Einstein’dan Musollini’ye Siyonizm’in Faşizm ile akrabalığı

Einstein’ın delilik tanımı: İsrail’in ölümcül davranışları üzerine…

Einstein’dan Musollini’ye Siyonizm’in Faşizm ile akrabalığı
TT

Einstein’dan Musollini’ye Siyonizm’in Faşizm ile akrabalığı

Einstein’dan Musollini’ye Siyonizm’in Faşizm ile akrabalığı

Bryn Haworth

Hamas’ın 7 Ekim saldırısı ve ardından Gazze’ye yapılan saldırılar, Albert Einstein’ın meşhur delilik tanımını çarpıcı bir açıklıkla gözler önüne serdi. Einstein’a göre delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir. İşte hepimizin de gördüğü üzere halihazırda iktidar koltuğunda oturanlar, farklı bir sonuç elde etmeyi umarak aynı eylemleri tekrarlamakta ısrar ediyorlar.

Biraz geriye gittiğimizde Einstein’ın modern İsrail’le bağlantısı daha bir anlam kazanıyor. Filistinlilerin ‘Nekbe / Büyük Felaket’ olarak andığı 1948 yılında Einstein, The New York Times gazetesinde bir makale yayımlayarak, o dönemde Siyonizm’in yarı askerî kolu olan Irgun örgütü ile ‘Nazi ve faşist partiler’ arasında şaşırtıcı bir kıyaslama yaptı ve örgütü açıkça ‘terörist, sağcı ve şovenist bir örgüt’ olarak tanımladı.

Foto: Einstein’ın 2000 yılında Paris’teki Griffin Müzesi’nde sergilenen balmumu heykeli (AFP)
Einstein’ın 2000 yılında Paris’teki Griffin Müzesi’nde sergilenen balmumu heykeli (AFP)

Irgun örgütü üyeleri, Arap-İsrail savaşı başlangıcında İsrail ordusuna entegre edildi. Bu, terör eylemleri içerse bile bir Yahudi devleti kurma uğrunda her yolun mübah olduğunu düşünen pek çok Siyonist’in gözünde örgüt üyelerinin taktiklerinin çekici olduğunu gösteriyor. 9 Nisan 1948’de Deyr Yasin’de yapılan ve aralarında kadınlarla çocukların da bulunduğu 107 köylünün ölümüne sebep olan korkunç katliamın sorumlularının da Irgun üyeleri olduğunu unutmayalım.

Irgun terör örgütü, İsrail’deki sağcı Herut Partisi’nin öncülüydü. Bu parti daha sonra bugün Binyamin Netanyahu’nun liderlik ettiği Likud Partisi’ne dönüştü. Siyonist bir akademisyenin oğlu olan Netanyahu, şu an ABD ile güçlü ilişkilere sahip ve görev süresi en uzun İsrail başbakanı olarak tanınıyor. Likud üyeleri 1977 yılından bu yana çeşitli İsrail hükümetlerinde defalarca liderlik koltuğuna oturdu.

“Ben-Gvir, aşırı dindar bir Siyonist ideoloji olan Kahanizm’i benimsemiş Kach adlı radikal bir grubu destekledi”

İsrail ile Einstein arasında bir bağlantı daha var. Bu bağlantı, 1994 yılında el-Halil’deki Harem-i İbrahim Camii’nde meydana gelen trajik hadiselerde belirdi. Bu korkunç olayın faili Baruch Goldstein, namaz kılan 29 Müslüman’ın ölümüne ve 150 kişinin yaralanmasına sebep olmuştu. Şaşırtıcı olan, o dönemde bazı radikal Siyonist yerleşimcilerin Goldstein’ın eylemlerini övgüyle karşılamasıydı. Örneğin Yochai Ron, haberleri duyduğunda memnun olduğunu açıkça ifade etmiş ve Yahudiler ile Araplar arasında bir çatışma olduğunu doğrulayarak şöyle demişti: “Burada yaşayan tüm Araplar, bir tehdit oluşturuyor ve Batı Şeria’daki Yahudi toplumunun varlığını tehlikeye atıyorlar.”

Kendisi de bir yerleşimci olan Itamar Ben-Gvir’in evinin oturma odasının duvarında yakın zamana kadar Goldstein’ın bir resmi bulunuyordu. Peki, Einstein’ın bununla ne alakası var? Ben-Gvir’in kahramanı Goldstein, Brooklyn’den gelmiş ve Bronx’taki Albert Einstein Tıp Fakültesi’nde tıp eğitimi almıştı. Ama üniversitenin girişinde Einstein’ın deliliğe dair sözlerinin yazılı olduğuna pek ihtimal vermiyoruz.

