalnızca Afrika'da değil, uluslararası düzeyde de ana rakipleri olan Çin ve Rusya karşısında çıkarlarını güvence altına almak için geçmişte olduğu gibi artık başkalarına güvenemez.

Gabon'daki askeri darbenin önemi buradan kaynaklanıyor. Her ne kadar buradaki darbe Sahel ülkelerinde gerçekleşen darbelerden pek çok açıdan farklı olsa da onlarla çok açık bir ortak paydayı paylaşıyor: Ülkedeki mevcut siyasi durumun reddedilmesini körükleyen şey artan Fransız karşıtlığı.

Hiçbir şey, eski Gabon Cumhurbaşkan Ali Bongo Ondimba'nın, uzun süredir başında olduğu partinin Fransızca yerine İngilizce olarak ‘ses çıkarma’ konusunda dış dünyaya destek çağrısında bulunmasından daha fazla Fransız nüfuzunun azaldığının göstergesi olamaz.

Fransa'nın çekiciliği ve etkisi 1960'lı yıllardan bu yana farklı aşamalardan geçti. Ancak gerçek şu ki, aşağı doğru bir gidişat içindeydiler. Bunun pek çok nedeni var. Daha önce de belirttiğimiz gibi; bunların bir kısmı Fransa'nın politikalarından, bir kısmı da Afrika'daki dinamiklerden kaynaklanıyor. Ancak Fransa ile Fransızca konuşulan Afrika arasında güçlü bir kültürel bağ varlığını sürdürüyor. Her ne kadar bu tek başına Fransa'nın Afrika'daki etkisinin ve çekiciliğinin azalmasını durdurmak için yeterli olmasa da yeni, karşılıklı yarar sağlayan bir ilişki kurmak için iyi bir temel oluşturuyor. Fransa'nın karşı karşıya olduğu zorluk, Macron'un vizyonunun nasıl uygulanacağıdır.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrildi.



ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
TT

Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump'ın ekibi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun barış sürecini sabote etmek istediğini düşünüyor.

Kimliğinin açıklanmaması şartıyla Axios'a konuşan ABD'li yetkililer, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının gidişatının Trump ve Netanyahu arasında pazartesi günü yapılacak görüşmeyle belirleneceğini söylüyor.

Trump'ın ekibinin Netanyahu'nun süreçte atılması gereken adımları geciktirdiğini ve Gazze'ye yönelik askeri operasyonları tekrar başlatabileceğini düşündüğü aktarılıyor.

Adının gizli tutulmasını isteyen İsrailli bir yetkili de Netanyahu'nun ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio dahil Trump yönetimindeki üst düzey isimlerin desteğini kaybettiğini söylüyor.

Kaynaklar, Washington'ın bir an evvel anlaşmanın ikinci aşamasına geçilmesini istediğini belirtiyor.

Trump'ın damadı Jared Kushner'la ABD Başkanı'nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un ikinci aşamaya geçiş için Türkiye, Mısır ve Katar'la yakın çalıştığı aktarılıyor. Ancak Netanyahu'nun planla ilgili Kushner ve Witkoff'la anlaşmazlık yaşadığı ifade ediliyor.

Öte yandan İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) ateşkes ve rehine takası anlaşmasına rağmen Gazze'de saldırıları sürdürmesinin Washington'da olumlu karışlanmadığı belirtiliyor.

Kimliğinin paylaşılmamasını isteyen Beyaz Saray'dan bir yetkili, "Bazen sahadaki IDF komutanlarının önüne gelene ateş etmeye meraklı olduğunu düşünüyoruz" diyor.

Witkoff ve Kushner, geçen hafta Miami'de düzenlenen toplantıda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani ve Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdulati'yle bir araya gelmişti.

Axios'un aktardığına göre taraflar, Trump - Netanyahu toplantısı öncesi ele alınacak konuları belirledi. Bunlar arasında İsrail'e ateşkese uyma ve sivil kayıpları önleme çağrısı yapılmasının yanı sıra Gazze'nin Mısır sınırındaki Refah kapısının açılmasının sağlanması da yer alıyor. Ayrıca ABD Başkanı'nın Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimlerle ilgili endişelerini dile getirmesi bekleniyor.

Gazze savaşının sonlandırılması için ABD öncülüğünde hazırlanan 20 maddelik barış planı 10 Ekim'de devreye girmişti. Anlaşmanın garantörleri arasında Türkiye, Mısır ve Katar var.

Anlaşmanın ilk aşamasında Hamas ve İsrail arasında rehine takası gerçekleştirilmişti. Ayrıca İsrail askerleri belirlenen "sarı hatta" geri çekilmişti. İsrail ordusu Gazze Şeridi'nin yaklaşık yüzde 53'ünü kontrol ediyor.

İkinci aşamadaysa Hamas'ın silah bırakması ve Gazze'nin geleceğinde söz sahibi olmaması isteniyor. Bunun yerine Gazze Şeridi'nin yönetiminin Filistinlilerin yer alacağı bir teknokratlar komitesine geçici olarak devredilmesi planlanıyor. Trump'ın başkanlık edeceği Barış Kurulu'na ek olarak bölgeye Uluslararası İstikrar Gücü'nün (ISF) konuşlandırılması öngörülüyor.

Independent Türkçe, Axios, Times of Israel


Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)
TT

Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)

Kurtarma ekiplerinin açıklamasına göre dün, Guatemala'nın batısındaki bir otoyolda yolcu otobüsünün uçuruma yuvarlanması sonucu en az 15 kişi hayatını kaybetti.

Gönüllü itfaiye sözcüsü Leandro Amado gazetecilere yaptığı açıklamada, "Bu trafik kazasında 15 kişi hayatını kaybetti" dedi. Yaklaşık 20 yaralının yakındaki hastanelere kaldırıldığını belirten Amado, ölenler arasında 11 erkek, üç kadın ve bir çocuğun bulunduğunu belirtti.

Otobüs, henüz bilinmeyen bir nedenle yaklaşık 75 metre derinliğindeki uçuruma yuvarlandı.

Guatemala'da ölümcül trafik kazaları sık sık yaşanıyor. Şarkul Avsat’ın edindiği bilgiye göre şubat ayında, Guatemala şehrinin kuzey eteklerinde bir yolcu otobüsü uçuruma yuvarlanmış ve 54 kişi hayatını kaybetmişti.