Birleşik Krallık’ın İsrail ve Filistin ikilemi

Filistinlilere yardımlarının yanı sıra Londra, son yıllarda İsrail’e de yakınlaştı

Reuters
Reuters
TT

Birleşik Krallık’ın İsrail ve Filistin ikilemi

Reuters
Reuters

Christopher Phillips

Birleşik Krallık’ın, İsrailli askerlerin ve sivillerin Hamas eliyle katledilmesine ve kaçırılmasına yönelik hızlı tepkisi, korku hissi ve hızlı destek sağlama telaşı ile şekillendi. Başbakan Rishi Sunak da “terörün kazanamayacağını” ve “İsrail’in kendini savunma ve daha fazla saldırıyı caydırma konusunda tartışmasız bir hakka sahip olduğunu” vurguladı.

Öte yandan İşçi Partisi (LP) lideri Keir Starmer ise “İsrail’de yaşanan hadiseler karşısında dehşete ve korkuya kapıldığını, Hamas’ın sergilediği bu davranışların Filistin halkına bir fayda sağlamadığını ve İsrail’in halkını savunma hakkını her zaman kullanması gerektiğini” ifade etti. Kamuoyu yoklamalarında büyük bir farkla öne çıktığı için Starmer’ın bir sonraki Birleşik Krallık başbakanı olacağı kanaati yaygın.

Ancak bu doğrudan destek sunumunun yanı sıra mevcut çatışma, Birleşik Krallık siyasetçileri için bir zorluk da oluşturuyor. Mesela uluslararası düzeyde Birleşik Krallık hükümeti, son yıllarda İsrail’e yakınlaştı. Bununla birlikte Birleşik Krallık’ın müttefikini etkileme ve Filistinlilerle daha geniş çatışmada gücü büyük oranda azaldı. Birleşik Krallık’ın yurt dışındaki seçeneklerinin sınırlılığıyla birlikte çatışma, yurt içinde daha etkili hale geldi. Ortadoğu’da yaşanan hadiselerle ilgili olarak Yahudi karşıtlığı (antisemitizm) yükselişe geçiyor. Nitekim yetkililer ile Filistin destekçisi büyük gruplar arasında çatışmalar yaşanıyor ve bu eylemciler, İsrail’in Gazze’deki intikam eylemlerini protesto ediyor. Hem iktidardaki Muhafazakârlar hem de muhalefetteki İşçi Partisi, çatışmada bir ölçüde uluslararası önem kazanma umuduyla birlikte İsrail’e verilen içgüdüsel desteğin ve muhtemel iç gerilimlerin nasıl yönetileceği ikilemiyle karşı karşıya.

İsrail’e ve barış sürecine destek

Birleşik Krallık’ın hem İsrail hem de Filistin’le uzun bir ilişkisi var. Bilindiği üzere Londra, 1917 yılında meşhur Balfour Deklarasyonu’nu yayınlayarak Filistin mandasını üstlendi. Bu da İsrail’in gelişiminin yolunu açtı. Soğuk Savaş döneminde Birleşik Krallık, İsrail’e karşı, Birleşik Krallık’ın 1948 yılında Filistin’den çekilmesine yol açan terör hamlesinden kaynaklanan eski düşmanlığını bir kenara bıraktı ve iki devlet sadık müttefikler haline geldi. Diğer Batılı ülkeler gibi Birleşik Krallık da 1990’lı yıllarda Oslo Barış Anlaşması’nın önerdiği ve sürekli desteklediği ‘iki devletli çözümü’ benimsedi.

Birleşik Krallık’ın katılımı, Tony Blair’in başbakanlığı döneminde Blair, ABD Başkanı George W. Bush’u, sekteye uğrayan barış sürecini canlandırmaya ikna etmeyi başardığında doruk noktasına ulaştı. Bununla birlikte Bush’un önerdiği ‘barış için yol haritası’ Oslo Anlaşması’nda karşılaşılanlara benzer engellerle karşı karşıya kaldı. Blair daha sonra (ABD’den, Birleşmiş Milletler’den, Avrupa Birliği’nden (AB) ve Rusya’dan oluşan) Ortadoğu Dörtlüsü’nün özel elçisi görevini üstlense de Birleşik Krallık’ın bu süreçte oynadığı doğrudan rol nispeten sınırlı kaldı.

