Trump, ABD’deki siyasi söylemi nasıl yeniden şekillendirdi?

ABD’de siyasi ve sosyal bölünme devam ediyor.

16 Ocak’ta Atkinson’da yaptığı konuşmada Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın destekçileri (AP)
16 Ocak’ta Atkinson’da yaptığı konuşmada Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın destekçileri (AP)
TT

Trump, ABD’deki siyasi söylemi nasıl yeniden şekillendirdi?

16 Ocak’ta Atkinson’da yaptığı konuşmada Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın destekçileri (AP)
16 Ocak’ta Atkinson’da yaptığı konuşmada Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ın destekçileri (AP)

Akil Abbas

2020’de Başkan Donald Trump’a karşı yürüttüğü seçim kampanyası sırasında ABD Başkan adayı Joe Biden, destekçilerinden oluşan bir dinleyici kitlesine, bir zamanlar kendisine Trump’a karşı yapılacak bir seçim münazarasına katılmak isteyip istemediğinin sorulduğunu söyledi. Belirttiğine göre Biden, “Hayır. Ortaokul öğrencisi olsaydık onu antrenman salonunun arkasına alıp döverdim” dedi.

Katılımcılar, Biden’in mizah amaçlı olmayan, daha ziyade Trump karşıtı izleyicilerin çoğunun hissettiği, Trump’a yönelik öfke duygularının spontane bir beyanı olan bu cevabına gülerek tepki verdi.

On yıl önce bir cumhurbaşkanı adayının rakibinin hakkında böyle bir cümleyi medya önünde söylemesi neredeyse imkansızdı. O dönemde böyle bir şey olsaydı kendisini, her yönden özür dilemeye zorlayacak kadar büyük bir eleştiri yağmuruyla karşılaşırdı. Ya da rakibine karşı fiziksel şiddete dayalı sert, kaba bir dil kullanması ve ona gerekli saygıyı göstermemesi sonucunda çok sayıda oy kaybederdi. Bu da seçim yarışını kaybetmesine yol açardı.

Trump, tek başına dikkat çekici ve şok edici bir şekilde Amerikan seçim söyleminin dilini yeniden tanımlamayı, onu rakibin siyasi kusurlarını öne çıkararak genellikle coşku ve rekabetle renklenen rasyonel ve sakin tartışmadan uzaklaştırmayı başardı, ancak yarışmacıların anladığı ve uyduğu ahlaki sınırlar çerçevesinde. Bir başkasına göre ise bu arena, karşı tarafa ve kuralları ihlal edenlere yönelik kişisel saldırılara dayanan ve onlara çeşitli kusurlu bireysel lakaplar takan, çoğu ırkçı ve ayrımcı konuşma kategorisine giren bir boks ringine benziyor.

efbht5
Teksas Ulusal Muhafızları, 26 Ocak’ta Meksika’dan gelen göçmenlerin Rio Grande’den ABD’ye geçişini önlemek için devriye geziyor (AFP)

Bu bağlamda gerçeklerin değerlendirilmesi, bunların bağlamlarının tartışılması, sayıların sunulması, bir tarafın diğerine karşı iddiasını destekleyen gerçeklerin anlatılması ve ulusal görev olarak kamu hizmetinin nasıl yerine getirileceği konusunda kabul edilebilir siyasi farklılığın değerinin vurgulanması büyük ölçüde azaldı.

Bu hızlı ve rahatsız edici dönüşüm, Hillary Clinton ile Trump arasındaki 2016 başkanlık seçim yarışında, Trump’ın Clinton’a karşı kişisel bir saldırı başlatması ve ona ‘sahtekâr’ gibi çeşitli lakaplar takmasıyla başladı. Trump, onun hakkında her konuştuğunda ‘sahtekâr Hillary’ (crooked Hillary) demeye başladı.