Foto: 27 Ekim’de Aşkelon’daki yerleşimcilere tüfek dağıtımı esnasında Ben-Gvir (ortada) (DPA)
27 Ekim’de Aşkelon’daki yerleşimcilere tüfek dağıtımı esnasında Ben-Gvir (ortada) (DPA)

Ben-Gvir, duvarındaki resmi kaldırsa da davranışları her zamanki acımasızlığını sürdürüyor. Bunu, Ulusal Güvenlik Bakanı olarak benimsediği açık söylemlerden de anlayabiliriz. Geçmişte Ben-Gvir, Kahanizm’i benimsemiş Kach adlı radikal bir grubu destekledi. Aşırı dindar bir Siyonist ideoloji olan Kahanizm, Haham Meir Kahane’nin öğretilerine dayanıyor ve İsrail’deki Arapların büyük çoğunluğunun Yahudi ve İsrail düşmanı olduklarını, her zaman da öyle kalacaklarını vurguluyor. Bu ideoloji, İsrail’i, Filistin’i, modern Mısır’ın bazı bölgelerini, Ürdün’ü, Lübnan’ı, Suriye’yi ve Irak’ı içine alan teokratik bir Yahudi devleti kurulmasının zorunlu olduğunu müjdeliyor. O devlette Yahudi olmayan herhangi bir kişinin oy kullanma hakkı olmayacak ve Musa bin Meymun’un (Maimonides) sistematize ettiği haliyle Yahudi Şeriatı uygulanacak. Söz konusu yasa uyarınca Yahudi olmayıp, İsrail’de yaşamak isteyenlerin üç seçeneği var: Vatandaşlık hakkı hariç tüm haklardan yararlanan ‘yerleşik yabancılar’ olarak kalacaklar, böyle bir konumu kabul etmek istemiyorlarsa tam karşılığıyla ülkeyi terk edecekler, iki durumu da reddederlerse zorla sınır dışı edilecekler.

Foto: 1948 yılındaki Hayfa’dan sürülmelerinden sonra Tulkarim’e doğru yol alan Filistinli kadınlar ve çocuklar (AFP)
1948 yılındaki Hayfa’dan sürülmelerinden sonra Tulkarim’e doğru yol alan Filistinli kadınlar ve çocuklar (AFP)

Kahane’nin dul eşi, 2010 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda, “Meir Kahane, Araplardan nefret etmiyordu. O sadece Yahudileri seviyordu” ifadelerini kullandı. Kadim bir söz vardır: “Dostları uğruna canını veren birinin sevgisinden daha büyük sevgi kimsede yoktur” (Yuhanna İncili, 15:13)

ABD’de doğan Haham, Seyyid Nusayr tarafından suikasta uğradığında Brooklyn’de çoğunluğu Ortodoks Yahudilerden oluşan bir topluluğa hitap ediyordu. Mısır asıllı ABD vatandaşı Seyyid Nusayr, daha sonra 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması olayına katılacaktı. Kahane, Amerikalı Yahudileri iş işten geçmeden İsrail’e göç etmeye teşvik ediyordu. Ancak bu ‘koca yürekli’ haham için vakit dolmuştu.

“Jabotisnky, faşizme yakınlığından ötürü ‘Yahudi Duce’ lakabını aldı”

Araplara yönelik derin alaycılığıyla kinik tavır, Siyonist durumun başlangıcından beri mevcuttu (Kinik felsefe, tabiatta bir iyiliğin varlığına inanmaz ve başkalarının motivasyonlarına genel bir şüpheyle yaklaşır). Ancak tüm Siyonistler arasında değil. Bu tavır daha çok, Siyonizm’in revizyonizm olarak bilinen yarı faşist versiyonunda görüldü. En derin şüpheleri barındıran Revizyonist Siyonizm, David Ben-Gurion ile Haim Weizmann tarafından ortaya atılan ve İsrail topraklarına bağımsız bireylerin yerleşmesine odaklanan ‘pratik Siyonizm’in gözden geçirilmesi çağrısında bulunuyordu.

Foto: Ze’ev Jabotinsky (AP)
Ze’ev Jabotinsky (AP)

İlk yıllarda revizyonist hareket, liderini, ‘büyük adam’ Ze’ev Jabotinksy’de buldu. Jabotinsky, faşizme ama özellikle de Mussolini’ye yakınlığından ötürü bir takipçisi tarafından ‘Yahudi Duce’ olarak adlandırıldı. Jabotinsky’nin adanmış yardımcısı, şu anki çılgınlığın garip bir habercisi olarak Binyamin Netanyahu’nun babasından başkası değildi. Daha sonra İtalyan diktatör Mussolini’nin Hitler’le ittifak kurmasının ardından Jabotinsky, Mussolini’ye ilişkin tutumunu gözden geçirdi. Yahudi kardeşlerine dair vizyonu ise diasporadaki insanlar karşısında yaşadığı hayal kırıklığından ve sağlıklı ve garip bir şekilde Yunanlı yeni ve büyük bir ırk hayalinden doğdu. 1905 yılının başlarında şunları yazmıştı:

“İdeal Yahudi bireyin özelliklerini tarif etmek için önce bu özellikleri Yid (Yidiş, Yahudileri aşağılamak için kullanılan bir tabir) ibaresinin aşağılayıcı modern versiyonuyla karşılaştıralım. Yid; çekici olmayan, kırılgan ve fiziksel cazibeden yoksun şeklinde tanımlanır. Biz ise ‘Yid’ kavramının tam tersini tasavvur etmeyi hedefliyor ve ideal Yahudi insanını bir erkek güzelliğine, baskın bir duruşa, güçlü omuzlara, canlı hareketlere ve hayat dolu çeşitli renklere sahip biri olarak tasavvur etmek istiyoruz. Yahudiler, ürkek ve ezik bir görünüm çiziyor, halbuki Yahudi bireyin özgüvenli bir duruş sergilemesi lazım. ‘Yid’, başkalarına itici geliyor ama Yahudi birey başkalarının hayranlığını kazanmalı ve herkesi büyülemelidir. ‘Yid’, haksızlığa tahammül edebilir, ancak Yahudi bireyin liderlik rolü oynaması ve saygınlık kazanma becerisine sahip olması gerekir. Yahudi, yabancılardan saklanmak zorunda hissedebilir, ancak kendinden emin, gururlu ve cesur bir şekilde dünya sahnesine çıkmalı ve dünyayla kararlı bir göz teması kurarak iftiharla, ‘Ben bir Yahudiyim!’ demelidir” (Kaynak: Dr. Herzl).

“Jabotinsky’nin özeleştiri konusunda zamanının çok ilerisinde olduğu ortada”

Haham Kahane’nin Yahudi halkına duyduğu sarsılmaz muhabbetle karşılaştırıldığında bu pasaj, açıktan açığa bir küçümseme olmasa da büyük bir zıtlık ortaya koyuyor. Bu tutum, siyasi yelpazenin bir tarafıyla sınırlı değildi. Jon Lansman, 20 Kasım 2023 tarihli bir makalesinde, İsrail’in erken tarihi olarak adlandırdığı dönemde sol cenahtaki bireyler arasında benzer duyguların yaşandığını şu sözlerle aktarıyor:

“İsrail devleti kurulmadan önce beklenen Yahudi hükümetine öncülük edenler, Birleşik Krallık yönetimi altındaki Filistin’de Holokost’u izliyorlardı. İsrail’e yönelen altı milyon ölü ve bir milyon sağ karşısındaki tutumları, onların ölüm biçimlerini tarif ederken kullandıkları şu ibareyle ifade edilebilir: “Koyun gibi ölüme gittiler.” İsrail solunda kökleşmiş olan bu zayıflığı küçümseyici tavır, şu an onların aşırı sağ haleflerine geçti ve Filistinlilere karşı üstünlük ve zorbalıkla öne çıkan daimî bir savaş kültürü üretti. Hamas’ta yansımasını bulan bir kültür” (Kaynak: The Guardian, 20 Kasım 2023).

Jabotinsky’nin özeleştiri konusunda çağının çok ilerisinde olduğu açık. Bu fikir, “Netanyahular (Netanyahus)” adlı kitabın yazarı Joshua Cohen’in tanımladığı gibi, ‘Yid’ ile ‘İbranileri’ birleştiren pasaja baktığımızda özellikle netleşiyor. Bu kurgusal portrede Jabotinsky, ayırt edici özelliklerle tasvir ediliyor: “Yuvarlak, koyu Bakalit gözlükler ve Hitler’i anımsatan düz gri veya çelik beyazı saçlar.”

Foto: 1948 yılındaki Theodor Herzl’i anma töreninde İsrailli yetkililerin ortasında duran Ben-Gurion (AFP)
1948 yılındaki Theodor Herzl’i anma töreninde İsrailli yetkililerin ortasında duran Ben-Gurion (AFP)

Cohen, Jabotinsky’ye dair portresine, Hitler bıyığına benzeyen bir diş fırçası bıyık ekleyebilirdi. Jabotinsky, Yahudilere layık katı bir ‘Führer’dir ama tabi bu Führer'liğe yalnızca kendilerinin yetkili olması şartıyla. Revizyonistlerin lideri, Yahudi kardeşlerine karşı tutumunda aykırı olsa da sömürmeye niyet ettiği nüfusa karşı gönülsüzce saygı gösteriyordu.

Bir zamanlar Grek-İbrani diline dair matematiksel bir vizyona sahip olan romantik idealist, “Demir Duvar” adlı kitabını kaleme aldığı 1923 yılına gelindiğinde gerçeklikle yüzleşmeye başladı. Bu belirleyici dönemde Yahudi sömürgeciliğinin güçlü ve pratik savunucusu haline geldi. Tartışılan ve vurgulanan merkezî ana kavram ise ‘sömürgecilik’ oldu. Bu, zamanın en büyük devleti Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsız parçalara ayrılmasından kısa bir süre sonra ve mevcut Avrupa imparatorluklarının Büyük Savaş’ın ardından ciddi gerilemeler yaşadıkları bir aşamada meydana geldi. Bu gelişmeler karşısında Siyonistler, halihazırda düşman halkların yaşadığı toprakların sömürülmesini teklif ediyorlardı.

“Gönüllü bir anlaşmaya varmak mümkün değilse de bu, Filistinli Araplarla bir anlaşmaya varmanın imkânsız olduğu anlamına gelmez  Ze’ev Jabotinsky”

“Demir Duvar” kitabı şüpheye yer bırakmıyor Jabotinsky, Filistin’deki Arapların razı etme çabalarından etkilenmeyeceklerinin, dahası Papualılardan yerli Amerikalılara kadar dünyanın dört bir yanındaki diğer pek çok yerli halkın yaptığı gibi vatanlarını savunacaklarının tamamen farkındaydı. Ne diyordu: “Gönüllü bir anlaşmaya varmak mümkün değilse de bu, Filistinli Araplarla bir anlaşmaya varmanın imkânsız olduğu anlamına gelmiyor.”