“Hamas’ın saldırıları sırasında ve sonrasında 17 Birleşik Krallık vatandaşı öldürüldü ya da kayboldu. Bu sayının artmasından endişe duyuluyor, çünkü halihazırda İsrail’de ya da Gazze Şeridi’nde 60 binden fazla Birleşik Krallık vatandaşının bulunduğu tahmin ediliyor”

O zamandan bu yana Birleşik Krallık’ın katılım düzeyi düştü. Bununla birlikte halen Filistin Yönetimi’ne ve Gazze Şeridi’ne yardım sunuyor. Örneğin Birleşik Krallık, 2018’den 2023’e kadarki dönemde Batı Şeria’da ve Gazze Şeridi’ndeki ekonomik faaliyeti desteklemek amacıyla 38 milyon sterlin yardım sunma sözü verdi. Ayrıca sağlık ve eğitim çalışanlarının ücretlerini ödemesine yardımcı olmak için de Filistin Yönetimi’ne ek olarak 20 milyon sterlin gönderdi. ABD Başkanı Donald Trump, Washington’ın, işgal altındaki topraklarda hayati hizmetlerin masraflarını karşılayan UNRWA’ya katkısını durdurduğunda Birleşik Krallık, açığın kapatılmasına yardımcı olmak için 7 milyon sterlin değerinde ek fon sağlamak suretiyle müdahale edecek kadar ileri gitti.

Ancak Filistinlilere yardımlarının yanı sıra Londra, son yıllarda İsrail’e de yakınlaştı. Özellikle teknoloji alanında ticaretleri arttı. Nitekim halihazırda İsrail, Birleşik Krallık’ın mal ve hizmet ihracatı için Ortadoğu’da en büyük beşinci noktayı temsil ediyor. İktidardaki Muhafazakâr Parti’nin, Birleşik Krallık’ın AB’den çıkması (Brexit) için yapılan referandumdan sonra sağa doğru kaymasıyla partinin önde gelen pek çok ismi, İsrail’e daha fazla destek çağrısında bulundu.

2019 ila 2022 yıllarında İçişleri Bakanı olarak görev yapan Priti Patel, İsrail’e yaptığı gizli bir yolculuğun ardından eski bakanlık görevinden istifa etmek zorunda kaldıktan sonra tanınmış bir destekçi oldu. Aynı şekilde 2022 yılında kısa başbakanlık görevi sırasında Liz Truss da adım adım Donald Trump’ı taklit ederek Birleşik Krallık büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını istedi. Ki bu, Birleşik Krallık’ın İsrail’in Doğu Kudüs’ü yasa dışı olarak ilhakına verdiği desteği etkili bir şekilde gösterecekti. 2019 yılında Birleşik Krallık, Hizbullah’ı bir terör örgütü olarak sınıflandırdı. Zaten İsrail bunun için uzun bir süredir baskı uyguluyordu.

Foto: 18 Ekim 2023’te Filistin’e destek mesajı veren pankartlar taşıyan göstericiler, 18 Ekim 2023’te Londra’daki Başbakanlık konutu önünde düzenlenen protestoya katıldı (AFP)
18 Ekim 2023’te Filistin’e destek mesajı veren pankartlar taşıyan göstericiler, 18 Ekim 2023’te Londra’daki Başbakanlık konutu önünde düzenlenen protestoya katıldı (AFP)

“Filistin’i destekleyen aktivistlerin çoğu kendisini Yahudi karşıtı olarak görmezken Birleşik Krallık’taki Yahudi cemaatinin üyeleri onların bazı eylemlerini Yahudiler için bir tehdit olarak görüyor”

İsrail’in dostu olan Muhafazakârlar, aynı zamanda onu eleştirmekten de geri durmadı. Mesela Dışişleri Bakanı Jeremy Hunt, Trump’ın 2019 yılında İsrail’in Suriye’deki Golan Tepeleri’ni yasa dışı olarak ilhakını tanımasını kınadı. Birleşik Krallık da İsrail’in Gazze’ye yönelik önceki saldırılarında sivillerin korunması çağrısında bulundu. Tarihî açıdan Birleşik Krallık, uzun bir süredir İsrail’in destekçisi. Ancak bugünkü çatışma, İsrail’i öncekilerden daha çok destekleyen bir hükümetin başta olduğu bir dönemde patlak verdi.

Çatışmanın patlak vermesinin ardından Rishi Sunak’ın aldığı ilk tedbirlerden birinin İsrail’e asker, istihbarat ve güvenlik desteği sunmak olması dikkat çekici. Bu, İsrail’in bu unsurlardan herhangi birinden yoksun olmadığı ve herkesin imkânlarından çok daha büyük ABD kaynaklarına dayanma imkânına sahip olduğu göz önünde bulundurulunca garip bir teklif gibi görünebilir. Ancak Brexit sonrası bir dünyada güvenlik ve askerî kaynaklar, Birleşik Krallık’ın sunabileceği az sayıda araçlar arasında yer alıyor. Zira AB’den çıktıktan sonra Birleşik Krallık, büyük ekonomik ve diplomatik ağırlığı kaybetti.

İsrail, başka herhangi bir yerden gideremeyeceği bir eksikliğin veya ihtiyacın işareti olarak değil de Birleşik Krallık’la dostluğunun bir işareti olarak bu teklifi kabul edebilir. O zamandan sonra Sunak ayrıca, Gazze Şeridi’nin bombalanmasının ardından Refah sınır kapısının insani yardımlar için açık tutulmasına yardımcı olmak üzere Mısır’a da askeri bir destek sağlamayı teklif etti ve başka seçeneği olmadığı için yine güvenlik tekliflerine dayandı.

İsrail karşıtı gösteriler ve Yahudi karşıtlığı konusunda uzun süredir bir gerilim söz konusu. Bazıları, İsrail dünyadaki tek Yahudi devlet olduğu için İsrail’e yönelik protestonun Yahudi karşıtlığı olduğunda ısrar ediyor. Bu görüşün muhalifleri ise İsrail devletini eleştirmek ile genel olarak Yahudileri hedef almak arasında bir fark olduğunu savunuyor. Bununla birlikte Filistinlileri destekleyen eylemcilerin birçoğu kendilerini Yahudi karşıtı olarak görmezken, Birleşik Krallık’taki Yahudi toplumunun üyeleri, onların bazı eylemlerini Yahudiler için bir tehdit olarak görüyor. Londra’da Yahudi nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgelerin duvarlarına ‘Filistin özgürdür’ sloganının yazılması buna bir örnek. Toplum Güvenliği Vakfı (Community Security Trust/CST) da bazılarının ‘Yahudi halkı tehdit ve rahatsız etmek için Filistin yanlısı siyasetin sembollerini ve dilini söylem silahı olarak kullandığına’ işaret etti.

Muhafazakâr İçişleri Bakanı Suella Braverman, Yahudi karşıtlığına dair endişelerini dile getirerek, Birleşik Krallık polisine daha sert önlemleri almayı düşünmesini tavsiye etti. Ayrıca Filistin bayrağı dalgalandırmak gibi, bazı koşullarda meşru olabilecek bazı davranışların, maksat terör eylemlerini yüceltmek olduğunda yasaklanmasından bahsetti. Braverman, araba sürerek Yahudi mahallelerinden geçmenin, Yahudi halkını düşmanca tezahüratlarla hedef almanın ya da Filistinlileri destekleyen semboller kullanmanın kabul edilemez olduğunu da vurguladı.

Foto: 18 Ekim 2023’te Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak, Londra’daki Avam Kamarası’nda Başbakana Sorular oturumunda konuşuyor (AFP)
18 Ekim 2023’te Birleşik Krallık Başbakanı Rishi Sunak, Londra’daki Avam Kamarası’nda Başbakana Sorular oturumunda konuşuyor (AFP)

Bu açıklamalar, Filistin destekçileri ve ifade özgürlüğü eylemcileri arasında endişelere yol açtı. Şöyle ki bazıları İsrail’e güçlü desteğiyle tanınan Braverman’ın Filistin bayrağına yasak getirilmesi için etkili bir çağrıda bulunduğundan çekiniyor. Buna cevaben polis teşkilâtı, Filistin davasını desteklemeyi otomatik olarak Hamas’ı desteklemekle eşit görmeyeceğini açıkladı ve ‘dinî güdülerle yapılan herhangi bir tacize veya korkutmaya müsamaha gösterilmeyeceğini’ de belirterek memurların gerektiğinde harekete geçeceğinin sözünü verdi.

