Yusuf Vakkas
Milano merkezli Feltrinelli Yayınevi tarafından geçtiğimiz ocak ayında yayınlanan Avustralyalı filozof David J. Chalmers'ın ‘Reality+: Virtual Worlds and the Problems of Philosophy’ (Gerçeklik+: Sanal Dünyalar ve Felsefe Sorunları) adlı kitabın temel argümanı bir simülasyon içinde yaşadığımız, daha doğrusu pratikte bunun tersini kanıtlayamadığımız şeklindedir. Simülasyon teorisi alanında önde gelen düşünürlerinden biri olan Chalmers, bu kitapla bizi teknolojinin, sanal gerçekliğin gerçek dünyaya dönüşeceği noktaya kadar ileri aşamalara ulaştığı önümüzdeki on yılların sanal alemlerinde büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor.
Chalmers kitabında çeşitli felsefe ekolleri arasında gezindikten sonra popüler kültürlerden, edebiyattan ve sinemadan felsefi meseleleri canlandırmaya yardımcı olan örnekler vererek, sanal dünyalar arasında baş döndürücü bir yolculuk sayılabilecek ‘artırılmış gerçeklik’ terimini kullanarak ve gerçekliğin doğasına ve onun içindeki yerimize ışık tutarak eski sorulara yeni ve ufuk açıcı yanıtlar vermeyi amaçlıyor.
Simülasyon teorisi, iki tartışmalı varsayıma dayanıyor. Bunlardan birincisi, beyindeki sinapsların (sinir hücrelerinin) ve nörotransmiterlerin (Nöronlar arasında veya bir nöron ile başka tür bir hücre arasında iletişimi sağlayan kimyasallar) yerini mantıksal girdilerin almasıyla insan bilincinin bir bilgisayarda simüle edilebileceği varsayımı.
İkincisi ise gelişmiş medeniyetlerin, yüksek hesaplama gücüyle inanılmaz miktarda bilgiye erişebileceği varsayımı. Her iki varsayım da tartışılmaya devam ediyor. Bu kadar ileri bir medeniyetin bu gücü kullanarak ‘ata-simulasyonunu’ daha varoluşsal özlemlerle olmak kaydıyla başarılı bir şekilde hayata geçirmesi mümkün. Ata-simulasyonu, ‘ikincil iyon kütle spektrometrisinin’ (bir numunenin yüzeyini odaklanmış bir birincil iyon ışınıyla yansıtarak ve ortaya çıkan ikincil iyonları toplayıp analiz ederek katı yüzeylerin ve ince filmlerin bileşimini analiz etmek için kullanılan bir teknik) yüksek enerjili bir versiyonudur.
David Chalmers: Hayatlarımız koronavirüs salgını nedeniyle zaten sanallaştı, dolayısıyla zamanın ilermesiyle daha da sanallaşacağını hayal etmek zor değil.
Ayna oyunu
Chalmers’a göre gerçek dünyalardan ayırt edilmesi imkansızlaşacak sanal dünyalarımız olacak. Peki sanal gerçeklik sadece gerçek dünyadan bir kaçış mı? Bunun bir alternatifi yok mu? Bir bilgisayar simülasyonunda yaşamadığımızı bilmemiz mümkün mü? Chalmers’ın bu sorulara net bir şekilde ‘hayır’ yanıtını veriyor. Sanal gerçekliğin kabul gören gerçeklik olduğunu ve sanal dünyaların ikinci sınıf dünyalar olmadığını söyleyen Avustralyalı filozof, bunu “Sanal gerçeklikte de anlamlı hayatlar yaşayabiliriz ve bunu giderek daha fazla yaşayacağız. Kovid-19 salgını nedeniyle hayatlarımız zaten sanal hale geldi. Dolayısıyla zaman ilerledikçe ve Facebook/Meta'nın yaygınlaşmasıyla hayatlarımızın giderek daha sanal hale geleceğini hayal etmek zor değil. Sanal dünya bir yüzyıl içinde gerçek dünyadan ayırt edilemez hale gelecek” diyerek açıklıyor.