Zorbalık alametleri

Bu ‘anlaşma’ tarifi, despot bir zihniyetin alameti gibi görünüyor. Bu zihniyet, sizin arzularınız ne olursa olsun öteki tarafa boyun eğilmesini bekler. Bunu en çok dile getiren ise Orwell’ın roman kahramanı Winston Smith’tir (Winston Smith, George Orwell’ın “1984” romanının ana karakteri ve kahramanıdır. Hakikat Bakanlığı’nda görevli bir memur olup, tarihî kayıtların totaliter hükümetin anlatısına uyacak şekilde yeniden yazılmasından sorumludur). Smith, yoğun baskı altında iki artı ikinin bazı durumlarda üç veya beşe eşit olabileceğini kabul etmek zorunda kalmıştı...

“Araplar kendilerini bizim varlığımızdan kurtarmaya dair en ufak bir umut besledikleri sürece, gönül okşayıcı teşvikler ve temel ihtiyaçlar uğruna bu umuttan vazgeçmeyeceklerdir. Onlar düzensiz bir topluluk değil, aksine canlı bir millet.”

Jabotinsky, bu konuda safdillikle suçlanamaz. Onun gözleri, öne sürdüğü acı gerçeklere sonuna kadar açık. İnsan, onun bu gerçeklerle nasıl yüzleşebileceğini merak ediyor. Ama Jabotinsky, bu yeteneğe sahip ve vizyonunun olası sonuçlarının kendisi için bir rüyanın, başkaları içinse bir kâbusun gerçekleşmesi olduğunu görüyor. Onun öngördüğü gelecek, dikkat çekici bir şekilde Filistinlilerin mevcut durumuna benziyor. Jabotinsky, karşı tarafı kendi halkının bir yansıması olarak görebilen ve onun, kendi kaderini tayin etme, toprak ve gelecek konusunda eşit haklarını tanıyabilen biriydi.

Foto: 2 Aralık’ta Refah Sınır Kapısı’nda yemek paylarını bekleyen Filistinli çocuklar (Reuters)
2 Aralık’ta Refah Sınır Kapısı’nda yemek paylarını bekleyen Filistinli çocuklar (Reuters)

Bununla beraber teslim olmadan önce boyun eğdirilmeleri ve hayal kırıklığına uğratılmaları gerektiğine dair temel inancı köklüydü. “… Böyle bir anlaşmayı gerçekleştirmenin tek yolu demir bir duvar, yani Filistin’de Arap baskıları karşısında asla gevşeklik göstermeyecek devasa bir güç inşa etmektir. Bir diğer deyişle gelecekte bir anlaşmayı temin eden tek yol, aslında şu an herhangi bir anlaşmaya varmak için çabalama fikrinden vazgeçmektir.”

Bu ‘devasa gücün’ askerî olduğu açıktı. İlk aşamalarda Jabotinsky, Birinci Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık’ın Filistin’i işgalinde rol oynamış beş bin askerlik bir Yahudi birliği oluşturdu. Jabotinsky, Filistin’e yönelik Yahudi göçünü korumayı hedefleyen ve Arap nüfustan ayrı bağımsız askerî güce sahip bir Siyonist devletin kurulmasını tasavvur ediyordu. Polonya’da on gerici gençlik grubu ortaya çıktı. Bunlardan biri Betar olarak adlandırıldı ve 1929 yılında Jabotinsky, Betar’ın liderliğini üstlendi. 1931 yılına gelindiğinde ‘Nihai Hedef’ olarak bilinen siyasi bir program oluşturulmuştu. Bu program, Ürdün Nehri’nin iki yakasında Yahudi çoğunluğa sahip bir devlet kurulması çağrısında bulunuyordu.

“Netanyahu 2015 yılında Knesset üyelerine hitaben kalıcı savunma haline dair kanaatini vurgulayarak şöyle dedi: Bana sonsuza kadar kılıçla mı yaşayacağımız soruluyor. Cevabım: Evet”

Kasım 1934’te Mussolini, Civitavecchia’da bir Betar grubunu ağırladı ve burada Kara Gömlekliler mensubu 134 eğitimli öğrenciyle bir araya geldi. Bu, ideolojik uzlaşmaya dair bir görüş birliğini ortaya koydu. Faşist benzerleri gibi Jabotinsky de sınıf çatışması kavramını reddetti, işçi anlaşmazlıklarında ‘zorunlu hakemlik’ çağrısında bulundu ve ulusal çıkarları belirli bir sosyal veya ekonomik sınıfın çıkarlarına önceledi. Bu çabalar üzerinden, Siyonistlerin ‘Araplar’ adıyla işaret ettiği Filistinlilerin muhalif olduklarını gerçekten varsaydıkları anlaşılıyor.

