Yeni bir çatışma döngüsü: Azerbaycan ve Ermenistan

Aylardır süren askeri harekatın ardından baş gösteren gerginlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün henüz tamamlanmadığını gösterdi.
Aylardır süren askeri harekatın ardından baş gösteren gerginlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün henüz tamamlanmadığını gösterdi.
TT

Yeni bir çatışma döngüsü: Azerbaycan ve Ermenistan

Aylardır süren askeri harekatın ardından baş gösteren gerginlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün henüz tamamlanmadığını gösterdi.
Aylardır süren askeri harekatın ardından baş gösteren gerginlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün henüz tamamlanmadığını gösterdi.

Anna Borshchevskaya

Azerbaycan Savunma Bakanlığı 19 Eylül’de, tartışmalı Dağlık Karabağ bölgesinde kendi deyimiyle terörle mücadele operasyonu başlattı ve ‘Ermeni milliyetçi güçlerinin tamamen geri çekilmesini ve Stepanakert’teki hükümetin feshedilmesini’ talep etti.

Bütün gün süren çatışmaların ardından Karabağ güçleri, Azerbaycan ve Rusya Savunma Bakanlığı tarafından belirlenen ateşkes üzerinde anlaşarak Bakü’nün bölgenin kontrolünü yeniden kazanmasına izin verdi.

Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan, Ermenistan’ın ateşkes anlaşmasının hazırlığına katılmadığını söyledi. Hiç şüphe yok ki bu olayın detaylarının ortaya çıkması daha fazla zaman alacak. Azerbaycan’ın Ermenistan’la otuz yılı aşkın süredir devam eden çatışmasında artık üstünlük sağladığı açık. Bakü, güç kullanarak toprakları geri kazanma siyasi hedefine ulaşmayı başardı. Karabağ, Ermenistan ile otuz yılı aşkın süredir devam eden anlaşmazlığa rağmen Azerbaycan topraklarının parçası olarak uluslararası alanda tanınan bir bölge haline geldi.

Azerbaycan güçlerinin Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayan tek yol olan Laçın Koridoru’nu kuşattığı bir zamanda son askeri harekât, aylardır artan gerginlikler ve iki taraf arasında askeri yığınak üzerine karşılıklı suçlamalar sonrasında gerçekleşti.

Bu kuşatma, büyük bir insani krize yol açarken Azerbaycan, Karabağ’daki yetkililerin Azerbaycan’ın yardımını reddettiğini belirtiyor. Durum ne olursa olsun artık ateşkes anlaşmasının ardından Karabağ bölgesinin Azerbaycan’a yeniden entegrasyonu konusunda görüşmeler başladı.

Geçen yıl ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, iki taraf arasında bir barış anlaşması imzalanması için arabuluculuk yapma çabalarına destek verdi. Bu çabalar, yıllardır gerçek bir atılım gerçekleştirmeye yönelik en umut verici çaba gibi görünüyordu. Blinken daha önce Bakü’ye Karabağ’daki korkunç askeri operasyonlara son vermesi çağrısında bulunmuştu.

Geriye en büyük soru kalıyor; Bu son olaylar, Ermenistan ile Azerbaycan arasında gelecekteki barış anlaşması açısından ne anlama geliyor? Durum bu sınırlara nasıl ulaştı?

Dağlık Karabağ konusundaki modern çatışmanın kökleri, Sovyetler Birliği’nin çöküş dönemine kadar uzanıyor. Bunu 1920’lerde Milliyetler Komiseri sıfatıyla Sovyetler Birliği’nin bölünmesini denetleyen Josef Stalin’e (kendisi de Güney Kafkasya’dan) kadar götüren tarihçiler var. Bu bölünme, siyasi nüfuzlarını ve potansiyel ulusal isteklerini sınırlamak amacıyla idari sınırların, etnik grupların yerleri dikkate alınmaksızın çizildiği için gerçekleşen bir bölünme.1923’te Stalin, etnik Ermeni çoğunluğunun bulunduğu Dağlık Karabağ bölgesini Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dahil etti. Daha önce de Karabağ, tartışmalara konu oluyordu. Örneğin 1917’de Rus İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra Ermenistan ve Azerbaycan, özerk yönetim altında bulunan Karabağ için kısa savaşlar yaptı.

Sovyetler Birliği’nin zayıflamasıyla birlikte, uzun süredir devam eden gerginlikler ön plana çıktı ve bu durum, bağımsızlıklarını yeniden kazanan Ermenistan ile Azerbaycan arasında ilk savaşın yaşanmasına yol açtı. Savaş, Rusya’nın aracılık ettiği ateşkes ve Ermenistan’ın askeri zaferi sonrasında 1994 yılına kadar sona ermedi. Savaş nedeniyle mültecilerin sayısı her iki tarafta da bir milyonu aştı. Ermeni güçleri Karabağ’ı ve birçok büyük komşu bölgeyi kontrol altına almayı başardı. Bu dönemde bölge, kendilerini cumhuriyet ilan eden ve Ermeni hükümetinin hızla desteklediği ayrılıkçı etnik Ermenilerin yönetimi altındaydı. Karabağ (ya da Ermenilerin deyimiyle Artsah) uluslararası alanda Azerbaycan’ın bir parçası olarak tanınmaya devam etti. Ancak bu bölgeyle ilgili anlaşmazlık, iki taraf arasında aralıklı çatışmalar şeklinde yıllarca sürdü.

Sovyetler Birliği’nin zayıflamasıyla birlikte, uzun süredir devam eden gerginlikler ön plana çıktı ve bu durum, bağımsızlıklarını yeniden kazanan Ermenistan ile Azerbaycan arasında ilk savaşın yaşanmasına yol açtı. Savaş, Rusya’nın aracılık ettiği ateşkes ve Ermenistan’ın askeri zaferi sonrasında 1994 yılına kadar sona ermedi.

Nisan 2016’da iki taraf arasında aralıklı olarak devam eden çatışmalar yüzlerce kişinin ölümüne yol açtı ve Eylül ve Ekim 2020’de bu bölgenin yıllardır tanık olduğu en ağır çatışma olan ikinci büyük ölçekli savaşla sona erdi. Savaş, Rusya’nın Azerbaycan’ın birinci savaş döneminde uğradığı kayıpları telafi etmesini sağlayan ateşkes anlaşmasına aracılık etmesiyle sonlandı. Bu anlaşma sırasında Bakü, Dağlık Karabağ’a komşu yedi bölgeyi ve Laçın Koridoru aracılığıyla Ermenistan’a bağlanan Dağlık Karabağ’ın kuzey kısmı hariç, Karabağ’ın büyük bir bölümünü yeniden kontrol altına almayı başardı.