Chalmers sanal dünyanın, bizimki de dahil olmak üzere diğer dünyalar kadar ‘gerçek’ olacağına ve bunun da başka bir dünyanın sanal simülasyonu olabileceğine inanıyor. Gerçeklik anlayışımız üzerinden bizi teorisine inandırmaya çalışan yazar, bir noktada bizi bir ağacı sanki elle tutulur bir şeymiş gibi hayal etmeye çağırıyor, ama vardığı sonuç insanlarda kaygı uyandırıyor. Çok az insan ağaçların kuantum süreçlerine dayandığı gerçeğinin onları daha az gerçek kıldığını düşünen Chalmers, “Bu yüzden dijital bir varlık olarak kuantum mekaniği tarafından yaratıldınız” diyor. Dijital bir varlık olmak mı? Chalmers, Burada varlığımız hakkında şüphe tohumları ekmeye başlıyor. Bu bize alışılmadık gelebilir ama İsveçli filozof Nick Bostrom gelecekte binlerce, hatta milyonlarca simülasyonun tek bir bilgisayar tarafından yürütülebileceğini öngörüyor.
Ancak İtalyan teorik fizikçi Carlo Rovelli, bunların tamamen saçmalıktan ibaret olduğunu söyleyerek “Dünyamız neden başka bir dünyanın simülasyonu olsun ki?” sorusunu yöneltiyor. Harvard Üniversitesi'nden teorik fizikçi Lisa Randall, Frankfurt İleri Araştırmalar Enstitüsü'nden astrofizikçi Sabine Hossenfelder ve diğerleri simülasyon teorisiyle ilgili “Bilişsel beyinlerimiz elbette etrafımızdaki dünyayı simüle eder, ancak dijital fizik diye bir şey yoktur. Çünkü gerçek dünyadakiler yazılım değildir” tezini savunuyorlar. Bununla birlikte kafamızda birçok soru işareti varken belki de bu bilim adamlarının ve filozofların kitaplarını okumalıyız. Carlo Rovelli'nin fizikçi Werner Heisenberg’in Kuzey Denizi’ndeki Helgoland Adası’nda kuantum kuramının temellerini atışını anlattığı, bu çorak adayla aynı adı taşıyan ‘Helgoland’ adlı kitabında gerçekliğin ‘ilişkisel teorisi’ olarak adlandırdığı tezini savunuyor. “Etkileşimlerin dışında hiçbir özellik yoktur” diyen Rovelli, “Peki ya oradaki ağaç ya da ev? Eğer etrafınızdaki bu şeylere dokunamıyorsanız, onların hiç var olmadığı söylenebilir. Gerçekte bir şey var ama bu şey yalnızca etkileşim olasılığını temsil ediyor” ifadelerini kullanıyor.
Dünyanın bir perspektif oyunu, yani ‘yalnızca birbirini yansıtan bir aynalar oyunu’ olduğuna inanan Rovelli, ‘oyun’ kelimesini gerçekliğin bir oyun olduğu anlamında kullanıyor, ama bu hangi oyun? Belki bir video oyunudur. Rovelli bu açıklamaya kesinlikle ikna olmaz, ama video oyunlarının çalışma mantığı da böyle değil mi? Oyun içinde bir alanda koşarken, arkanızda ya da görüş alanınız dışında kalan ağaçlar ve evler gibi görüntüler, yalnızca ona dönüp onunla etkileşime girmeye başladığınızda var olur. Eğer bunun tersi doğruysa, oyun bu nesneleri göstermek için kaynaklarını israf etmez. Ya hiç yoktur ya da yalnızca programlanmış bir olasılık olarak vardır. Dolayısıyla video oyunları da yaşadığımız gerçeklik gibi tamamen etkileşime bağlıdır.
Fizikçi Guido Tonelli ise ‘Genesis’ (Yaratılış) adlı kitabında, “İnsanlar evrenin kendi küçük köşelerini diğer evrenlerle karşılaştırmayı ilk düşündüklerinde şaşırtıcı bir keşfe imza attılar. Her şey ürkütücü derecede benzer görünüyordu. Nasıl olur da tamamen izole bir galaksideki bilinmeyen bir güneş sisteminde yer alan küçük bir gezegende yaşayan bilim adamları neler olup bittiğine bakmaya karar verdiklerinde evrenin birbirinden milyarlarca ışık yılı uzaktaki tüm ücra köşelerinde aynı anda aynı sıcaklığa ulaşmayı kabul edebilirler?” ifadelerine yer veriyor. Bunun arkasında da mı yazılımcılar var?