Netanyahu’nun inancı

Binyamin Netanyahu, siyasi kariyeri boyunca sürekli Filistin düşmanlığını kabul etti ve ona karşılık verdi. Onun, anlaşma çabalarına yaklaşımı gözle görülür derecede gergindi ve bize eski ‘Yahudi Duce’ Jabotinsky’yi andırıyordu. 21 Kasım 2023’te The Guardian gazetesinde yayımlanan “Netanyahu Doktrini: İsrail’in En Uzun Süre Görevde Kalan Lideri Ülkeyi Kendi Görüşüne Göre Nasıl Yeniden Şekillendirdi” başlıklı makalesinde Joshua Leifer, Netanyahu’nun tahkim edilmiş İsrail vizyonunun etkinliğini yorumladı. Leifer bu makalede, Filistinlilerin ve onların mücadelelerinin Tel Aviv’deki bir kafenin rahat ortamından nasıl da neredeyse görülmez olduğuna dikkat çekerek, mağluplara ilişkin rahatsız edici kayıtsızlığa ışık tutuyor. Leifer’ın ifadesiyle “Netanyahu, geleneksel bir ideolog değil. Onun iki devletli çözüme yönelik itirazının kaynağı, mesihî bir inanç (Mesiyanik Yahudiler, İsa’nın tanrısallığına inanır, onu mesih olarak kabul eder ve Teslis inancı başta olmak üzere tüm önemli Hıristiyan öğretilerine iman ederler) ya da Kutsal Kitap’tan alınan bir ilham değil. Onun destekçilerinin çoğunluğu dindar gelenekçilerden oluşsa da Netanyahu, aslında son derece laik olup, Yahudi şeriatının uygulamalarına bağlı değildir. Onun dünya görüşü daha ziyade, derin bir kinik kötümserlik duygusuna dayanır.”

Netanyahu’nun kinizmi, tekrarlanan “demir” düşüncesinde de görüldüğü gibi revizyonist hareketin derin kinizmini andırıyor. İlk önce Jabotinsky’nin demir duvar anlayışı vardı. Ardından Gazze ve diğer bölgelerden gelen füzelere karşı bir savunma önlemi olan Demir Kubbe sistemi geldi. Şimdi de Hamas’ın saldırılarına ve vahşetine bir tepki olarak Demir Kılıçlar Harekatı’na şahit oluyoruz. Netanyahu 2015 yılında Knesset üyelerine hitaben dile getirdiği şu ifadelerle daimî savunma halinin gerekli olduğuna dair inancını vurguladı: “Sonsuza kadar kılıçla mı yaşayacağımız soruluyor. Cevabım: Evet.”

Demir gidişat

Joshua Leifer, Netanyahu’nun politikalarını, değiştirilmesi zor ‘demir gidişat’ olarak tanımlıyor. Bununla birlikte Netanyahu hükümetinin Ariel Kallner ve Bezalel Smotrich gibi bazı üyeleri gidişatı değiştirmek için herhangi eğilim göstermiyor. Kallner, nekbe (felaket) çağrısıyla ve Smotrich de Filistinlilerin kimliğine ve varlığına dair inkârıyla bakış açılarını ortaya koyuyorlar. Filistin Dışişleri Bakanlığı, kınadığı bu tavırları “ırkçı, faşist ve aşırı” olarak niteledi. Bu tutumlar herkesin malumu. Hatta 2019 yılındaki seçimlerde Likud, İsrail’deki Arap ve Filistinli azınlıkları ‘tehdit’ ve ‘düşman’ olarak tanımlayan Netanyahu gibi üyeleri tarafından Arap karşıtı söylemler benimsenen ‘ırkçı bir parti’ olduğu yönünde eleştirilere uğradı.

“2005 yılından beri Hamas sorununu askerî bombardıman yoluyla çözmek için çeşitli girişimler ortaya kondu”

Son dönemlerde Birleşmiş Milletler uzmanları Filistinlilere yönelik ‘soykırım kışkırtmalarının arttığına’ dair emareler gözlemledi. Şunu sormak gerekir: Nazi soykırımı trajedisinden doğan bir devlette iktidarı ellerinde tutanlar ve faşist dili kolayca kullananlar, nasıl oluyor da ahlaki bir meşruiyet iddiasında bulunabiliyorlar?

Ancak Binyamin Netanyahu iktidarı, daha önce hiç bu kadar başarısız olmamıştı. Düşmanlarını bölmeye çalışan Netanyahu, Gazze’deki Hamas hükümetini destekleyecek ve Katar’ı bu silahlı gruba milyarlarca dolar aktarmaya teşvik edecek kadar ileri gitti. Hatta 2019 yılında Likud Partisi’nin bir toplantısında “Bir Filistin devletinin kurulmasını önlemek isteyen herkesin Hamas’ı desteklemesi gerektiğini, bunun Filistinlileri, Gazze’de yaşayanlar ile Yahudiye ve Samarya (Batı Şeria) Bölgesi’nde yaşayanlar şeklinde ikiye bölme stratejisinin bir parçası olduğunu” ilan etti. Bu strateji onun siyasi manevralarındaki derin kinik alaycılığını simgeliyor.