“Mevcut çatışma, Birleşik Krallık siyasetçileri için bir zorluk oluşturuyor. Mesela uluslararası düzeyde Birleşik Krallık hükümeti son yıllarda İsrail’e yaklaştı. Bununla birlikte Birleşik Krallık’ın, müttefikini etkileme ve Filistinlilerle daha geniş çatışmada gücü büyük oranda azaldı”

İşçi Partisi’nin dengeli tavrı

İşçi Partisi, devam eden çatışmaya tepki verme konusunda zorlu bir dengeleme süreciyle karşı karşıya. Filistinlilerin güçlü bir destekçisi olan Jeremy Corbyn’in liderliğinde parti, Yahudi karşıtlığı suçlamalarına maruz kaldı. Bu da çok sayıda Yahudi üyenin ve pek çok milletvekilinin ayrılmasına yol açtı. Keir Starmer, partinin başına geçtiği andan itibaren partiyi eski konumuna getirmek, Yahudi karşıtlığı konusunda iç soruşturmalar başlatmak ve Jeremy Corbyn’in de aralarında bulunduğu bazı üyeleri ihraç etmek üzere ciddiyetle çalışmaya başladı.

Starmer’ın İşçi Partisi konferansındaki açılış konuşmasına İsrail’e desteğini ifade etmekle başlaması şaşırtıcı değildi. Zira bu, Corbyn geleneğinden açık bir şekilde uzaklaşmayı temsil etse de İşçi Partisi’nin, İsrail’deki sosyalist Siyonizm’in kurucularıyla ortak ideolojik bağlantılardan ötürü tarihî olarak İsrail’le yakın ilişkiyi sürdüren daha geniş geleneğiyle örtüşüyor.

Bununla birlikte Starmer, hassas bir dengeleme süreciyle karşı karşıya. Şöyle ki bir yandan İsrail’in kendini savunma hakkına yönelik açık desteğiyle Birleşik Krallık Yahudilerine, İsrail destekçilerine ve kamuoyuna, kendisinin Corbyn’den farklı bir lider olduğunu göstermeyi hedefliyor, kendisini Yahudi karşıtlığı ve Filistinlilere verilen içgüdüsel sol destek hakkındaki tartışmadan uzak tutuyor ve İşçi Partisi ile daha geniş seçmen kitlesi arasında İsrail destekçisi eylemcilerden oluşan özel bir grubun desteğinin korunmasına duyulan ihtiyacı da kabul ediyor.

Ancak Filistin destekçilerinden oluşan kararlı bir grup da var ve Starmer’ın iktidara gelmeyi umuyorsa bu kişileri de kaçırmaması gerekiyor. Örneğin Birleşik Krallık Müslüman İşçi Partisi üyelerinden oluşan İşçi Partisi Müslüman Ağı (Labour Muslim Network/LMN), Starmer’ın, İsrail’in Gazze’ye enerji ve su tedarikini kesme ‘hakkı’ olduğu yönündeki açıklamasını eleştirerek, bu tür eylemlerin ‘toplu bir cezalandırma’ teşkil ettiğini, bunun da uluslararası hukuka aykırı olduğunu vurguladı. Çatışma devam ederse Starmer, partisinin bazı üyeleri ve destekçileri tarafından daha fazla zorlukla karşılaşabilir. Hele de İsrail’in Gazze’de öngörülen misilleme eylemleri büyük kayıplara yol açarsa…

Birleşik Krallık’ın sınırlı uluslararası nüfuzuna bakıldığında hem Keir Starmer hem de Rishi Sunak, Birleşik Krallık’ın çatışmanın gidişatı üzerinde büyük bir etkiye sahip olmasının mümkün olmadığını görüyor. Muhtemelen katkıları; destek ifade etmeyi, kınama yayınlamayı ve daha geniş uluslararası toplum içinde gerilimi bitirme çağrısında bulunmayı kapsıyor. Ayrıca Birleşik Krallık, çatışmalarla ilgili mevcut yardımlara ve güvenlik operasyonlarına da destek veriyor.