Siyasi söylemdeki bu olumsuz değişimin ve bunun kamuoyu üzerindeki etkisinin dönüm noktası, o yılki başkanlık seçimlerinden birkaç hafta önce geldi. Öyle ki Trump’ın arkadaşıyla çekilmiş, 2005 yılına dayanan bir ses kaydı sızdırıldı. Ses kaydında, kadınlara yönelik cinsel tacizinden ve ünlü bir yıldız olarak herhangi bir kadına istediği her şeyi yapabileceğinden ve yıldızsan kadınların bunu yapmana izin verdiğinden açıkça bahsediyordu.

Bu videonun sızdırılması, o zamanlar yaygın olarak Trump’ın seçim şansını ve beraberinde siyasi geleceğini sona erdirmeye yeteceğine inanılan siyasi bir bombaydı. Trump’ın kendisi de ses kaydında belirtilenlerin doğruluğunu kabul ederken, 2005’ten bu yana kişi olarak değiştiğini söyleyerek özür diledi. Ancak bu özür, birçok kişi tarafından samimiyetsiz ve değersiz olarak nitelendirildi. Seçim sonucu, halkın şaşkınlığı arasında kazanan Trump için bile sürpriz oldu.

Trump, DEAŞ’ı yaratanın, ‘hayranlarının en çok nefret ettiği ve Amerika’nın birçok sorununun nedeni olarak gördüğü isimlerden biri olan’ eski ABD Başkanı Barack Obama olduğunu iddia etti.

Kendisinin ABD başkanı olmaya yetecek kadar oy alması, böyle bir zaferin gerçekte ne anlama geldiğine dair önemli soruları gündeme getirdi. Zaferin şoku, onun hakkında farklı ve genel olarak doğru bir şekilde düşünmemize olanak sağladı. Trump, zengin, pervasız ve yüzeysel bir politikacı olarak görülmek yerine, kendi seslerinin kamusal alanın bir parçası olduğunu düşünmeyen geniş toplumsal kesimlerin gerçek bir temsilcisi haline geldi. Aynı şekilde endişeleri, kamuoyu tartışmaları ve politikacıların seçim rekabeti ile de ilgili değildi. Bu kesimler, Amerikan toplumundaki çok çeşitli muhafazakâr güçleri içeriyordu. Bu muhafazakar güçlere ‘bilinen geleneksel anlamlarıyla din ve ailenin, geleneksel ahlakı parçalamaya yönelik kasıtlı bir çaba bağlamında sistematik ötekileştirmeye tabi olduğunu düşünen’ Hıristiyanlar ve diğerlerinden sosyal muhafazakarlar, ekonomik açıdan sıkıntılı, daha az eğitimli ve muhafazakar kökenden gelen insanların yanı sıra genel olarak küreselleşmeye ve doğası gereği liberal olduğunu düşündükleri projelere yapılan federal harcamalara karşı olan ekonomik muhafazakarlar, eyaletlerin gücünün artırılması adına federal hükümetin gücünün azaltılmasını talep eden siyasi muhafazakarlar, beyaz milliyetçiler ve beyaz olmayan Hıristiyan göçmenlere düşman olan ‘gerçek’ beyaz Protestan Amerikan kimliğini korumanın savunucuları gibi sağcı kimliklerin çeşitli ve geniş bir yelpazesi örnek gösterilebilir. Bunlar nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyorlar, ama büyük bir kısmını oluşturuyorlar. Ayrıca yüksek organizasyon yeteneklerine sahiptirler ve birçoğu bazen şiddet içeren aşırılık noktasına varan yoğun inanç ve coşkuyla motive oluyorlar. Bu insanların çoğu, ABD’nin Demokrat Parti’den beyaz liberaller, ünlü üniversitelerden yüksek derecelerle mezun olanlardan ve yüksek gelirlilerden devleti yöneten üst bürokrasi tarafından kaçırıldığını düşünüyor. Ayrıca bu üst bürokrasinin, ‘Trump destekçilerinin, ABD’yi esaretinden kurtarmaları gerektiğini düşündükleri yerli Amerika’dan tamamen farklı bir Amerika oluşturmak için’ göçmenler ve azınlıklarla ittifak kurduğuna inanıyorlar.