Yerleşimci şiddeti

Bunlar olurken Hamas’ın satın alındığını ve artık önceki kadar tehlikeli olmadığını varsaymasına rağmen, demir duvarını yerleşimci şiddetinin zirveye ulaştığı Batı Şeria’ya taşıdı. İsrail ordusu, yerleşimcileri korumak için Batı Şeria’ya İsrail ordusuna bağlı 32 birlik konuşlandırırken, Gazze sınırına sadece iki birlik konuşlandırdı. Bu, alaycılığın ve kayıtsızlığın sarhoş edici bir karışımıydı ve Jabotinsky’nin “Araplar kendilerini bizim varlığımızdan kurtarmak için en ufak bir umut taşıdıkları sürece, gönül okşayıcı teşvikler ve temel ihtiyaçlar uğruna bu umuttan vazgeçmeyecektir. Onlar düzensiz bir topluluk değil, aksine canlı bir millettir” uyarısının unutulmasının bir sonucu olarak gelmişti.

Foto: Eylül 2021’de Nablus şehri yakınlarındaki bir gecekondu yerleşim merkezinde İsrailli yerleşimciler (AFP)
Eylül 2021’de Nablus şehri yakınlarındaki bir gecekondu yerleşim merkezinde İsrailli yerleşimciler (AFP)

Ne kadar sık öldürmeye çalışsanız da hayat dolu bir halk. Şu an yerleşimcilerde olduğu gibi düşmanı insandan saymayıp onu öldürmeyi alışkanlık haline getirdiğinizde; onun acılarını anlayamama, hatta varlığını bile fark etmeme riskiyle karşı karşıya kalırsınız. Böyle bir strateji, ürettiği ve sürdürdüğü haksızlıkların yönetimini zorlaştırır.  

Yuval Noah Harari, bu stratejiyi ‘şiddetli bir arada yaşama’ şeklinde adlandırdı. Bu, İsrailliler arasında daha çok, ‘işgal yönetimi’, ‘böl ve yönet politikası’ ya da daha resmî şekilde ‘konsept’ adlarıyla biliniyor. Bu politika, işgal edilmiş topraklardaki şiddet döngülerini artırdı. İsrail’in 2005 yılında Gazze’den çekilmesinden bu yana, Hamas sorununu askerî bombardıman yoluyla çözmek için çeşitli girişimlerde bulunuldu ve bu; en sonuncu, yıkıcı ve başarısız girişimle doruk noktasına ulaştı. Bu strateji, etkin olmadığı söylenerek çokça eleştiriliyor. İspatlanmış bir şey varsa o da bu ‘konsept’in mühendisinin Einstein gibi bir kişinin dehasına sahip olmaktan çok uzak olduğudur.

Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir



İsrail, Husiler ve Trump'ın değişken stratejisi

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde
TT

İsrail, Husiler ve Trump'ın değişken stratejisi

ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde
ABD Başkanı Donald Trump ve İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 7 Nisan'da Washington'daki Beyaz Saray'ın Oval Ofisi'nde

Michael Horowitz

Yaklaşık on yıl önce, Ortadoğu'daki güvenlik durumu hakkında bazı diplomatlara bilgi vermek üzere İsrail'deki bir büyükelçiliği ziyaret ettiğim sırada, biri meslektaşıma ve bana o zamanlar bize son derece tuhaf gelen bir soru sormuştu: Peki ya Husiler? İsrail'e tehdit oluşturabilirler mi? Husiler o dönemde İsrail'e saldırı tehdidinde bulunmuş olsa da soruya bir an hazırlıksız yakalanmıştık. Ne var ki bu tehdit şaşırtıcı değildi, zira örgütün sloganı “Amerika'ya ölüm, İsrail'e ölüm, Yahudilere lanet olsun” idi. Ancak o dönemde bu tehditler, Güney Arabistan'daki uzak bir savaşta mücadele eden izole bir grubun yüksek sesli övünmesinden ibaret görünüyordu.

Ama işler çok değişti. İran destekli Yemenli örgüt, 4 Mayıs 2025 Pazar günü, İsrail'in Tel Aviv yakınlarındaki Ben Gurion Uluslararası Havalimanı yakınlarına uzun menzilli bir balistik füze fırlatarak bir patlamaya yol açtı ve İsrail'in merkezinde hava saldırısı sirenlerinin çalmasına neden oldu. Bu olay, Husiler ile İsrail arasındaki gerginlikte bir dönüm noktası oluşturdu ve çok sayıda uluslararası havayolunun uçuşlarını geçici olarak askıya almasına yol açtı. Füzenin herhangi bir uçağa doğrudan isabet etmemesi, sadece küçük çaplı maddi hasara yol açması ve sınırlı sayıda insanı yaralaması bir yana, İsrail'in ana havalimanına ulaşması bile Husiler için oldukça önemli bir sembolik kazanım anlamına geliyor. İsrail buna karşılık Hudeyde Limanı ve Sana Uluslararası Havalimanı'nı hedef alan bir dizi hava saldırısı düzenledi. Başbakan Binyamin Netanyahu daha sonra İsrail'in karşılığının çıtasını yükselteceğine söz verdi.