Çatışmanın doğrudan ve somut sonuçları, Birleşik Krallık toplumunda da hissedilebilir. Bu bağlamda esas odak noktası, kendilerini çatışmanın ortasında bulabilecek Birleşik Krallık vatandaşlarının korunması ve tahliye edilmesi olacaktır. Ayrıca devam eden çatışmanın Birleşik Krallık toplumu üzerindeki olumsuz etkilerini veya yansımalarını azaltmak için de çaba gösterilecektir. Bu, Birleşik Krallık’ta güvenliğe, genel duyarlılığa ve toplumsal ilişkilere ilişkin endişelerin ele alınmasını da içine alabilir.

* Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



Karmaşık denklemlerin gizli akıl hocası: Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Mareşal Asım Munir

Görsel: Eduardo Ramon
Görsel: Eduardo Ramon
TT

Karmaşık denklemlerin gizli akıl hocası: Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Mareşal Asım Munir

Görsel: Eduardo Ramon
Görsel: Eduardo Ramon

Kemal Allam

ABD Başkanı Donald Trump, bu ayın ortalarında Pakistan Kara Kuvvetleri Komutanı Mareşal Asım Munir ile görüşmesi alışılmışın dışında bir durumdu. Çünkü toplantıda Mareşal Munir’in ABD'li mevkidaşı yer almadı. Ancak dikkati çeken sadece bu toplantının alışılmadık şekli değil, bölgede gerginliğin tırmandığı bir döneme denk gelmesiydi. Bu durum, birçok kişinin toplantının arka planı ve olası sonuçları hakkında sorular sormasına neden oldu.

Başkentlerin gözleri, hassas bölgesel meselelerde olası arabulucu olarak Maskat ve Doha’ya çevrilmişken, pek çok kişi İran’daki İslam Devrimi’nden bu yana Tahran’ın Washington'daki çıkarlarını Pakistan'ın temsil ettiğini gözden kaçırıyor.

Daha önce 2024 yılı başlarında Al-Majalla’da yayınlanan bir makalede de yazdığım gibi İran ile 900 milden fazla ortak sınıra sahip olan Pakistan, Tahran'a karşı açıkça bir istihbarat savaşı yürütüyor.

Köklü siyasi ve kültürel ilişkilere ve Pakistan'ın İran dışında en büyük Şii topluluğuna ev sahipliği yapmasına rağmen, iki ülkenin güvenlik kurumları, yani İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) ve Pakistan İstihbarat Servisi (ISI) arasında 1980'li yıllardan bu yana ‘gölge savaşı’ benzeri kronik bir düşmanlık süregeliyor. Suriye'deki çatışma alanlarından Beyrut'taki Filistin kamplarına, Azerbaycan ve Afganistan'a kadar, iki taraf çatışan çıkarları nedeniyle ve vekilleri aracılığıyla defalarca kez karşı karşıya geldi.

Bu arka plan, Pakistan ordusunu ve Kara Kuvvetleri Komutanı Mareşal Munir’i, ABD’nin Güney ve Batı Asya'da yürüttüğü politika hesaplarında son derece önemli bir konuma yerleştiriyor. Trump görüşmenin ardından, Mareşal Munir’in bu yılın başlarında Hindistan ile Pakistan arasındaki gerginliği yatıştırmaya katkıda bulunduğunu ve ABD'nin Afganistan topraklarında en çok aradığı kişiyi yakalamasında önemli bir rol oynadığını belirtti. Trump dikkat çekici açıklamasında, Pakistan ordusunun ‘İran'ı ABD'den çok daha iyi tanıdığı’ itirafında bulundu.

Peki, Beyaz Saray'ın güvenini kazanan ve karmaşık bölgesel güvenlik denklemlerde ‘gizli akıl hocası’ olarak görülen Asım Munir kimdir?

Birkaç hafta önce, dünyanın ve haber bültenlerinin dikkati, kısa süreliğine de olsa, Gazze veya Ukrayna dışındaki başka bir çatışmaya yöneldi. Hindistan ve Pakistan ne zaman karşı karşıya gelse, en kötü senaryoları ve nükleer savaş riskini de beraberinde getirir. Ancak bu kez iki ülke gerçekten uçurumun eşiğine geldi. Öyle ki, Başkan Trump ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio'nun açıklamalarına göre Trump'ın başlattığı ve Başkan Yardımcısı J. D. Vance ile Bakan Rubio'nun 24 saat boyunca yürüttüğü yoğun diplomatik telefon görüşmeleri olmasaydı, iki taraf arasında tam bir ateşkes sağlanamazdı.