Trump’ı destekleyen ve baskıyı esas alan muhafazakâr grupların bu siyasi- toplumsal anlatısı ışığında Amerika’nın ‘sahte beyazlar’ tarafından kaçırılmasının kökeni, onların resmi kurumlar üzerinde ‘çeşitlilik, çoğulculuk, eşitlik ve zayıfların güçlendirilmesi adına’ tahakküm kurarak göçmenler ve azınlıklarla ittifakında yatmaktadır. Bu resmi kurumlara, Federal Polis (FBI), eğitim kurumları, gazeteler ve fikir oluşturma medyası gibi resmi olmayan kurumlar da dahildir. Tüm bunlarla kamuoyu çarpıtılıyor, alternatif gerçekler yaratılarak kamuoyu aldatılıyor, yanıltılıyor ve Amerikalıları bu kimliği benimsemeye ve inanmaya ikna edecek ‘tuhaf ve melez’ bir kimlik oluşturuluyor.

Oldukça seçici olan bu anlatıyı tutarlı kılmak için kararları ve politikaları açıklamak amacıyla birçok komplo teorisinden yararlanılıyor. Mesela ABD’nin 2014’ten itibaren DEAŞ’a karşı yürüttüğü ‘terörizme karşı savaşı’ açıklamak için Trump, DEAŞ’ı yaratanın, ‘hayranlarının en çok nefret ettiği ve Amerika’nın birçok sorununun nedeni olarak gördüğü isimlerden biri olan’ eski ABD Başkanı Barack Obama olduğunu iddia etti.

Trump hayranlarının kurumlarla ilgili aşırı hayal kırıklığı ve bu kurumların gerçekleri kasten çarpıttığı yönündeki inancı nedeniyle Trump’ın, rakiplerine yönelik sertliği haklı ve hatta gerekli görünüyor.

Trump’ın suçlaması, yalnızca Amerikan kurumlarını kaçırılmış olarak şeytanlaştırma bağlamında değil, aynı zamanda erkek izleyiciyi karakterize eden izolasyoncu ruhla flört etme bağlamında da geldi. Bu kamuoyu, yanlış bir şekilde Amerika’nın ‘Amerikalılara harcamak ve onların sorunlarını çözmek yerine’ parasının çoğunu, diğer ülkelere ve dış dünyaya harcadığını inanıyor.

Bu çerçevede dünyanın diğer ülkeleri, Amerika’ya ekonomik ve güvenlik yükü olarak sunuluyor. Bu noktada Trump’ın ‘iklim değişikliğini inkâr etmesi, Amerika’yı bu konudaki uluslararası yükümlülüklerinden geri çekme kararı gibi’, uluslararası ilişkilerin karmaşıklığını ve bu ilişkilere yatırım yapmanın uzun vadeli sonuçlarını anlamayan bazı basit açıklamaları ve eylemleri ortaya çıktı. Trump, bu tehlikeli çevre olgusunu, hızlı ve ciddi uluslararası işbirliği gerektiren küresel bir tehdit olarak görmek yerine, asıl amacı ‘Amerikan ekonomisine zarar vermek ve Çin ekonomisi yararına Amerikalı fabrika işçilerinin işlerini kaybetmesine neden olmak’ olan bir yalan olarak değerlendiriyor.

grtnyu6m
Trump, 27 Ocak’ta Las Vegas’ta destekçileriyle yaptığı toplantıda (AFP)

Bu bağlamda Amerikan bilimsel kurumlarının iklim değişikliği tehlikesine ilişkin ürettikleri bile, sıradan Amerikalılara karşı daha geniş bir komplonun parçası haline geliyor!

Trump, uluslararası gerçekliklere ilişkin bu basit anlayış çerçevesinde, bu örtüşen ve karmaşık gerçeklikleri, güçlü ile zayıf arasında hegemonyaya dayalı kaba ve doğrudan bir ticaret alışverişi olarak anlayan açıklamalar da yapıyor. Tıpkı Saddam Hüseyin rejimini devirmek karşılığında Amerika’nın Irak’ın petrolünü almak zorunda olduğu yönündeki meşhur açıklamasında olduğu gibi!

Kamuoyunun kurumlara karşı duyduğu aşırı hayal kırıklığı ve bu kurumların kasıtlı olarak gerçekleri çarpıttıkları ve meşru çıkarlarına karşı komplo kurdukları yönündeki kanaatleri nedeniyle Trump’ın muhaliflerine yönelik sertliği ve politikacıların/ yetkililerin kamusal alanda kullanması beklenen kibar, siyasi ve sosyal açıdan kabul edilebilir dili kullanmayı reddetmesi, haklı ve hatta gerekli görünüyor.

Bu dil, ‘acımasız açık sözlülüğün’, yani gerçeği gösterişsiz ve yapay incelik olmadan söylemenin bir örneği haline gelir. Sonuçta gerçekler çirkindir ve onlara ancak bir o kadar çirkin bir dil yakışır! Bu nedenle Trump, örneğin aynı fikirde olmadığı, felçli bir gazeteciyle medya önünde alay ederken ve zorbaca bir davranışla hastalığını taklit ederken, destekçilerinin saygısını ve oylarını kaybetmedi!

Trump’ın Cumhuriyetçi Parti adaylığında beklenen zaferi, devam eden bölünmeyi doğrulayacak. Kendisiyle Biden arasında gelecek sonbaharda yapılması beklenen başkanlık münazaraları, bu bölünmenin ciddiyetinin yalnızca bir başka teyidi olacak.

Bu gazetecinin bireyselliği ve bir kişi olarak sağlık durumu, o zamanlar Trump’ın kitlesi için önemli değildi. Daha ziyade onun Washington Post gibi bir gazetecilik kurumunun parçası olarak görülmesi, bu kitlenin nefret ettiği ve genel sahtecilik makinesinin bir parçası olarak gördüğü bir şeydi. Prestijli gazetede yer alan bir makalede bu gazeteci, Trump’ın New Jersey’deki Müslümanların 11 Eylül 2001 bombalamalarını neşeyle kutladığı yönündeki asılsız iddiasını yalanladı. Dolayısıyla bu kitlenin kurumlara yönelik derin şüpheciliği, birçok eyalette aleyhine açılan davalara karşı Trump’la daha fazla dayanışma içinde olmasını sağladı. Kendi ifadesiyle Trump, bu ‘ötekileştirilmiş’ kitlenin cesur sesini temsil ettiği için kendisini siyasi olarak ortadan kaldırmak amacıyla bu kurumların, bu iddiayı kasıtlı olarak siyasallaştırıldığını düşünüyor.

Trump’la münazaraya girme konusundaki isteksizliğine rağmen Biden, sonunda 2020 sonbaharında seçimdeki rakibi Trump ile olağan üç münazara yerine iki münazara gerçekleştirdi. Üçüncüsü, Trump’ın koronavirüse yakalanması nedeniyle iptal edilmişti. Her iki münazarada, özellikle de ilkinde, abartılarıyla ünlü Trump başta olmak üzere her iki taraftan gelen çok sayıda asılsız ve yanıltıcı iddialar nedeniyle ilk mağdur, ‘gerçek’ oldu.

Bu çerçevede çok sayıda Amerikalının takip ettiği bu münazaralar, farklı politikalar ve vizyonlar arasında bilgi edinme ve karşılaştırma yapma fırsatı oluşturdu. Rakipler tarafından sağlanan bilgilerin doğruluğu, onların güvenilirliğinin kanıtıydı. Bu kriter, ülkeyi vuran ciddi sosyal ve siyasi bölünme göz önüne alındığında artık etkili ve önemli değil. Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’nin adaylığında beklenen zaferi, bu bölünmeyi doğrulayacak. Kendisiyle Biden arasında gelecek sonbaharda yapılması beklenen başkanlık münazaraları, (tartışmaların çözüme katkı sunmadığı, yalnızca bunları duyurduğu) bu bölünmenin ciddiyetinin yalnızca bir başka teyidi olacak.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Estonya, Rusya yanlısı siyasetçileri vatana ihanetten suçlu buldu

NATO ülkesi yalnızca 1,4 milyon kişilik nüfusa sahip (AFP)
NATO ülkesi yalnızca 1,4 milyon kişilik nüfusa sahip (AFP)
TT

Estonya, Rusya yanlısı siyasetçileri vatana ihanetten suçlu buldu

NATO ülkesi yalnızca 1,4 milyon kişilik nüfusa sahip (AFP)
NATO ülkesi yalnızca 1,4 milyon kişilik nüfusa sahip (AFP)

Kasım 2023'te başlayan dava nihayet sonuçlandı ve Estonya yargısı, aynı yılın mart ayında tutuklanan politikacılar hakkındaki kararını verdi. 

Harju Bölge Mahkemesi'nde geçen perşembe görülen davada muhafazakar Koos partisinin kurucularından Aivo Peterson vatana ihanetten 14 yıl, Dmitri Rootsi ve Andrei Andronov ise 11'er yıl hapis cezasına çarptırıldı. 

Ekim 2022 - Mart 2023'te Estonya devleti ve toplumunun hilafına Rusya'nın politikalarını desteklemekle suçlanan üç siyasetçi bu iddiaları reddediyor. 

Moskova'dan aldıkları emirlerle hareket etme iddialarının hedefindeki üçlü, temyize başvuracaklarını açıkladı. 

Partiden yapılan açıklamada da savcıların Estonya'nın anayasal düzeni ve güvenliğine nasıl zarar verildiğine dair somut kanıt gösteremediği savunuldu.

Estonya'nın Ukrayna'ya yardımına karşı çıkan Koos partisi, bu yıl düzenlenen belediye seçimlerinde ülke genelindeki oyların yalnızca binde 8'ini alabilmişti. 

2022'de kurulan parti, Baltık ülkesinin NATO'dan çıkıp tarafsızlığını ilan etmesini ve yabancı askerlerin ülke topraklarından çekilmesini isterken, diğer ülkeler arasındaki askeri çatışmalara doğrudan ya da dolaylı olarak karışılmasına karşı çıkıyor. 

Öte yandan Aivo Peterson, Ukrayna'dan 2014'te tek taraflı bağımsızlığını ilan eden ve Eylül 2022'de Rusya'ya katılma kararı alan Donetsk Halk Cumhuriyeti'ni 2023'te ziyaret etmişti. 

55 yaşındaki siyasetçi, Şubat 2022'de başlayan Ukrayna savaşına dair bilgi almak için bölgeye gittiğini şu ifadelerle savunmuştu:

Estonya medyasından aldığımız bilgiler tek taraflı. Tüm gazetecilerimiz Kiev'i destekliyor.

Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova haziranda yaptığı açıklamada Estonya için "düşmanca davranan ülkeler arasında ilk sıralarda" ifadesini kullanmış, Tallin yönetiminin kendilerini yalanlarla bir tehdit gibi gösterdiğini öne sürmüştü. 

Independent Türkçe, ERR, RT


Barrack, Netanyahu’yu Gazze’de Türkiye’nin rolünü kabul etmeye ikna etmeye çalışıyor

ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)
TT

Barrack, Netanyahu’yu Gazze’de Türkiye’nin rolünü kabul etmeye ikna etmeye çalışıyor

ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu arasında Pazartesi günü gerçekleşen görüşmeden bir kare (İsrail hükümeti)

İsrail basınında yer alan haberlerde, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi ve Ankara Büyükelçisi Tom Barrack ile pazartesi günü Kudüs’te yaptığı görüşmede, Trump yönetiminden “sert ve özel mesajlar” aldığı belirtildi. Görüşmenin, ay sonunda Florida’da yapılması planlanan ABD-İsrail zirvesi öncesinde gerçekleştiği aktarıldı. Barrack-Netanyahu görüşmesinin ana gündem maddelerinin Gazze, Suriye ve Trump’la yapılacak buluşma olduğu kaydedildi.