Barışın önündeki engeller

ABD, Rusya ve Fransa’nın eş başkanlığını yaptığı AGİT Minsk Grubu 1992 yılından beri Ermenistan ile Azerbaycan arasında barışın sağlanması için ana arabuluculuk forumu olarak hizmet ediyor. Ancak pratik uygulamada pek ilerleme kaydedemedi.

Yıllar geçtikçe her iki ülkenin hükümetleri, diğer tarafın kabul etmeyi reddettiği aşırı tutumları benimsedi. Grup, 2009 yılında uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin Madrid İlkeleri’ni (Temel İlkeler olarak da bilinir) güncelledi. Üst düzey Ermeni ve Azerbaycanlı yetkililer önerilen bazı ilkeler üzerinde anlaşmaya vardı, ancak o günden beri sahada herhangi bir ilerleme kaydedilmedi.

Meseleyi daha da karmaşık hale getiren şey, Batı'nın Güney Kafkasya'yı bir öncelik olarak görmemesinin yanı sıra, çatışmanın sınırlı bir ölçekte Moskova'nın çıkarlarına hizmet etmesi ve bu durumun Moskova'yı sorunun temelinde yatan nedenlere yönelme konusunda isteksiz hale getirmesidir.

Karabağ çatışması, Sovyet sonrası bölgede Rusya’ya bağımlılığının Batı’ya bağımlılığından daha fazla olması nedeniyle bölgeyi istikrarsız bir durumda tutan birçok ‘dondurulmuş çatışmadan’ biri olarak ortaya çıktı.

Diğer yandan denizle çevrili Ermenistan, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana izole oldu. Türkiye ile sınırlarını kapalı tutarken, anlaşmanın müttefiki ve güvenlik garantörü olarak Rusya’ya bağımlı kaldı. Aynı şekilde Rusya ile karşılaştırıldığında daha az düzeyde olsa da İran’la da iyi ilişkilere sahip.

sacdfe
Ermenistan- Azerbaycan sınırına yakın bir bölgedeki Avrupalı ​​gözlemciler.

Moskova ise Ermenistan’la ilişkilerinin yanı sıra Azerbaycan’la da diplomatik ve ticari ilişkilere sahip. Ayrıca yıllar boyunca hem Azerbaycan’a hem de Ermenistan’a silah sağlamaya devam ediyor. Ermenistan’da mevcut Başbakan Nikol Paşinyan’ı iktidara getiren barışçıl, yolsuzlukla mücadele kadife devrimi sonucunda 2018 yılında Moskova için gerçekleşen sürprizin yanı sıra Azerbaycan, geniş enerji kaynakları ve daha çeşitli dış politikasıyla Moskova için daha büyük bir ödül gibi görünüyordu. Paşinyan, Azerbaycan’la barış çözümüne yönelik daha uzlaşmacı yaklaşımıyla Batı yanlısı bir yönelim göstermiş bir siyasetçi.

Yıllar geçtikçe Azerbaycan’la anlaşmaya yönelik olarak Ermeni liderliği açısından risklerle dolu esnek bir yaklaşım baş gösterdi. Muhalefetteki Ermeni Ulusal Kongresi koalisyonunun lideri ve 1991’den 1998’e kadar Ermenistan Cumhurbaşkanı olan Levon Ter-Petrosyan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanımak için gerçekçi nedenler olduğuna inandıysa da sonraki Ermeni yönetimleri bu konuda uzlaşmacı olmayan bir yaklaşım benimsedi.

Ter-Petrosyan’ın danışmanı ve deneyimli Ermeni diplomat Zhirayr Liparityan, yakın tarihli bir röportajında “Bizim yönetimimiz, barış üzerine bahis oynuyor. Sonraki yönetimler, özellikle de sonuncusu (yani Paşinyan yönetimi) savaş üzerine bahis oynuyor” değerlendirmesinde bulundu.

Ekim 1999’da Başbakan Vazgen Sarkisyan’ın Meclis Başkanı Karen Demirchyan’ın ve Ermenistan Parlamentosu’ndaki diğer bazı önde gelen politikacıların terör nedeniyle ölmesi, daha önce devam eden barış süreci çabalarını raydan çıkardı. Daha yakın zamanlarda 2020 savaşının ardından Paşinyan, Azerbaycan’la 2020 barış anlaşmasını imzalaması nedeniyle protestolarla ve diğer iç baskılarla karşı karşıya kaldı. Kasım 2020’de Paşinyan’ın Azerbaycan ve Rusya ile barış anlaşmasını duyurmasının ardından öfkeli bir kalabalık, Ermenistan Parlamento Başkanı Ararat Mirzoyan'a saldırdı.

Bundan sonra ne olacak?

Şarku’l Avsat’ın Al-Majalla’dan aktardığı analize göre Bakü, bu ayki Karabağ’a yönelik askerî harekâtını daha önce Moskova’ya bildirmişti. Ancak Moskova, Paşinyan’ın iktidardan devrilmesini istediği için harekete geçmekte yavaş davrandı. Karabağ’daki ayrılıkçıları destekleme konusundaki bariz başarısızlığı nedeniyle Ermenistan’da binlerce kişi Paşinyan’ın istifasını talep eden protesto gösterisi gerçekleştiriyor.

Bu protestoların ne kadar ciddi olduğunu bilmek için henüz çok erken ama Paşinyan’ın devrilmesi, barış görüşmelerindeki gerilemenin ana nedeni olacak gibi görünüyor.

​ABD, Rusya ve Fransa’nın eş başkanlığını yaptığı AGİT Minsk Grubu, 1992 yılından beri Ermenistan ile Azerbaycan arasında barışın sağlanması için ana arabuluculuk forumu olarak hizmet ediyor. Ancak pratik uygulamada pek ilerleme kaydedemedi.