Bunun Husilerin Ben Gurion Havalimanı'na yönelik ilk saldırı girişimi olmadığını, örgütün daha önce de burayı birkaç kez hedef aldığını iddia ettiğini açıklayalım. Geçtiğimiz mart ayında havalimanına üç ayrı saldırı düzenlediğini duyurmuş, füzelerden birinin havalimanına isabet ettiğini söyleyerek övünmüştü. 4 Mayıs'ta ise füze havalimanını çevreleyen hava sahasını başarıyla deldi, sınırlı sayıda can ve mal kaybına yol açtı, ancak ülkedeki hava trafiğini aksattı.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı habere göre İsrail erken uyarı sistemleri, füzeyi yaklaşırken tespit etti ve düşürmek için biri İsrail'e ait Arrow sisteminden, diğeri ise İsrail'de konuşlu, yüksek irtifalardan balistik füzeleri engellemek için tasarlanmış bir savunma sistemi olan Amerikan THAAD sisteminden iki adet füze fırlatıldı. Ancak her iki sistem de füzeyi engellemeyi başaramadı.

İsrail hava savunma sistemlerinin, ABD'nin THAAD bataryalarının desteğine rağmen diğer onlarca girişim arasından Yemen'den atılan bir füzeyi engelleyememesi üçüncü kez yaşanıyor. Her ne kadar genel sicil İsrail ile ABD arasında oldukça etkili bir savunma koordinasyonu olduğunu gösterse de, özellikle Ben Gurion Havalimanı gibi stratejik tesisleri hedef alan ve maddi kayıpların ötesinde sembolik ve operasyonel sonuçları olan saldırılara karşı bu sistemler henüz tam koruma sağlayamıyor.

Başarısızlığın nedenlerinin belirlenmesi için soruşturmalar devam ediyor. Husilerin, İsrail içinde hedef aldıkları noktaları mümkün olan en büyük etkiyle vurabilme şanslarını artırmak için farklı kriterleri test ettiği görülüyor. İsrailli yetkililer, Husilerin saldırının ardından yeni bir füze kullandıklarını iddia ettiklerini ancak İsrail’in tahminlerinin, bunun daha önce düşürülmüş bir füze ile aynı model olduğunu gösterdiğine dikkat çektiler. Ortaya atılan hipotezler arasında füzenin bir kısmının isabet almış olabileceği, ancak patlayıcı başlığın isabet almamış olabileceği, bunun sonucunda da füzenin havalimanı sınırları içerisinde düşerek patlamış olabileceği de yer alıyor.

İsrail savunmasının sınırlılığı

Hava saldırılarına ve askeri karşılıklara rağmen Husileri caydırmak hâlâ zor bir görev. ABD öncülüğündeki hava saldırıları, örgütün hem İsrail'e hem de ticari gemilere yönelik saldırılarını önemli ölçüde azalttı; ancak saldırıları tamamen durdurmak için karadan müdahale gerekiyor gibi görünüyor.

İsrail, Husi kontrolündeki bölgelerdeki altyapıyı, aralarında Hudeyde Limanının da bulunduğu yerleri defalarca hedef aldı. Son saldırıya da Sana Havalimanı'nın kapatılması ve üç sivil uçağın vurulması ile sonuçlanan saldırılarla karşılık verdi. Bu operasyonlar, Gazze'de savaşın patlak vermesinden önce de iç karışıklıklar ve ekonomik krizlerle karşı karşıya olan örgüt için bir yük olsa da, geri adım atmasını sağlama olasılığı düşük.

İran'ın İsrail ve ABD'ye karşı öncü gücü olan örgüt, Tahran'dan giderek artan maddi ve manevi destek görüyor. Çatışmanın merkezindeki konumu, ona muhalifleri bastırmak için ideolojik bir kılıf da sağlıyor ve bu konumunu, saflarını desteklemek için kapsamlı eleman devşirme kampanyaları düzenlemek için kullanıyor.

Ancak Husilere karşı daha etkili bir mücadele, Yemen'de iç savaşın zirve yaptığı dönemde, uluslararası alanda tanınan hükümete bağlı güçlerin Hudeyde'ye yönelik başarılı bir saldırı başlattığı türden bir kara harekâtını gerektiriyor. Ne var ki limandan insani yardım akışının aksaması endişesiyle artan uluslararası baskı, saldırının durdurulmasına ve söz konusu güçlerin daha acil olan başka cephelere çekilmesine yol açtı.

Karadan bir müdahalenin olmaması durumunda İsrail'in Husi saldırılarını hızla durduracak yeterli araçları bulunmuyor. Örgütün lider kadrosunu hedef alan hassas saldırılar düzenlemek (İsrail'in Hizbullah'a yaptığına benzer şekilde), lider kadrosunun hareketlerini izlemek için önemli miktarda istihbarat ve askeri kaynak tahsis edilmesini gerektiriyor. Bu da İsrail'in Hamas'ın faaliyetlerini veya İran'ın nükleer programındaki potansiyel ilerlemeyi izlemek gibi acil güvenlik önceliklerinden uzaklaşmasına neden olabilir.

İsrail yalnız mı?

Bu meydan okumalar, ABD ile Husiler arasında aniden duyurulan “ateşkes” ile daha da büyüdü. İsrail'in Yemen'de bir dizi yeni saldırı düzenlemesinden dakikalar sonra, Husilerin ateşkesi kabul ettiğinin bildirilmesinin akabinde Başkan Donald Trump, ABD ordusuna operasyonlarını durdurma emri verdiğini açıkladı.