Gazze’de “kabul edilemez” açıklamalar

Gazze dosyasında, Ekim ayında başlayan kırılgan ateşkesin ikinci aşamasına geçilmesi ele alınırken, Yedioth Ahronoth gazetesi Barrack’ın, Netanyahu’nun Türkiye’nin rolüne ilişkin kaygılarını gidermeye çalıştığını ve Türkiye’nin Gazze’de kurulması öngörülen uluslararası güce katılmasına ikna etmeye çalıştığını yazdı. Haberde, Barrack’ın Türkiye’nin Hamas üzerinde en fazla etkiye sahip ülke olduğunu ve silahsızlanma konusunda Hamas’ı ikna edebilecek en güçlü aktör konumunda bulunduğunu vurguladığı belirtildi.

frt
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şarm el-Şeyh Ortadoğu Barış Bildirgesi'ni imzalarken (Türkiye Cumhurbaşkanlığı)

Şarku’l Avsat’ın Yedioth Ahronoth’tan aktardığı habere göre Barrack, Türkiye’nin Trump planını imzaladığını ve Hamas adına silahların teslimini içeren maddeye taahhüt verdiğini Netanyahu’ya hatırlattı. Türkiye’nin katılımının, şu aşamada çekimser olan birçok ülkeyi de uluslararası güce katılmaya teşvik edeceğini savundu.

Haberde, Barrack’ın “Türkiye’nin dışlanmasının diğer ülkelerin de geri adım atmasına yol açtığını, Başkan Trump’ın bu planın başarısız olmasına izin vermeyeceğini” söylediği aktarıldı. Ayrıca Netanyahu’nun “Hamas’ın silah bırakacağına güvenmediği” yönündeki açıklamalarının ve İsrail’in bunu zorla sağlayabileceğine dair ifadelerinin “kabul edilemez” olduğu ve planı tehdit ettiği uyarısında bulunduğu kaydedildi.

Bu bilgiler, İsrail Kanal 12 televizyonunun aktardıklarıyla da örtüştü. Kanal 12, Beyaz Saray’ın Netanyahu’ya “özel ve sert” bir mesaj gönderdiğini ve Hamas’ın üst düzey askeri isimlerinden Raid Saad’ın öldürülmesinin, Trump arabuluculuğunda varılan ateşkes anlaşmasının ihlali olarak görüldüğünü bildirdi.

Kanal ayrıca, Gazze savaşını sona erdirmeyi amaçlayan anlaşmanın ikinci aşamasına geçiş konusundaki görüş ayrılıkları ve İsrail’in bölgedeki genel politikaları nedeniyle Trump yönetimi ile Netanyahu hükümeti arasında artan bir gerilim yaşandığını aktardı.

ABD’li iki yetkili, Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Beyaz Saray Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve Başkan Trump’ın damadı Jared Kushner’in Netanyahu’nun tutumundan “son derece rahatsız” olduğunu söyledi. Üst düzey bir ABD’li yetkiliye göre Netanyahu’ya verilen net mesajda şu ifadelere yer verildi: “Eğer itibarını zedelemek ve anlaşmalara uymayan bir lider olarak görünmek istiyorsan bu senin tercihin. Ancak Trump’ın arabuluculuğunda sağlanan Gazze anlaşmasının itibarını zedelemene izin vermeyiz.”

Batı Şeria ve bölgesel gerilim

Batı Şeria konusunda da Beyaz Saray’ın, Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik şiddetinden ve “Arap dünyasında provokasyon olarak algılanan” İsrail adımlarından giderek daha fazla endişe duyduğu belirtildi. ABD’li bir yetkili, Washington’un Netanyahu’dan İsrail’in güvenliğini tehlikeye atmasını değil, İbrahim (Abraham) Anlaşmaları’nın genişletilmesine zarar verecek adımlardan kaçınmasını istediğini söyledi.

Aynı yetkili, Netanyahu’nun son iki yılda uluslararası alanda giderek yalnızlaştığını savunarak, “Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah es-Sisi’nin neden onunla görüşmeyi reddettiğini ve Abraham Anlaşmaları’nın üzerinden beş yıl geçmesine rağmen neden BAE’ye davet edilmediğini kendisine sorması gerekir” dedi. Yetkili, Netanyahu’nun tansiyonu düşürmeye hazır olmaması halinde Washington’un Abraham Anlaşmaları’nı genişletme çabalarına zaman ayırmayacağını da ifade etti.

Beyaz Saray’da Netanyahu’ya öfke

Trump’ın, son dönemde Netanyahu’nun sert eleştirilerine maruz kalan Barrack’ı Kudüs’e göndermesi dikkat çekti. Netanyahu, Barrack için “Amerika’daki Türk büyükelçisi gibi davranıyor” ifadesini kullanmıştı. Barrack’ın İsrail demokrasisine ilişkin sözleri de Netanyahu’nun tepkisini çekmiş, Barrack bu açıklamalar için özür dilemişti.

Yedioth Ahronoth yazarı Nahum Barnea, ABD’li kaynaklara dayandırdığı yazısında, Washington’un Netanyahu’nun Trump’ın barış planını hayata geçirme konusunda samimi olmadığı ve İsrail’in sürekli savaş halinde kalması için çaba gösterdiği kanaatine vardığını yazdı. Barnea, Beyaz Saray’da Netanyahu’ya yönelik sert ve ağır ifadeler kullanıldığını, bunların bir kısmının doğrudan Netanyahu’ya da iletilmiş olabileceğini belirtti.

Suriye’de “kırmızı çizgiler”

İsrail basınına göre Barrack, Netanyahu’ya Suriye konusunda da “kırmızı çizgiler” iletti. Trump yönetiminin, Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara’yı Washington’un bir müttefiki olarak gördüğü ve ülkenin istikrarı için desteklenmesi gerektiği görüşünde olduğu aktarıldı. ABD’nin, İsrail’in yoğun askeri operasyonlarının Suriye’de yönetimin çökmesine yol açmasından endişe duyduğu ve güvenlik anlaşmasına varılmasını istediği belirtildi.

Lübnan konusunda ise Trump’ın, İsrail’in Hizbullah’a karşı sınırlı baskıyı sürdürmesini desteklediği, ancak geniş çaplı bir savaşa onay vermediği ifade edildi.

İsrailli analistler, Netanyahu’nun Barrack’ın tüm taleplerini reddetmeyeceğini, ancak kesin taahhütlerden kaçınarak Trump’la 29 Aralık’ta Florida’da yapacağı görüşmenin önünü açmaya çalıştığını öne sürdü. Buna karşın Netanyahu’nun, Barrack’ın ofisine ulaşmasından hemen önce Suriye’ye hava saldırısı düzenlenmesi talimatı vererek bağımsız hareket ettiği mesajını da vermekten geri durmadığı kaydedildi.

vgt
ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Pazartesi günü bir araya geldi (İsrail hükümeti)

Türkiye’ye mesaj olarak yorumlanan bir adımda ise Netanyahu’nun, Yunanistan Başbakanı ve Kıbrıs Rum Yönetimi lideriyle üçlü bir zirve düzenleme kararı aldığı belirtildi. İsrail’de bu toplantı, Türkiye’ye yönelik doğrudan siyasi mesaj olarak değerlendirildi. Barrack ise görüşme sonrasında, temasların “bölgesel barış ve istikrarı hedefleyen yapıcı bir diyalog” olduğunu söyledi.


Bondi Plajı saldırganına müdahale ederken yaralanan Ahmed el-Ahmed, ameliyat edildi

TT

Bondi Plajı saldırganına müdahale ederken yaralanan Ahmed el-Ahmed, ameliyat edildi

Bondi Plajı saldırganına müdahale ederken yaralanan Ahmed el-Ahmed, ameliyat edildi

Bondi Plajı’ndaki saldırganlardan birini etkisiz hâle getirerek silahını alan manav Ahmed el-Ahmed’in, saldırı sırasında yaralanmasının ardından ameliyata alındığı bildirildi. El-Ahmed’in ailesi, oğullarını “kahraman” olarak nitelendirirken, hastanedeki tedavisi sürerken kendisi için başlatılan bağış kampanyasına yoğun destek geldi.

El-Ahmed’in, Avustralya yayın kuruluşu ABC’ye konuşan anne ve babası, oğullarının omzundan dört ila beş kurşunla vurulduğunu, vücudunda hâlâ çıkarılmamış mermiler bulunduğunu söyledi. Ailesi, Ahmed el-Ahmed’in 2006 yılında Avustralya’ya geldiğini, kendilerinin ise Suriye’den Sidney’e yalnızca birkaç ay önce ulaştıklarını ve uzun süredir oğullarından ayrı olduklarını belirtti.

Kuzeni Hozay el-Kenc, pazartesi günü basına yaptığı açıklamada, Ahmed el-Ahmed’in ilk ameliyatının başarıyla tamamlandığını söyledi. El-Kenc, “İlk ameliyatını geçirdi. Durumuna bağlı olarak iki ya da üç ameliyat daha gerekebilir” dedi.

Aileden hükümete çağrı

El-Ahmed’in anne ve babası, yaşlarının ilerlemesi nedeniyle oğullarının iyileşme sürecinde yeterli destek verememekten endişe duyduklarını ifade ederek, Başbakan Anthony Albanese hükümetinden yardım talep etti. Aile, Almanya’da ve Rusya’da yaşayan iki kardeşin Avustralya’ya gelerek destek olabilmesi için vize kolaylığı istediklerini belirtti.

sdfg
Ahmed Al-Ahmed'in babası Muhammed Fateh Al-Ahmed (Videodan alınan ekran görüntüsü).

Anne, “Şu anda yardıma ihtiyacı var çünkü engelli kaldı. Diğer çocuklarımızın buraya gelmesini istiyoruz” dedi. Ahmed el-Ahmed’in, saldırganın mermileri bittiğinde silahını elinden aldığı sırada vurulduğunu da aktardı.

Başbakan Albanese, Ahmed el-Ahmed’in cesaretinin hayatlar kurtardığını söyledi. ABD Başkanı Donald Trump da el-Ahmed’i “çok, çok cesur bir kişi” olarak nitelendirdi.

Bağışlar 750 bin dolara yaklaştı

Reuters’ın aktardığına göre, 43 yaşındaki Ahmed el-Ahmed için başlatılan bağış kampanyasında toplanan miktar yaklaşık 750 bin ABD dolarına ulaştı. GoFundMe üzerinden başlatılan kampanya, bir gün içinde 1,1 milyon Avustralya dolarını (yaklaşık 744 bin ABD doları) aştı.

Ailesinin anlattığına göre el-Ahmed, Bondi’de bir arkadaşıyla kahve içerken silah seslerini duydu. Ağaç arkasına saklanan silahlı kişiyi fark eden el-Ahmed, saldırganın cephanesi tükendiğinde arkadan yaklaşarak silahını almayı başardı.

Hanuka Bayramı dolayısıyla düzenlenen etkinlikte gerçekleşen silahlı saldırıda en az 15 kişi hayatını kaybederken, 42 kişi yaralandı. Saldırının Navid Akram (24) ile babası Sajid Akram (50) tarafından gerçekleştirildiği açıklandı.

Başbakan Chris Minns, hastane ziyaretinin ardından yaptığı paylaşımda, “Ahmed’in gösterdiği cesaret olağanüstüydü. Hayatını büyük bir riske atarak saldırganı etkisiz hâle getirdi” dedi.

El-Ahmed’in, silahlı saldırgana arkadan koşarak uzun namlulu tüfeğini aldığı anlara ait görüntüler dünya genelinde medya kuruluşları tarafından yayımlandı ve sosyal medyada 22 milyondan fazla kez izlendi.