2030 yılına gelindiğinde zettaflop ile, 2040 yılına gelindiğinde ise eutaflop ile ölçülen işlem gücünde bilgisayarlara sahip olacağız.
Programlanmış gerçeklik
Temelde bilişim teknolojisi (BT) ve bilgi işlem ürünleri hakkında düşünmeye başladığınızda gerçeklik giderek daha programlı görünmeye başlıyor. Evreni homojen ve izotropik hale getirmek, eutaflopun (bilgisayar sisteminin hızını ölçen bir birim) çok üzerinde çalışma hızları gerektiren süper bilgisayarlardaki simülasyon ustaları tarafından planlanmış akıllıca bir yol olabilir. Bilimsel kaynaklara göre petaflop gücünde işlem hızına 2008 yılında, yani 15 yıl önce ulaştık. Bundan sonra 2030 yılında zettaflop, 2040 yılında ise eutaflop hızında işlem gücünde bilgisayarlara sahip olacağız. Saniyede 10 ila 15 işlem hızına petaflop, saniyede 10 ila 18 işlem hızına exaflop, 10 ila 21 arasında işlem hızına zettaflop, 10 ila 24 arasında işlem hızına eutaflop diyoruz. Peki bu sayılar gerçekte ne anlama geliyor? Başlangıç olarak, insan beyninin tam simülasyonunun 2025 yılına kadar mümkün olması ve 10 yıl içerisinde zettaflop gücünde bilgisayarların tüm gezegenin hava koşullarını iki hafta önceden tahmin edebilmesi bekleniyor.
Teknoloji, bilim, kültür dergisi Wired’ın video oyunları uzmanlarına göre böyle bir teoriyi hayata geçirmek elbette kolay değil. Ancak bu teoriye inanılırlık kazandıracak ve böylece onu zaman içinde insanların zihninde pekiştirecek temel koşullar mevcut. Bu temel koşulların ilki, fikri izleyiciye tehdit edici olmayan bir şekilde sunmak, ikincisi, uzmanları tarafından yasallaştırılması, üçüncüsü ise gerçek dünyadaki etkilerini kanıtlayacak kesin kanıtlar ortaya koymaktır. Bu konuya ayrılmış kitaplar, belgeseller ve sinema filmleri gibi, bunlardan daha doğru ve net deliller isteyemezdik.
Aslında 1999 yılında bu hipotezi bir şekilde doğrulayan üç film yayınlandı. Bunlar, Josef Rusnak'ın yönettiği ‘The Thirteenth Floor’ (On Üçüncü Kat), David Cronenberg’in yönettiği ‘Existence’ (Varoluş) ve tabii ki Wachowski Kardeşler’in yönetmenliğini üstlendikleri ‘The Matrix’ filmleridir. Bu filmler kurgusal gerçekliklerin olasılığını varsayarak ilk koşulu yerine getirmiş oldu. İkinci şart, bundan dört yıl sonra, 2003 yılına gelindiğinde insanlığa ve Antropolojiye yönelik sözde varoluşsal tehdit üzerine düşünceleriyle tanınan İsveçli bilgisayar uzmanı Nick Bostrom’un ‘Are We Living in a Computer Simulation?’ (Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyoruz?) başlıklı makalesini yayınladığında yerine getirildi. Bir Bilgisayar Simülasyonunda mı Yaşıyoruz? sorusu sorulduğunda büyük olasılıkla böyle olabileceği cevabını veriyor. Bildiğimiz tek toplumun (bizim toplumumuz) video oyunları ve sanal gerçeklik aracılığıyla kendini simüle ettiği göz önüne alındığında, bu basit bir olasılık meselesi. Dolayısıyla başka herhangi bir teknoloji şirketinin de aynı şeyi yapması makul görünüyor.
Gerçeklere dayalı kanıt olan üçüncü şart ise bir ortamdan diğerine farklılık gösteriyor. ABD’lilerin çoğu için Donald Trump'ın tamamen beklenmedik bir şekilde ABD Başkanı seçilmesi bunun bir kanıtıydı. Aynı şekilde Ççğu insan için tamamen saçmalığı, önemsizliği ve abartısıyla, gerçekliğimizin istikrarına olan her türlü makul inanç biçimini zayıflatmaktan başka bir işe yaramayan Kovid-19 salgını da buna bir kanıt olarak gösteriliyor.