Diğer yandan Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşta dikkatini dağıtması, Moskova’nın Güney Kafkasya’daki nüfuzunu zayıflatmış gibi görünüyor. Bu aşırı zayıflığın bölgeyi bir dönüm noktasına itmiş olması muhtemel. Aynı zamanda bu, ABD’nin barış çabalarını ilerletmede daha büyük bir liderlik rolü oynaması için bir fırsat yarattı. Elbette Ermenistan’ın Rusya ile ilişkileri son bir yılda giderek gerginleşti.

ascdf
Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan 24 Eylül’de halka hitap etti. (Paşinyan’ın ofisi)

Diğer yandan Moskova’nın eylemsizliği veya Ermenistan’da rejim değişikliğine yol açacak Bakü askeri operasyonunu zımnen onaylaması yönündeki haberler doğruysa, Moskova'nın hala oynayacak bazı kartları var. Çünkü Kremlin, Ermenistan ile Azerbaycan arasında gerçek barışı görmek istemiyor. Özellikle de bu barış ABD’nin arabuluculuğu ile sağlanacaksa…

Dikkat edilmesi gereken bir diğer konu da ABD’nin, Yükselen Avrasya Demokrasileri ve Açık Piyasalar Yasası’nın veya Özgürlük Destek Yasası’nın 907’inci maddesinden feragat etmeyi ve Azerbaycan’ın barış görüşmelerindeki tutumuna etki etmeyi reddederek, Azerbaycan’a güvenlik yardımını durdurma olasılığıyla ilgili. Zira özellikle başkanın 907. bölümden feragat etme yetkisini iptal etmek için yakın zamanda Kongre’ye bir yasa tasarısının sunulduğu da biliniyor.

Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasında olduğu gibi, Sovyetler Birliği’nin çöküşü de bir gecede dünyayı yeniden şekillendirdi. Ancak aynı zamanda bu durum, bugüne kadar gelişmeye devam eden bir süreçti.

Karabağ konusundaki çatışma, Sovyet sonrası bölgedeki en uzun çatışmadır ve periyodik alevlenmeler, küçük iyimserlik anları ve ardından normale dönüş ile karakterize edilmiştir. Ermenistan ile Azerbaycan arasında imzalanacak bir barış anlaşması, bu çatışma döngüsünü sona erdirecektir. Bu çatışmanın çözümsüz kalması, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün henüz tamamlanmadığını gösteriyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Von der Leyen: Avrupa kendi güvenliği için sorumluluk almalı

TT

Von der Leyen: Avrupa kendi güvenliği için sorumluluk almalı

Von der Leyen: Avrupa kendi güvenliği için sorumluluk almalı

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen bugün yaptığı açıklamada, Avrupa’nın kendi güvenliği için sorumluluk alması gerektiğini söyledi. Strasbourg’da Avrupa Parlamentosu’na hitap eden Von der Leyen, “Bu artık bir seçenek değil, bir zorunluluk” dedi.

Avrupa’nın başkalarının dünyaya bakışını belirlemesine izin vermesinin kendisine yakışmadığını vurgulayan Von der Leyen, ABD’nin ulusal güvenlik stratejisinde Avrupa’nın küresel gayrisafi yurt içi hasıla içindeki payının gerilediğine işaret edilmesinin doğru olduğunu, ancak ABD’nin de ‘aynı yolda ilerlediğini’ ifade etti.

Von der Leyen, bu hafta yapılacak kritik zirve sırasında Avrupa Birliği’nin (AB) Ukrayna’nın finansmanı konusunda karar alması gerektiği uyarısında bulundu. Liderlerin, dondurulmuş Rus varlıklarının kullanılmasına yönelik bir planı onaylamaları yönünde baskı altında olduğunu belirten Von der Leyen, AB milletvekillerine hitaben, “Avrupa’nın savunulması için Ukrayna’nın savunmasını desteklemekten daha önemli bir adım yoktur. Bunu güvence altına almak için önümüzdeki günler belirleyici olacak. Ukrayna’nın mücadelesini nasıl finanse edeceğimizi seçmek bize düşüyor” dedi.

Ukrayna’nın Rusya ile savaşında önümüzdeki iki yıl boyunca finansmanının sağlanması, perşembe ve cuma günleri Brüksel’de düzenlenecek AB devlet başkanları zirvesinin ana gündem maddelerinden birini oluşturuyor.

Bu kapsamda değerlendirilen seçenekler arasında, büyük bölümü Belçika’da Euroclear tarafından yönetilen ve Avrupa’da dondurulmuş bulunan Rusya Merkez Bankası varlıklarının, Ukrayna için 90 milyar euroluk bir ‘yeniden inşa kredisinin’ finansmanında kullanılması yer alıyor.

AB’ye üye 27 ülkenin büyük çoğunluğu bu seçeneği desteklerken, Belçika olası Rus misillemelerinden endişe etmesi ve bir sorun yaşanması halinde sonuçları tek başına üstlenmek istememesi nedeniyle plana karşı çıkıyor.

Son olarak gündeme gelen formül, 27 üye ülke ile AB’nin Belçika’ya garanti vermesini öngörüyor, ancak Brüksel bu garantilerin hâlâ yetersiz olduğu görüşünde.

Von der Leyen, söz konusu adımın aynı zamanda Ukrayna’nın ‘gerçek, adil ve kalıcı bir barışı güvence altına alma kapasitesini güçlendirmeyi; Ukrayna’yı ve Avrupa’yı korumayı’ hedeflediğini belirtti. Açıklama, Rusya’nın Şubat 2022’de başlattığı savaşı sona erdirmeye yönelik müzakerelerin yoğunlaştığı bir dönemde yapıldı.


İsrail Batı Şeria'da geniş çaplı gözaltı ve baskın operasyonu gerçekleştirdi

Batı Şeria'nın Tulkerim kentindeki İsrail ordusu personeli (AP)
Batı Şeria'nın Tulkerim kentindeki İsrail ordusu personeli (AP)
TT

İsrail Batı Şeria'da geniş çaplı gözaltı ve baskın operasyonu gerçekleştirdi

Batı Şeria'nın Tulkerim kentindeki İsrail ordusu personeli (AP)
Batı Şeria'nın Tulkerim kentindeki İsrail ordusu personeli (AP)

İsrail ordusu bugün Batı Şeria’nın farklı bölgelerinde geniş çaplı gözaltı ve baskın operasyonu başlattı.

Şarku’l Avsat’ın Filistin resmi haber ajansı WAFA’dan aktardığına göre Beytüllahim’deki İsrail güçleri, yaşlı bir kişi de dahil olmak üzere sekiz Filistinliyi gözaltına aldı ve bir kişiyi İsrail istihbaratıyla görüşmeye çağırdı.

Cenin’de ise İsrail özel birlikleri kentin doğu mahallesine girerken, ordudan takviye güçler bölgeye sevk edildi. Bir ev askerî karakol haline getirilirken, başka bir ev kuşatma altına alındı.

WAFA’ya konuşan kaynaklar, İsrail güçlerinin Filistinliler arasında geniş çaplı gözaltı ve sorgulama operasyonları yürüttüğünü bildirdi.

İsrail güçleri, El Halil’de de birçok Filistinliyi gözaltına aldı; el-Favvar ve el-Arrub mülteci kampları ile Yatta kasabası dahil olmak üzere çok sayıda bölgede evlere baskın düzenledi.

Nablus’un eski şehrine de giren İsrail ordusu, el-Akabe mahallesini bastı ve Ra’su’l Ayn bölgesinin çevresinde geniş güvenlik önlemi aldı.

Ayrıca Tulkerim kentinde dört Filistinli gözaltına alındı; bunlardan üçü eski tutukluydu. Ramallah’ın doğusu ve kuzeyinde yer alan Ayn Yabrud kasabası ve el-Celzun Mülteci Kampı’ndan da çok sayıda kişi gözaltına alındı.

Kudüs’te ise İsrail ordusu, kuzeydoğudaki Anata kasabasından bir grup Filistinliyi gözaltına aldı. Yerel kaynaklar, gözaltına alınanların kimliklerinin henüz belirlenemediğini bildirdi.


ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi: Yeni dünyada “mutlak silah” olarak teknoloji

Nvidia CEO'su Jensen Huang, Beyaz Saray'da ABD Başkanı Donald Trump ile birlikte (AFP)
Nvidia CEO'su Jensen Huang, Beyaz Saray'da ABD Başkanı Donald Trump ile birlikte (AFP)
TT

ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi: Yeni dünyada “mutlak silah” olarak teknoloji

Nvidia CEO'su Jensen Huang, Beyaz Saray'da ABD Başkanı Donald Trump ile birlikte (AFP)
Nvidia CEO'su Jensen Huang, Beyaz Saray'da ABD Başkanı Donald Trump ile birlikte (AFP)

Marco Mossad

ABD, 4 Aralık 2025 tarihinde, Kongre'nin talepleri doğrultusunda, dış politika, ekonomi, ulusal güvenlik, savunma ve uluslararası ilişkiler alanlarında devletin genel yönelimini özetleyen bir referans belgesi olarak ‘Ulusal Güvenlik Stratejisi'ni yayınladı. Bu strateji, geleneksel olarak Savunma Bakanlığı’ndan (Pentagon) Hazine Bakanlığı'na, Dışişleri Bakanlığı'ndan teknoloji devlerine kadar ABD kurumlarına yol gösteren bir pusula görevi görüyor.

Stratejinin yer aldığı belge, ABD’nin güç inşasının temel direği olarak teknolojiye ne kadar önem verdiğini ortaya koyan ilk belge değilse de Beyaz Saray'daki herhangi bir yönetim tarafından yayınlanan en ciddi ve önemli siyasi belgelerden biri. Çünkü etkileri teorik çerçevenin ötesine geçerek gücün kavramının pratik olarak yeniden tanımlanmasına kadar uzanıyor.

ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin bu yeni versiyonu, ABD’nin gücünün öncelenmesinde açıkça niteliksel bir değişim olduğunu yansıtıyor. Geleneksel askeri güç ve diplomatik nüfuz, artık ön planda değil, bunun yerine teknoloji genel stratejik denklemin merkezine yerleştirildi. Belge, ABD'nin karar alma çevrelerinde, 21. yüzyılda güç dengesinin yalnızca uçak gemisi veya askeri üs sayısıyla değil, teknolojik üstünlüğün anahtarlarına sahip olmak ve devletin inovasyon, üretim ve bilgi zincirlerini kontrol etme kabiliyetiyle belirleneceği yönünde artan bir farkındalık olduğunu ortaya koyuyor.

Mutlak silah olarak teknoloji

Strateji, teknolojiyi ekonomik, askeri, finansal veya jeopolitik açıdan ABD'nin uluslararası sistemdeki konumunu belirleyen ‘mutlak silah’ olarak ele alıyor.

Strateji hem açıkça hem de dolaylı olarak yapay zeka (AI), yarı iletkenler, ileri enerji teknolojisi, siber altyapı ve uzay gibi alanların kontrolünün artık sadece teknolojik üstünlük meselesi değil, en üst düzeyde ulusal güvenlik meselesi olduğunu savunuyor.

Bu araçlara sahip olan ve bunların geliştirilmesi ve düzenlenmesini tekelinde tutanlar, gelecekteki küresel düzenin kurallarını şekillendirebilecek, büyüme eğilimlerini kontrol edebilecek ve diğer ülkelerin kararlarını etkileyebilecek. Dolayısıyla teknoloji bu stratejide izole bir teknik sektör veya ayrı bir ekonomik dosya olarak değil, küresel ekonominin yönetilmesinden ittifakların kurulmasına, çatışmaların yönetilmesine ve hatta ABD’nin uluslararası sistem üzerindeki hegemonyasının sürdürülmesine kadar Amerikan gücünün çeşitli alanlarına nüfuz eden yapısal bir unsur olarak yer alıyor.

ABD’nin yeni güvenlik stratejisi vizyonunda teknoloji, artık sadece gücü destekleyen bir araç değil, Amerikan gücünün gelecekte inşa edileceği temel ve şiddetli teknolojik rekabet ve hızlı stratejik değişimlerin olduğu bir dünyada ABD’nin konumunu korumak için anahtar rol oynayan bir unsur haline geldi. Yine bu stratejide teknoloji ayrı bir başlık veya bağımsız bir sektör olarak değil, endüstriyel ve finansal ekonomiden dış politikaya, jeopolitiğe ve son olarak da militarizasyon ve askeri üstünlüğe kadar bu yeni stratejinin çoğu temasının iç içe geçmiş bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

Yeni strateji, teknolojiyi ABD’nin ekonomik, askeri, finansal ve jeopolitik gücünün temel silahı olarak ele alıyor.

Bu ağır vurgu, ABD’nin teknolojiye sadece destekleyici veya ikincil bir unsur olarak değil, kapsamlı gücünün temel aracı olarak ne kadar güvendiğini açıkça yansıtıyor.

Stratejiye göre ABD ekonomisi teknolojik liderliğe dayanıyor. Ulusal güvenlik, dijital üstünlüğe, aynı şekilde askeri caydırıcılık geleneksel silahlara olduğu kadar artık yapay zeka, otonom sistemler ve siber uzaya da bağlı.

Yeni stratejinin açıklandığı belge boyunca teknoloji, ekonomi, siyaset, jeopolitik, militarizasyon ve askeri üstünlük gibi birbiriyle ilişkili çeşitli alanlardan bahsediliyor ve ABD yönetiminin teknolojiye verdiği önemi ve onu kapsamlı gücün temel bir aracı olarak ne kadar kullandığını açıkça yansıtıyor.

Belge, teknolojiyi ABD'nin ekonomik, askeri, finansal ve jeopolitik gücünün merkezi silahı olarak ele alırken yapay zeka, mikroçipler, enerji teknolojisi, siber sistemler ve uzayı kontrol edenlerin gelecekteki dünya düzeninin özelliklerini şekillendireceğini açıkça belirtiyor.

Dolayısıyla, teknoloji bu stratejide izole bir teknik sektör olarak değil, ekonomi, siyaset, jeopolitik, militarizasyon ve ABD'nin uluslararası sistemdeki hakimiyetinde aktif ve mevcut bir unsur olarak yer alıyor. Belgeyi özetleyecek olursak teknolojinin artık destekleyici bir araç değil, gelecekte ABD'nin gücünün temeli haline geldiğini söyleyebiliriz.

Siyasi gücü yönetmek ve yeniden şekillendirmek için bir araç

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre ABD’nin ulusal güvenlik stratejisi, Amerikan siyasi düşünce yapısı içinde teknolojinin konumunda açık ve köklü bir değişimi yansıtıyor. Teknoloji artık kamu politikasına yardımcı veya tamamlayıcı bir unsur olarak değil, siyasi karar alma sürecinin ayrılmaz bir parçası ve yurt içindeki iktidar kavramının yeniden tanımlanmasının ve yurt dışındaki nüfuz ve iktidar araçlarının yeniden şekillendirilmesinin dayandığı ana sütunlardan biri olarak görülüyor.

Yapay zeka ve dijital yapıları yalnızca modern teknolojiler olarak görmeyen bu strateji, bunları siyasi alandan ayrı, izole bir teknik konu olarak değil, devlet yönetiminin bir yönetim unsuru ve gelecekte şekillenecek uluslararası sistemin temel belirleyicisi olarak ele alıyor. Yurt içinde, strateji, devletin karşı karşıya olduğu tehditlerin artık klasik anlamda geleneksel veya askeri nitelikte olmadığı, aksine bunların büyük bir kısmının artık dijital alanda yoğunlaştığına dair artan bir farkındalıktan kaynaklanıyor.

Siber saldırılar, bilgi savaşı, dijital platformlar aracılığıyla kamuoyunu etkileme girişimleri, kritik altyapıyı hedef alma ve hackleme, devletin iç istikrarının özünü etkileyen doğrudan siyasi çatışma araçları haline geldi.

Böylece, yapay zeka, yalnızca üretken bir teknoloji veya ekonomik verimliliği artırmanın bir aracı olmaktan çıkıp, erken izleme yeteneklerini, gelişmiş analizi, tehdit tahminini ve krizlere hızlı tepki vermeyi destekleyerek devleti korumak için bir siyasi ve güvenlik aracına dönüşüyor. Böylece siber güvenlik ve yapay zeka, yalnızca ayrı sektörel politikalar veya sınırlı teknik programlar olmaktan çıkıp, iktidar sisteminin ayrılmaz bir parçası haline geliyor.

sdfr
NVIDIA CEO'su Jensen Huang, NVIDIA Grafik İşlem Teknolojisi Konferansı'nın açılış konuşmasını yaparken (AFP)

Bu değişim için modern devlette egemenlik kavramının kapsamlı bir şekilde yeniden tanımlanması gerekiyor. Devlet artık yalnızca coğrafi sınırlarını korumakla ilgilenmiyor, aynı zamanda verilerini, dijital ağlarını ve algoritmalarını da koruma sorumluluğunu da taşıyor. Çünkü bu unsurlar üzerindeki kontrol, kamusal alanı kontrol etmek ve yönetmek için bir ön koşula dönüştü. Böylece stratejide yansıtılan siyasi vizyonda teknoloji, yüksek derecede karmaşıklık, değişkenlik ve hızlı değişimle karakterize edilen bir iç ortamda, kontrol ve düzenleme aracı ve güvenlik gereklilikleri ile özgürlüklerin korunması arasındaki hassas dengeyi yönetme aracı haline geldi.

ABD, ülkenin dijital altyapısını inşa etmek ve modernize etmek amacıyla bir dizi karar ve önlem aldı. Bu önlemler arasında, gelişmiş yapay zeka modellerini barındırmak ve işletmek için kurumsal kapasitenin genişletilmesi de yer alıyor.

Bu yaklaşım stratejik metinler veya genel teorik çerçeveyle sınırlı kalmamış, sürekli bir icra yoluna dönüştü. Washington’ın çeşitli devlet kurumlarında yapay zeka kullanımını yaygınlaştırma çabasını yansıtan yeni bir duyuru yapılmayan hafta neredeyse geçmiyor. ABD yönetimi, bu teknolojinin devlet kurumlarına entegrasyonunu hızlandırmayı amaçlayan geniş kapsamlı girişimler ve eylem planları açıkladı. Bu girişimlerin en öne çıkanlarından biri, Donald Trump'ın başkanlığı döneminde başlatılan Ulusal Yapay Zeka Planı’ydı. Bu plan, yapay zekayı hem askeri hem de sivil sektörlerde kurumsal bir çalışma ayağına dönüştürmek, onu doğrudan ulusal güvenlik meseleleriyle ve diğer uluslararası güçler karşısında ABD ekonomisinin rekabet gücüyle ilişkilendirmek amacıyla formüle edildi.

Başkan Trump'ın 11 Aralık Perşembe günü imzaladığı, yapay zeka modellerinin kullanımını ve geliştirilmesini sınırlayan yerel düzenlemeler yapmaya çalışan eyaletlere federal kısıtlamalar ve yaptırımlar uygulayan son başkanlık kararı, bu değişimin niteliğini daha net bir şekilde ortaya koydu. Buna göre Beyaz Saray artık yerel düzenlemeleri yapay zeka alanında ulusal üstünlüğe yönelik doğrudan bir tehdit olarak görüyor ve bu sektördeki karar alma sürecini merkezileştirerek federal politikanın tek referans noktası olmasını sağlıyor. ABD yönetiminin yapay zekayı yalnızca teknik bir proje olarak değil, eyalet düzeyinde herhangi bir yavaşlamadan veya parçalanmadan korunması gereken stratejik bir araç olarak gördüğü açıkça anlaşılıyor.