Husiler bu iddiayı doğrulamazken, dahası bazı Husi yetkilileri Trump'ın açıklamasını yalanlarken, Husiler ile ABD arasında arabuluculukta önemli rol oynayan Umman Sultanlığı, ABD'nin hava saldırılarını durdurması karşılığında Husilerin de Kızıldeniz'deki saldırılarının durdurulması konusunda anlaşmaya varıldığını duyurdu.

Trump ile Kanada'nın yeni başbakanı arasında düzenlenen ve konuyla ilgisi olmayan bir basın toplantısı sırasında gelen açıklama, İsrail için bir şok etkisi yarattı. Zira anlaşmada Husilerin İsrail'e yönelik saldırılarının durdurulması ihtimaline dair hiçbir ifade, ayrıca bu saldırıların ateşkesin ihlali olarak değerlendirilip değerlendirilmeyeceğine dair bir bilgi de yer almıyor. Bu ayrıntının atlanması, Husileri İsrail'i dolaylı olarak tanımaya zorlayarak onları zor durumda bırakmaktan kaçınmak için kasıtlı olabilir ya da basitçe ABD'nin anlaşmaya varırken İsrail'in güvenliğini hesaba katmadığının bir göstergesi olabilir. Bu açıklamanın ani olması göz önüne alındığında Trump’ın, İsrail'i kaderiyle baş başa bıraktığı anlamına gelen son hipotez göz ardı edilemez.

Anlaşmanın sadece Kızıldeniz ile sınırlı kalması durumunda İsrail bunu gerçek bir gerileme olarak değerlendirecektir. Son aylarda nakliye gemilerine yönelik saldırılar durmuştu. Bu durum muhtemelen ABD'nin Husi mevzilerine yönelik geniş çaplı operasyonları ya da örgütün doğrudan İsrail'e saldırmaya odaklanması nedeniyleydi. Ancak ABD saldırılarının durması, Husilerin tehdit oluşturmaya devam edeceği ve istedikleri zaman deniz saldırılarına yeniden başlayabilecekleri anlamına geliyor.

Trump ile Kanada'nın yeni başbakanı arasında düzenlenen ve konuyla ilgisi olmayan bir basın toplantısı sırasında gelen açıklama, İsrail için bir şok etkisi yarattı. Zira anlaşmada Husilerin İsrail'e yönelik saldırılarının durdurulması ihtimaline dair hiçbir ifade yer almıyor.

Trump'ın hesapları

Peki Trump neden bu ani adımı attı?

İsrail basınında çıkan haberlere göre Trump Netanyahu'dan bıktı, çünkü kendisini “manipüle ettiğine” inanıyor. Bu nedenle onunla irtibatı kesmeye ve bölgeyle ilgili dış politika konularında tek taraflı kararlar almaya karar verdi.

Trump'ın ikinci döneminin İsrail’i hayal kırıklığına uğrattığı açıkça görülüyor. Zira Netanyahu hükümeti, ABD başkanının İsrail çıkarlarıyla tam uyumlu olacağını sanıyordu.

Ancak bu duyurunun, Arap Körfez bölgesine yapacağı ziyaretten önce yapılmış olması, eğer gerçekten gerçekleştiyse anlaşmanın tamamlanmasını hızlandırmak için ona ivme kazandırmış olması muhtemel. ABD Başkanı, Amerikan ekonomisine büyük Körfez yatırımları çekmeyi ve Washington liderliğindeki bölgesel müttefikleriyle ilişkilerinin gücünü göstermeyi amaçlayan gezisi kapsamında Suudi Arabistan, BAE ve Katar'ı ziyaret edecek.

asde

Trump'ın ikinci dönemindeki ilk bölge turundan beklentisi, özellikle ekonomik alanda içeride pazarlayabileceği başarılar elde etmek. Yeni yatırımlar çekmek ile ilgili başlıklar bir zorunluluk ve Beyaz Saray'ın isteyeceği son şey, Husilerin Amerikan çıkarlarına veya Kızıldeniz gibi stratejik su yollarına saldırılar düzenleyerek ziyareti bozması.

Trump'ın, İsrail'in varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü tavizleri gerektirse bile, Tahran ile her ne şekilde olursa olsun bir anlaşma yapmayı ciddi olarak istediği açıkça görülüyor

Trump'ın Husilere yönelik saldırıları durdurma yönündeki ani kararı İsrail'de giderek artan endişelere yol açtı. Bu durum, ABD Başkanı'nın İran ile anlaşmaya varmak için bedeli ne olursa olsun elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı olduğunun bir başka göstergesi olarak görülüyor. Yakın zamana kadar ABD'nin Husilere karşı askeri müdahalesi, Washington'un ciddiyetinin ve gerektiğinde güç kullanmaya hazır olduğunun en açık kanıtı olarak görülüyordu. Ama Trump'ın savaşlar başlatma değil sona erdirme niyetini defalarca dile getirdiği göz önüne alındığında, bu değerlendirme tartışmalı olabilir, ancak İran'ın son dönemde karşılaştığı zorluklar İsrail'e bir miktar güven vermişti.

Ancak bugün Trump'ın, İsrail'in varoluşsal bir tehdit olarak gördüğü tavizleri gerektirse bile, Tahran ile her ne şekilde olursa olsun bir anlaşma yapmayı ciddi olarak istediği açıkça görülüyor.