Sonuç şu ki, eski sevgilisi Grimes'ın zihninde yarattığı bir ‘simülasyon’ olduğunu düşünen Elon Musk liderliğindeki günümüz simülasyon teorisyenleri birbirlerinin dijital versiyonları gibiler. Musk’ın hemen ardından astrofizikçi ve teorinin bilimsel destekçisi Neil deGrasse Tyson geliyor. Musk'ın iddialarına bilimsel bir güvenilirlik cilası atansa Bostrom’un temel gerçeklikte, yani orijinal, simüle edilmemiş dünyada olma olasılığımızın milyarda bir olduğunu söyleyerek verdiği destek oldu.
Öte yandan 2021 yılında film kahramanlarının yaşadıkları dünyanın gerçek olmadığını anladıkları üç film daha vizyona girdi. Bunlar ise ‘Bliss’ (Mutluluk), ‘Free Guy’ (Gerçek Kahraman) ve ‘Matrix Resurrections’ filmleriydi. Artık eskiye nazaran tek fark, gerçek hayatta pek çok sıradan gencin aynı şeye inanması. Bunlardan bazılarını, 2021 yılında vizyona giren, Rodney Ascher'in yönettiği ‘A Glitch in the Matrix’ adlı Amerikan belgesel filminde görebiliriz.
Öyleyse filozoflar bu konuya neden hiç değinmediler? Hatta bu konuya hiç yaklaşmadılar bile. Simülasyon teorisini mantıksız, ilgisiz ve de ayrıcalıklıların elindeki bir oyun olarak nitelendirerek bir kenara atmaları, içlerinde bu fikri şöyle bir düşünmek için bile isteksizlik uyandırıyor. Çünkü dünyamızın sahte olduğunu düşünmek, tüm hayatlarını adadıkları bilgi ve anlayış arayışının boşuna olduğu anlamına geliyor. İlk Matrix filminin vizyona girmesini takip eden yıllarda, A Glitch in the Matrix belgeselinde de görülebileceği gibi genç erkeklerin, dünyanın gerçek olmadığı düşüncesiyle çeşitli suçlar işlediği vakalar yaşandı. Bu kesinlikle tüyler ürpertici. Bununla birlikte sıra dışı ve tuhaf olduğu da şüphesiz. Herhangi bir sapkın fikir, ne kadar geçerli olursa olsun, iğrenç davranışlara yol açabilir ve simülasyon hipotezi de bunun dışında tutulamaz.
Fırsatçılık felsefesi mi?
Belki de David Chalmers'ın yukarıda bahsi geçen kitabını yazmasının nedeni de buydu. Kitabı gerçek olan uğruna savaşma kararlılığımızı zayıflatmak için tasarlanmış büyük teknoloji şirketlerinin hizmetinde olan modern, fırsatçı bir felsefe olarak yorumlayacaklar olsa da bunların hepsinin doğru olduğunu kabul eden Chalmers, “Sanal gerçeklikte koşan bir köpek görürseniz, o sanal köpek, fiziksel bir köpekten daha az değil, sadece farklı bir şekilde gerçektir. Şu an o sanal köpeği, oyuncu olmayan küçük karakterleri ve hatta arkadaşınızın avatarını öldürebilirsiniz. Bunun pek bir önemi yok” diyor. Ancak bunun doğru bir şey olduğuna ikna olmayan Chalmers, “Fiziksel dünya olarak adlandırılan dünyamızın halihazırda simüle edilmiş olması mümkün olsa da yine de bu dünyanın kanunlarına ve yüksek ilkelerine bağlı kalarak, bu dünyada anlamlı bir şekilde yaşamaya çalışmalıyız. Bu aynı zamanda birey ya da devlet ve bu devletin tüm kurumları için de geçerli” ifadelerini kullanıyor.
Kimse dünyamızın bilincimizin ötesindeki bir boyutta uzaylılar tarafından simüle edilip edilmediğini ve aynı şekilde bizim dünyamızın da bir başka gezegenin simülasyonu olup olmadığını bilmiyor. Bu noktada her detay önemini yitiriyor. Eğer Musk, Bostrom ve Chalmers gibi insanlar bu konuda yanılıyorsa bunun simülasyonun gerçekçiliğiyle daha az, simülasyonun nesnelliği diyebileceğimiz şeyle daha çok ilgisi var.