Kurumsal geçiş sürecinin tamamlanması

ABD sahnesinde tüm bu adımların yanında ülkenin dijital altyapısını inşa ve modernize etmek, gelişmiş yapay zeka modellerini barındırmak ve işletmek için kurumsal kapasiteyi geliştirmek, ayrıca bilgi güvenliği ve veri koruma politikalarını gözden geçirmek ve güncellemek amacıyla bazı kararlar ve önlemler alındı. Bu adımlar, ABD’li yetkililer arasında yapay zekanın artık ertelenebilecek bir teknik konu veya daha sonra ele alınabilecek bir gelecek seçeneği olmadığı, aksine yönetimin temellerini, ulusal güvenlik gerekliliklerini ve Amerikan ekonomisinin küresel liderlik konumunu sürdürme yeteneğini doğrudan etkileyen günlük bir öncelik haline geldiğinin açık bir şekilde kabul edildiğini gösteriyor.

Pentagon’un ‘GenAI.mil’ platformunun kurulduğunu duyurması, bu hızlanan gidişatın pratik ve doğrudan bir yansıydı. Bakanlık, askeri, sivil veya yüklenici tüm çalışanlarına güvenli bir yapay zeka aracı sunarken bu aracın, günlük iş akışlarına derhal entegre edilmesi gerektiğine dair üst düzey liderlerin açık talimatlarını da ekledi.

Bu karar, askeri yönetim araçlarına yönelik basit bir teknik güncelleme veya iyileştirme olarak yorumlanamaz; aksine, yapay zekanın çeşitli düzeylerde karar verme, stratejik analiz, planlama ve operasyon yönetiminin günlük ritminin bir parçası haline getirilmesine yönelik tam bir kurumsal dönüşümü ortaya koyuyor. Bu eğilim, dijital enerji, bulut bilişim ve yapay zeka modellerinin düzenlenmesi alanlarındaki paralel hareketlerle bir araya geldiğinde, Washington'ın sınırlı bir teknik deneyde bulunmadığı, devletin, kurumlarının doğasının ve operasyon araçlarının kapsamlı bir stratejik dönüşümünü yönettiği açıkça gözlemlenebiliyor.

Dışarıdan bakıldığında, bu strateji teknolojiyi uluslararası sistemi yeniden düzenlemenin merkezi bir aracı olarak ele alıyor gibi görünüyor. Bu, sadece doğrudan askeri veya ekonomik kullanımlar yoluyla değil, aynı zamanda küresel standartların ve çalışma kurallarının dayatılması yoluyla da gerçekleşiyor. ABD, yalnızca teknolojik ürünleri veya dijital çözümleri ihraç etmekle kalmayıp, yapay zeka, siber güvenlik, bulut altyapısı ve ileri teknolojiler alanlarında Amerikan standartlarına dayalı entegre bir dijital yönetişim modelini de ihraç etmeyi amaçlıyor. Bu mantığa göre bu standartları kabul eden ülkeler otomatik olarak Amerikan sistemine entegre olur ve ekonomik, siyasi ve teknolojik ağlarının bir parçası olurken, bunları reddeden veya bunlara uymayan ülkeler hem siyasi hem de teknolojik olarak marjinalleşir.

Rekabet, küresel tedarik zincirleri üzerindeki teknik veya ticari bir anlaşmazlıktan, uluslararası sistem içindeki bağımlılığın doğası üzerine yapısal bir çatışmaya doğru kayıyor.

Bu çerçevede ABD için Çin, stratejide yansıtılan siyasi vizyonda en önemli teknolojik rakip konumunda. Pekin ile rekabet, geleneksel bir ticaret çatışması veya pazar payı anlaşmazlığı olarak değil, küresel teknolojinin geleceğini tanımlama, işleyiş kurallarını belirleme ve yönetim standartlarını belirleme gücüne sahip olanın kim olduğu konusunda yapısal bir çatışma olarak sunuluyor. Bu da Washington’ın ileri elektronik çipler, hassas teknoloji, ve yapay zeka sistemlerinin ihracatına uyguladığı katı kısıtlamaları açıklıyor. Söz konusu kısıtlamalar, Çin'in teknolojik yükselişini yavaşlatmayı ve önümüzdeki on yıllarda uluslararası dijital sistemde belirleyici veya düzenleyici bir güç haline gelmesini önlemeyi amaçlayan uzun vadeli bir siyasi stratejinin parçası.

ABD ve Çin arasında, NVIDIA'nın gelişmiş H200 bilgisayar çipleri ile ilgili yaşanan tartışma, bu bağlamda derin bir siyasi önemi ortaya koyuyor. Washington’ın bu çiplerin ihracatına kısmen de olsa kapı açmayı kabul etmesi, yüzeysel olarak Çin'e uygulanan teknolojik sınırlama politikası içinde taktiksel bir esneklik ifadesi gibi görünüyordu. Ancak Çin'in bu hamleye verdiği temkinli yanıt, kısa vadede daha yüksek maliyetlere katlanmak veya daha düşük verimlilik seviyelerini kabul etmek anlamına gelse bile, Amerikan teknolojisine olan uzun vadeli yapısal bağımlılığını azaltmaya dayalı farklı bir stratejik yaklaşımı yansıtıyordu. Çatışmanın artık yalnızca yasaklar, izinler ve ihracat kısıtlamalarıyla değil, stratejik ayrışma ve bağımsız ve uygulanabilir teknolojik sistemler kurma becerisiyle ilgili daha derin bir mantıkla yönetildiği aşikar.

Paralel teknolojik alan

Bu anlamda rekabet, küresel tedarik zincirleri üzerindeki teknik veya ticari bir anlaşmazlıktan, uluslararası sistem içindeki bağımlılığın doğası üzerine yapısal bir çatışmaya dönüşüyor. ABD, teknolojiyi ekonomik ve dijital ekosistemi içinde entegrasyonu dayatmak için bir araç olarak kullanıyor ve ülkeleri ve şirketleri kendi standartlarına ve altyapısına bağlıyor.

Buna karşılık Çin, alternatif standartlar ve üretim zincirlerine dayalı paralel bir teknolojik alan oluşturarak bu entegrasyonu kırmaya ve stratejik kırılganlığını azaltmaya çalışıyor. Bu değişim, uluslararası sistemin küreselleşmenin hâkim olduğu on yıllar boyunca süren karşılıklı bağımlılık aşamasından, ekonomik ve teknik ilişkilerin ulusal güvenlik ve jeopolitik rekabet hususlarına göre yeniden şekillendirildiği, siyasi güdümlü teknolojik parçalanma olarak tanımlanabilecek yeni bir aşamaya geçişini yansıtıyor.

dfrgty
ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında gerçekleşen ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)

Bu açıdan bakıldığında, teknoloji ABD stratejisi içinde yalnızca ayrı bir teknik veya ekonomik konu olarak değil, politika kendisini yeniden yapılandırmak için merkezi bir araç olarak görülmeli. Yurt içinde teknoloji, kamusal alanı yeniden düzenlemek, dijital alanı kontrol etmek ve devletin kontrol ve yönetim kapasitesini güçlendirmek, dış politikada ise ittifakları yeniden şekillendirmek, düşmanların hareketlerini kısıtlamak ve yeni uluslararası düzenin kurallarını ve normlarını dayatmak için kullanılır. Bu vizyona göre teknoloji artık sadece siyasete hizmet eden bir araç değil, siyasetin yeniden şekillendirildiği ve derin ve hızlı stratejik dönüşümler geçiren bir dünyada güç dengesinin belirlendiği yapısal bir çerçeve haline geldi.

Yapay zeka ve teknolojinin ABD ulusal güvenlik stratejisindeki yeri, ekonomik büyümeyi destekleyen basit araçlar olmaktan çıkıp, ABD ekonomisinin yeni biçiminde dayandığı gerçek motor olmaya doğru ilerliyor. Strateji, teknolojiyi diğer sektörlerden ayrılabilen ayrı bir üretim sektörü olarak değil, ekonomik büyümenin dayandığı, yatırım modellerinin oluştuğu ve ABD pazarının rekabet gücünün ulusal ve uluslararası düzeyde belirlendiği görünmez bir altyapı olarak ele alıyor. Buradan yola çıkıldığında yapay zeka, yarı iletkenler, ileri enerji ve bulut bilişim ekonomisinden bahsetmek, ABD ekonomisinin çevresi veya marjları hakkında değil, ekonominin kalbinde yer alan konular hakkında konuşmak anlamına geliyor.

Strateji içindeki teknolojiye yaklaşım, ayrıntılı bir nicel ekonomik analizden ziyade, öncelikle politik ve stratejik nitelikte.

2025 yılında yayınlanan ekonomik göstergeler, bu teknolojik dönüşümün boyutunu açıkça ortaya koyuyor. Fortune dergisi tarafından yayınlanan bir analize göre yapay zeka teknolojileriyle ilgili veri merkezleri ve bilgi işlem altyapısına yapılan yatırımlar, yılın ilk yarısında ABD’nin gayri safi yurtiçi hasılasının (GSYİH) büyümesine yaklaşık yüzde 92’lik bir katkıda bulundu. Dijital altyapıdaki bu hızlı büyüme olmasaydı, ekonomik büyüme neredeyse sıfıra düşecekti. Bunun yanında, teknoloji sektöründe uzmanlaşmış önde gelen araştırma şirketlerinden biri olan Forrester Research tarafından yayınlanan bir rapora göre ABD'nin bilgi teknolojisi harcamaları 2025 yılında yaklaşık 2,7 trilyon dolara ulaştı. Bu rakam, teknolojinin çağdaş ABD ekonomisinin ana dayanaklarından biri haline geldiğini açıkça gösterdi.

Elektronik çipleri temelini oluşturan yarı iletken sektörü, ABD’de istihdam ve endüstriyel büyümenin de önemli bir itici gücü haline geldi. Bu sektör, 2025 yılına kadar tedarik zincirleri, mühendislik tasarımı, lojistik ve ilgili endüstrilerde milyonlarca dolaylı istihdamın yanı sıra yüz binlerce doğrudan istihdamı destekliyor. Bu anlamda, çip ekonomisi artık sadece bir yüksek teknoloji endüstrisi değil, aynı zamanda işgücü piyasasını, yatırım hacmini, ihracatı ve ekonomik güvenliği etkileyen entegre bir ekonomik sisteme dönüşmüş durumda.

ABD’nin 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi, ülkenin ekonomik ve güvenlik geleceği vizyonunda teknoloji ve yapay zekaya merkezi bir yer verse de belge bu sektörün gerçek büyüklüğünü veya ABD ekonomisi üzerindeki doğrudan etkisinin boyutunu açıklığa kavuşturan ayrıntılı sayısal veriler veya ekonomik göstergeler sunmuyor. Teknolojiyi egemen bir araç ve yeniden sanayileşme, tedarik zincirlerinin güvenliğini sağlama ve ABD ekonomisinin kapasitesini artırma için temel bir dayanak olarak ele alan strateji, teknolojiyi egemen bir araç ve yeniden sanayileşme, tedarik zincirlerinin güvenliğini sağlama ve uzun vadeli rekabet gücünü artırma için temel bir unsur olarak görüyor, ancak kesin finansal ayrıntılara girmeden genel eğilimleri özetleyen genel bir rehber olmaya devam ediyor.

Strateji, teknolojiyi ayrıntılı nicel ekonomik analizlerden ziyade, öncelikle siyasi ve stratejik bir bakış açısıyla ele alıyor. Yapay zeka, otonom sistemler ve ileri teknolojilerin geliştirilmesi gerektiğini vurgulasa da ne kadarlık bir yatırım yapılması gerektiğini belirtmiyor ve kesin finansal oranlar veya tahminler sunmuyor. Ekonomik boyuta değindiğinde bile, ticaretin yeniden dengelenmesi, ulusal sanayinin desteklenmesi ve inovasyonun korunması gibi kavramlara odaklanmakta, ancak ABD’deki teknoloji ekonomisinin gerçek ağırlığını yansıtan net rakamlar vermiyor.

Rakamların kasıtlı olarak yer almaması, teknolojinin ekonomik itici güç olarak öneminin küçümsenmesini değil, kapsamlı bir ekonomik rapor sunmaktan ziyade kamu politikasına rehberlik etmeyi ve ulusal öncelikleri belirlemeyi amaçlayan ulusal güvenlik stratejisinin doğasını yansıtıyor. Dolayısıyla bu sektörün gerçek etkisini ölçmek için bağımsız raporlara ve analizlere güvenilmesi gerekiyor. Örneğin, veri merkezi yatırımlarının 2025'in ilk yarısında ABD ekonomik büyümesinin ana itici gücü olduğunu veya bilgi teknolojisi harcamalarının aynı yıl rekor seviyelere ulaştığını gösteren veriler, ABD ekonomisinin özünde teknoloji odaklı bir ekonomi haline geldiğini teyit ediyor.

Askeri eksen

Amerikan stratejisi, teknolojinin modern askeri gücün özü haline geldiği ve askeri üstünlüğün artık geleneksel silahların büyüklüğüne veya savaş platformlarının sayısına bağlı olmadığı, daha çok savaşı yönetebilen ve onun hızını ve seyrini belirleyebilen akıllı yeteneklere sahip olmaya bağlı olduğu yönündeki net bir vizyona dayanmıyor. Bu bakış açısına göre üstünlük sadece silahın türüyle değil, aynı zamanda geliştirilme hızı, modernizasyon esnekliği ve devletin ileri teknolojiyi rakiplerini geride bırakacak bir hızda askeri sistemine entegre etme kabiliyetiyle de ölçülür. Bu yüzden belge, yapay zeka, insansız sistemler, uzay ve ileri düzey bilgi işlem teknolojilerini, ABD ile Çin arasındaki güç dengesini yeniden şekillendirmede kritik unsurlar olarak ele alıyor.

dfrgthy
ABD Başkanı Donald Trump imzaladığı bir başkanlık kararını gösterirken (AFP)

Strateji, Çin’in tehdidinin sadece silahlı kuvvetlerinin sayısal genişlemesinden değil, aynı zamanda ordusunun yapısal dönüşümünün doğasından da kaynaklandığını, operasyonel yapısının yapay zeka ve insansız sistemler etrafında yeniden şekillendirildiğini belirtiyor. Bu değerlendirme, Pentagon’un Çin'in askeri gücü hakkındaki 2023 yılı raporunda yer alan bulguları da destekliyor. Söz konusu rapor, Pekin'in, Çin Halk Kurtuluş Ordusu'nun modernizasyonunun temel direği olarak, keşif, elektronik savaş, ateş kontrolü ve insansız araçların geliştirilmesi dahil olmak üzere, savaş sistemlerine yapay zeka entegre etmek için büyük yatırımlar yaptığını teyit ediyor. RAND Corporation tarafından geçtiğimiz ağustos ayında Çin ordusunda insanlı ve insansız sistemlerin entegrasyonu konsepti üzerine yayınlanan bir çalışma, Pekin'in hız, dikkat dağınıklığı ve çoklu saldırı eksenlerine dayalı taktiksel üstünlük elde etmek amacıyla, manevra yapabilen ve insanlı platformlarla koordinasyon kurabilen insansız hava araçları (İHA) filolarını kullanmaya dayalı yeni bir operasyonel model oluşturmaya çalıştığını gösterdi. Çin'in bu eğilimi, gelecekteki askeri kapasitesinin temel bileşeni olarak yapay zeka ve otonom araçlara dayanan bir savaş tarzına yöneldiğini yansıttı.

Stratejinin açıklandığı belge, teknolojik üstünlüğün korunmasının, özellikle elektronik çipler ve hassas bileşenler alanlarında bağımsız ve dayanıklı bir savunma sanayi tabanına sahip olmaktan ayrılamayacağını vurgulayarak son buluyor.

Ancak, yatırımın büyüklüğünden daha önemli olan, kullanımın niteliği. Çin, İHA’ları sadece destek aracı olarak geliştirmekle kalmıyor, aynı zamanda üst düzeyde özerk çalışan, birbirleriyle iletişim kuran ve savaş alanında kolektif taktik kararlar alan savaş filoları oluşturmak için de çalışıyor.

Strateji, ABD’nin bu düzeyde yarı özerk operasyonları nispeten daha yavaş bir hızda geliştirdiğini ve bunun da askeri yetenekleri için benzeri görülmemiş bir zorluk oluşturduğunu kabul ediyor. Ortak eylemde bulunabilen binlerce akıllı İHA’nın varlığı, savaş kurallarını kökten değiştiriyor, daha zayıf ve daha yavaş tehditlerle başa çıkmak için tasarlanmış geleneksel savunma sistemlerinin etkinliğini sınırlıyor ve savaş alanında yoğunluk ve esnekliği belirleyici faktörler haline getiriyor.

Bu teşhise dayanarak, strateji ABD’nin caydırıcılığını güçlendirmek için bazı pratik önlemler öneriyor. Bu önlemlerin başında, yüksek riskli ortamlarda çalışabilen otonom hava, deniz ve kara sistemlerinin geliştirilmesini hızlandırmak ve akıllı araçlar ve İHA filoları konusunda Çin’in sayısal üstünlüğüne yetişip bu açığı kapatmak geliyor.

Strateji ayrıca, uydular, radarlar, uçaklar ve çeşitli sensörlerden elde edilen verileri algoritmalarla yönetilen tek bir operasyonel tabloya entegre edebilen ortak ağlar kurarak komuta ve kontrol sistemlerinde yapay zeka kullanımının genişletilmesini ve Washington'a potansiyel rakiplerini geride bırakan bir karar alma hızı kazandırılmasını öngörüyor.

Bu strateji, uzayı artan askeri rekabetin merkezine yerleştiriyor. ABD, navigasyon, iletişim, erken uyarı ve istihbarat toplama amaçlı kapsamlı ve karmaşık bir uydu sistemine güveniyor ve ABD ulusal istihbarat raporları, bunun dünyanın en büyük askeri uzay altyapısı olduğunu belirtiyor. Öte yandan tahminlere göre Çin, askeri veya çift kullanım amaçlı yüzlerce uydu kullanıyor ve anti-uydu sistemleri, sinyal bozma teknolojileri veya uzay sensörlerinin yüksek hassasiyetli hedeflemesi yoluyla ABD'nin uzay varlıklarını bozma yeteneklerini hızla geliştiriyor. Bu yüzden strateji, uzayda caydırıcılığı güçlendirme ve ABD'nin askeri operasyonlar yürütmek ve 24 saat boyunca hayati bilgiler toplamak için kullandığı uyduları koruması gerektiğini vurguluyor.

Stratejinin açıklandığı belge, teknolojik üstünlüğün korunmasının, özellikle elektronik çipler ve hassas bileşenler alanlarında bağımsız ve dayanıklı bir savunma sanayi tabanına sahip olmaktan ayrılamayacağını vurgulayarak son buluyor. Yapay zeka, uzay ve ileri düzey bilgi işlem teknolojilerine dayalı bir askeri yarış, temel tedarik zincirlerinin kısmen düşmanın etki alanı içinde olması veya jeopolitik baskıya maruz kalması durumunda başarıyla sürdürülemez.

Bu anlamda, ABD’nin stratejisi 21. yüzyılda güç kavramının ‘teknolojinin artık sadece silahları iyileştirmek veya etkinliklerini artırmak için bir araç değil, silahın kendisi haline geldiğini’ gösteren net bir tablosunu sunuyor. Akıllı sistemleri, uzayı ve orduların dijital altyapısını kontrol edenler, önümüzdeki on yıllarda küresel gücün şeklini ve dengesini belirleyecek.