Bu müdahaleden önce Hindistan ve Pakistan aralarında günlerce çatıştı. Karşılıklı hava saldırıları düzenlediler ve her iki ülkenin topraklarının derinliklerindeki hedefler insansız hava araçları (İHA) ile vuruldu.

Her iki taraf da kimin galip geldiği konusunda tartışmaya devam sürer ve raporlar Pakistan hava kuvvetlerinin teyit edilmiş kayıplar verdiğini gösterirken, öne çıkan tek isim Pakistan Genelkurmay Başkanı General Asım Munir oldu. Merkezi ABD’nin Florida eyaletindeki Tampa şehrinde bulunan ve Pakistan ile koordinasyondan sorumlu olan ABD Merkez Komutanlığı'na (CENTCOM) sorarsanız, Mareşal Munir'in sağlam bir komutan olduğu ve Batı Asya'nın, hatta Ortadoğu'nun istikrarında merkezi bir rol oynadığı konusunda kesin bir kanaat olduğunu göreceksiniz. Bugün, tüm dünya bunun farkında.

Pakistan ordusunun komutanları, ordunun büyüklüğü ve muazzam yetenekleri nedeniyle, Forbes ve Times dergileri tarafından hazırlanan dünyanın en güçlü 100 komutanı listesinde düzenli olarak ilk sıralarda yer alıyor.

Mareşal Munir, Pakistan ordusunun Suudi Arabistan ve Çin'den başlayarak, ABD ordusuyla on yıllardır süren sağlam ilişkilerine ve tabii ki nükleer silahlarına kadar uzanan bağlantıları nedeniyle uluslararası bir ağırlığa sahip. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bu yüzden her üç ila altı yılda bir, farklı komutanların görevlerine bağlı olarak, yaklaşık 700 bin askerden oluşan bu ordunun komutasını kimin üstleneceği konusunda, diğer uluslararası ordulara kıyasla daha fazla spekülasyon yapılıyor.

dfrg
Hindistan ve Pakistan arasındaki kontrol hattı yakınlarındaki Ahnur bölgesinde bir tankın yanında duran Hint askerleri (AFP)

Diğer komutanlardan tamamen farklı bir geçmişe sahip olan Asım Munir’in bu geçmişi, daha önceki koşullarda onun gibi birinin böyle bir mevkiye gelmesini imkansızlaştırabilirdi. Mareşal Munir, Pakistan’ın dini bir okulda eğitim gören ilk ordu komutanı. Ondan önceki komutanlar ise İngiliz hakimiyeti döneminden kalma seçkin yatılı okullara veya ordunun yönettiği askeri kolejlere gitmiş kişilerdi. Ayrıca, Pakistan'ın Kakul'da bulunan seçkin Pakistan Askeri Akademisi'nden mezun olmayan ilk komutan olan Asım Munir, daha az tanınan ve şu anda artık mevcut olmayan Mangla'daki Subay Eğitim Okulu'nda eğitim gördü. Munir, bunun yanında 40 yılı aşkın bir sürenin ardından Batı'da askeri eğitim almamış veya yüksek lisans yapmamış ilk general oldu. Pakistan ordusunun önceki dokuz komutanı, kariyerlerinin erken, orta veya üst aşamalarında İngiltere, ABD veya Kanada'da eğitim almıştı. Munir ise aslında Tokyo ve Kuala Lumpur'da, meraklı Batılı istihbarat analistlerinin gözünden uzak bir şekilde eğitim gördü. Bununla birlikte güçlü iç istihbarat teşkilatının başkanlığını en kısa süreliğine üstlenen kişi de o oldu.

Tüm bunlardan dolayı Mareşal Munir, 2022 yılında Silahlı Kuvvet Komutanı olarak atandığında, alışılmadık bir şekilde zirveye yükselişi ve mütevazı başlangıcı şaşkınlık uyandırdı.

Tokyo'dan Tampa'ya

Tampa’daki CENTCOM Komutanı General Michael Corella, Pakistan'ın, NATO'ya üye olmayan başlıca ortağı olarak rolünü ve konumunu değerlendirmekle görevli olduğundan, Asım Munir'i üç yıldan kısa bir sürede en az altı defa ziyaret etti. Her yıl, ABD Kongresi'nde gerçekleşen güvenlik ve istihbarat konulu oturumlarda, Pakistan'ın nükleer silahlarının güvenliği ve ABD'nin Batı Asya ve Ortadoğu'da istikrarı sağlamak için Pakistan'a ne kadar güvendiği konusunda sorular soruluyor. Bu sorular, ABD'nin diğer stratejik müttefiki Suudi Arabistan ile olan yakın ilişkileri dikkate alınarak dile getiriliyor.

CENTCOM Komutanı Corella, 2023 yılında ABD Temsilciler Meclisi üyelerini, Asım Munir ile olan ‘sağlam ilişkisi’ ve Munir'in ülkesinin güvenliğini ve istikrarını sağlama kabiliyeti konusunda ikna etmek için büyük çaba sarf etti. Munir’i Tampa'da ağırlayan Corella, Pakistanlı komutanın Washington'da siyasilerle olan görüşmelerini koordine etti. Corella, geçen haftalarda yaptığı açıklamada, ABD'nin Pakistan ile olan güvenlik ortaklığının mükemmelin ötesinde olduğunu bir kez daha vurguladı.

Corella, Pakistan ordusunun Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve diğer ülkelerle olan yakın ilişkileri sayesinde Munir'i Ortadoğu'nun istikrarı için bir köşe taşı olarak görüyor. Suudi Arabistan'da uzun yıllar yaşamış olan Munir, Arapçayı akıcı bir şekilde konuşuyor ve bölgenin dengeleri ve dinamikleri ile Pakistan ve ABD arasındaki ortak güvenlik sistemiyle nasıl uyum içinde olduğu konusunda derin bir anlayışa sahip.

Suudi Arabistan-Pakistan ilişkileri, uzun geçmişe sahip ilişkilerden daha fazlasıdır. Suudi Arabistan'ın eski İstihbarat Şefi Prens Türki el-Faysal, Suudi Arabistan-Pakistan ilişkilerini, diğer tüm ilişkilerden daha güçlü olarak nitelendirmişti. Munir, Suudi Arabistan'da geçirdiği üç yıl sayesinde bu ilişkileri güçlendirmiş ve halihazırda köklü olan bu dinamiklere yeni bir boyut katmıştır.

Munir Asım, Pakistan tarihinin en güçlü komutanı mı?

Bu soru, Pakistan'ın askeri meselelerinde uzmanlaşmış en önde gelen gazetecilerden biri olan ve iki yılı aşkın süredir askeri kurumlarla ilgili haberleri yakından ve derinlemesine takip eden Vecih Said Han tarafından soruldu. Pakistan'ın tarihi boyunca, Muhammed Ziyaülhak, Muhammed Eyüb Han ve Pervez Müşerref gibi ülkeyi fiilen yöneten cumhurbaşkanları da dahil olmak üzere, muazzam nüfuza sahip askeri komutanlar gördüğü düşünüldüğünde, bunun oldukça cesur bir soru olduğuna şüphe yok.

Ancak Asım Munir'i öncekilerden ayıran özelliği, Pakistan Askeri İstihbaratı (MI) ve ISI olmak üzere iki ana istihbarat biriminin başkanlığını yürüten ilk ordu komutanı olmasıdır. Ayrıca tüm bunlardan bağımsız bir saygınlığa sahip olan Munir, Batılı yetkililerden çekinmiyor veya onları memnun etmeye çalışmıyor gibi görünüyor. Bu da kendisinden önceki bazı komutanların, mezun oldukları Batılı eğitim kurumlarının büyüsüne kapıldıkları söylemlerinin aksine bir durum teşkil ediyor.

Göreve gelişiyle sadece üç yıl içinde, tekrarlanan provokasyonlara yanıt olarak Afganistan, İran ve Hindistan'a doğrudan saldırılar düzenleyen Mareşal Munir, Tahran'ı, Belucistan sınırında herhangi bir girişimde bulunmaması konusunda uyardı, emriyle Hindistan uçakları düşürüldü ve Hindistan'daki hedefler bombalandı. Bunun yanında Afganistan’da iktidardaki Taliban’a sert bir üslupla seslenen Munir, Taliban’dan sınır ötesi silahlı gruplara verdiği desteği durdurmasını talep ederek, daha önce eşi ve benzeri görülmemiş bir tutum sergiledi.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.