Eğer dünyanın bir simülasyon olma ihtimali, kurallarını, mantığını ve mekanizmalarını tartışmakla o kadar meşguller ki, insanoğlunun entelektüel yürüyüşünü unutuyorlar. İnsanoğlunun hayal kurmayı öğrendiği günden bu yana yaşadığı dünyanın gerçek olup olmadığını merak etmesi Nietzsche'nin dediği gibi ‘tüm metafiziğin temelini’ oluşturuyor. Eğer rüyalar olmasaydı dünyayı ‘gerçek dünya ve sanal dünya’ şeklinde ikiye ayırma fırsatı da olmazdı.
Gazze’deki barbarca saldırının konuşulduğu bir televizyon programını izlerken katılımcılardan biri izlediğimiz şeyin gerçekliğin simülasyonundan başka bir şey olmadığını iddia etti. Her ne kadar bu teori, konuya indirgeyici bir yaklaşımla yaklaşılmasına, bir olayı ya da insani değerlerle çelişen eylemleri meşrulaştırmaya yönelik bir bağlamda sunulmasına izin vermese de bu tür iddialar bizi, gördüklerimizin sadece bir simülasyon olduğuna, gerçeğin başka bir yerde olduğuna inandırmak istiyor. Bu iddianın, kendisini Ortadoğu uzmanı olarak tanımlayan birinden, el-Ehli Baptist Hastanesi ve daha sonra diğer hastanelere yapılan bombalı saldırılardan bahsederken ortaya atıldığını göz önüne aldığımızda belki geçiştirmeyi istemiş ve belirli bir noktaya ulaşmayı amaçlamamış olabileceğini düşünebiliriz. Ancak bu tür düşünceleri teyit edecek herhangi bir gerekçe duymak isteyen bazı izleyicilerin ruhları üzerinde etkili olduğuna şüphe yok. Aslına bakılırsa bu teorinin gelecekte bizim için entelektüel ve siyasi düzeyde temel bir referans oluşturması pek olası değil.
Eski sevgilisi Grimes'ın zihninde yarattığı bir ‘simülasyon’ olduğunu düşünen Elon Musk liderliğindeki günümüz simülasyon teorisyenleri birbirlerinin dijital versiyonları gibiler.
En nihayetinde ‘Belki de hayat, böyle bir hipoteze sahip olmadığımızı bildiğimiz anda başlar’ teorisini tamamen kabul etmek yanlış olmayabilir. Fransız yazar Hervé Le Tellier'in 2020 yılında Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülü kazanan ‘The Anomaly’ (Anomali) adlı romanındaki karakterlerden biri bu görüşteki birini yansıtıyor. Roman, edebiyatın mantığa, bilime ve inandığımız her şeye meydan okuduğu, gerçek dünyalarının bir simülasyonu olabilecek başka bir dünyada yaşayan karakterlerin serüvenlerini öngörülemeyen bir anlatıyla okuyucusuna aktarıyor. Hervé Le Tellier, her birimizin hayatına dokunabilecek gizli bir uyuşmazlık arayarak hem gerçeği hem de gerçek dışı olanı anlatıyor. Hatta Hervé Le Tellier ve Chalmers'ın amaçlarının aynı olduğunu bile düşünebiliriz. Çünkü kendi dünyamızı taklit eden bir dünyada anlamlı bir hayat yaşamak sadece mümkün değil, aynı zamanda bunu yapmak da doğru olacaktır. Bunu aklımızda tutmalıyız. Belki de simülasyonun devam etmesini sağlayan itici güç daha iyi bir yaşam arayışıdır ya da belki de insanın hırsı, hayal gücüyle birlikte içimizde yanan yaşam alevidir. Anomali'nin sonunda ise tam tersi oluyor. Bazıları umudun olasılığını görmezden geliyor ve nefrete, daha doğrusu insanlık dışılığın en kötü biçimlerine teslim oluyor. Bunun sonucunda ise hayal edilebilecek en korkunç şey gerçekleşiyor. Olaylar ne kadar acımasız ve benzersiz bir barbarlığa dönüşürse dönüşsün bizim yaşadığımız boyutun dışındaki bir boyutta birileri simülatörü durduracak. Böylece dünya kaybolan gerçekliğini yeniden geri kazanacak ve cezasızlık hayali kuranların ayakları altındaki halı çekilecek.
Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir