Huzistan ve İran: İlhak mı, işgal mi?

"Huzistan'ın yaklaşık 100 yıl önce işgal edilmesini ve İran'a ilhak edilmesini inkar etmeyen ve çözümü Ahvaz halkına kendi kaderini tayin hakkının verilmesinde gören üçüncü bir seçenek var."

Arabistan (Huzistan) Eyaleti'nin yönetim merkezi Muhammara (Hürremşehir) (Independent Arabia)
Arabistan (Huzistan) Eyaleti'nin yönetim merkezi Muhammara (Hürremşehir) (Independent Arabia)
TT

Huzistan ve İran: İlhak mı, işgal mi?

Arabistan (Huzistan) Eyaleti'nin yönetim merkezi Muhammara (Hürremşehir) (Independent Arabia)
Arabistan (Huzistan) Eyaleti'nin yönetim merkezi Muhammara (Hürremşehir) (Independent Arabia)

Bir asır önce, dünya haritasında, Arapların “Muhammara Emirliği” veya “Arabistan Emirliği”, Farsların ise “Arabistan Krallığı” adını verdikleri, başkenti Muhammara olan bir devlet vardı. İran Savaş Bakanı Rıza Pehlevi'nin güçleri, askeri ve siyasi bir plan doğrultusunda 1925 yılında bu krallığın topraklarına baskın düzenledi. Söz konusu plana Arabistan Hükümdarı Hazal Han'a karşı Tahran'daki Fars gazetelerinde yaygın düşmanca propaganda yürütmek de eklendi. İranlı yöneticiler daha sonraları bölgeyi Arabistan yerine Huzistan şeklinde isimlendireceklerdi.

Tarihi Arabistan nerede?

Şah Nasıruddin Kaçar'ın oğlu Sultan'ın Ahvaz Elçisi Mirza Taki Han El-Ensari'ye ait Genc Şâyegân (Şâyegan’ın Hazinesi) isimli kitapta krallığın sınırları şu şekilde anlatılmıştır: “Arabistan, Şattü'l-Arab'dan Dizful'un ötesine yani Arabistan ile Luristan arasındaki sınırı oluşturan El-Hüseyiniye'ye kadar uzanır. Genişliği Râmhürmüz ve Şadgan'ın sonundan Huveyze'nin en uzak kısmına ve Osmanlı toprakları ile Irak-ı Arab sınırlarına kadardır. Bu krallığın uzunluğu 100 fersah, genişliği ise yaklaşık 40 fersahtır.” Arabistan Krallığı'nın 1881 yılındaki coğrafi sınırlarını gösteren kitap, el yazması olarak İsfahan şehrindeki Ferheng Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.

Mirza Muhammad Taki Han El-Ensari, Huzistan Krallığı'nın kendi dönemindeki coğrafi sınırlarını şu şekilde ifade etmektedir: “Ülkenin güneyinde Şattü'l-Arab, kuzeyinde ise El-Hüseyniyye kasabası bulunmaktadır. Şu anda şehir olan El-Hüseyiniye, Dizful ve Şadgan'ın (Andimeşk) kuzeyinde ve ayrıca Şadgan'ın ile Luristan Eyaleti'ndeki Poldohter şehri arasında yer almaktadır.” El-Hüseyniye'nin sakinleri Lur halkına göre daha kültürlü Araplardır ve çoğu, Arapların El-Hüseyniyat olarak tanımladığı "Sekondi" kabilesine mensuptur. Luri dilindeki "Sekondi" kelimesi Arapça'da "Beni Kuleyb" anlamına gelir. Yazar, Ramhürmüz ve Şadgan şehirlerinin Huzistan Krallığı'na ait olduğunu ve Krallığın doğusunda yer aldığını belirtmektedir. Bu da El-Ensari'nin, Şadgan'ın sonunda Mahşehr ve Hindiyan limanlarında olduğu anlamına gelir. Mahşehr ve Hindiyan Şah Muhammed Rıza Pehlevi yönetiminin ilk dönemlerine kadar idari olarak Şadgan'a tabiydi. Yazar aynı zamanda Huveyze ve o zamanki Osmanlı İmparatorluğu'nun Irak sınırlarını Huzistan Krallığı'nın batı kısmı olarak görüyordu. Bu tanımlama halen geçerli olup İran'ın güneybatısı ve güneyinde bir Arap coğrafyası bölgesinden bahsetmek mümkündür. Bu coğrafya Elam ve Kohkiluyye bölgelerinin kuzeyini sınırlayan tarihi Huzistan'ın kuzeyinden güneydeki Arap kıyı bölgelerine kadar uzanır. Burası onlarca yıl önce şeyhlikler ve emirlikler tarafından yönetilen ve Arap vatandaşların yaşadığı yerdir.

Rıza Han'ın (Rıza Pehlevi) Huzistan ve hükümdarı Hazal bin Cabir'e (Hazal Han) karşı yaptıklarına dair farklı rivayetler var. 1921'de Kaçar Hanedanı’nı deviren darbe hükümetinde, yani kendisini İran Şah’ı ilan etmeden ve 1925'te Şah Rıza Pehlevi unvanını almadan önce, Savaş Bakanı ve Silahlı Kuvvetler Başkomutanıydı. Birbirini takip eden İran rejimleri Huzistan'ın işgali iddiasını kabul etmedi.

Arap, Avrupa ve Pehlevi söyleminde Arabistan

Avrupalılar ve Araplar, İranlı Muhammara güçlerinin Huzistan Eyaleti’nin yönetim merkezini iki tarihi dönemde işgal ettiğini söylüyor: İlki 1841’de ve ikincisi 1925’te. İlk işgalle ilgili olarak İngiliz siyaset adamı ve yöneticisi Lord George Curzon'un Farsçaya çevrilen “İran ve İran Meselesi” kitabında şu ifadeler yer alıyor: “Layard’a göre Huzistan Eyaleti’nin yönetim merkezi Kasım 1841’de İran ordusu tarafından işgal edildi. Daha sonra İran ordusu Karun Nehri yakınındaki Beni Kab kabilesine mensup Arapların üzerine yürüdü. Ancak savaş bittiğinde Türkler, Karun'un ana kıyısında değil, bir kanalın kıyısında yer aldığını öne sürerek bu şehrin mülkiyetini üstlendiler. Bu kanalı Şattü’l-Arab'ın kuzey kıyısında kazmışlardı. İranlılar, şehrin aslında Karun Sahili'nin doğal kıyıları ve doğal ağzı boyunca yer alması nedeniyle, söz konusu kanalın yerini kimsenin belirleyemeyeceğini vurgulayarak şehri boşaltmayı reddettiler. Bölgeyi iyi tanıyan Layard'a, İngiltere Başbakanı Lord Aberdeen tarafından bu anlaşmazlık hakkında rapor hazırlaması talimatı verildi. Layard buranın Osmanlılara verilmesini önerdi ancak Rus hükümeti Osmanlılara karşı İran'a güçlü bir destek verdi. İngiliz devleti de Rusya'yı örnek alarak Erzurum Antlaşması'nda Muhammara’yı İran'ın eline bıraktı. O günden bu yana Muhammara hep bu hükümetin elinde oldu.” Muhammara, Huzistan Krallığı'nın başkentiydi ve bazen kendi adıyla da anılırdı: Muhammara Emirliği.

Paris Times gazetesi "Fars Ülkesi'nde Bir Devrim" başlıklı 22 Ocak 1928 tarihli raporunda ikinci işgalle ilgili olarak şu bilgiyi veriyor: "Huzistan, nesiller boyunca özerklikle yönetilmiş, ancak Şah Rıza Pehlevi, ordusunu 1925'te Muhammara'ya yürüttüğünde bölgenin özerkliği sona erdirmiştir. Muhammara Şeyhi tarafından yönetilen bölgenin Pers İmparatorluğu ile hiçbir işi yoktu, yani Huzistan'ın ticareti İran'la değil Irak'la, Körfez şeyhlikleriyle ve Avrupa'ylaydı. Ayrıca Ahvazlılar, Pers'te gerçekleşen siyasi olaylara, özellikle Anayasa Devrimi'ne katılmamışlardı.

Şah Rıza Pehlevi, “Huzistan'a Yolculuk” adlı kitabında şöyle diyor: "Luristan'ın isyancılarını bastırmaya karar verdim, böylece Huzistan ile Irak arasındaki kritik yolu açabilirdim. Bu, Huzistan'da güvenin yeniden sağlanması için yapıldı; çünkü orada güvensizlik, yağma, isyan ve sadakatsizlik hüküm sürüyordu. Ayrıca, vatanını satan ve kendisini bağımsız bir emir ilan eden ihanetle suçlanmış bir kişiyi de ortadan kaldırmış oldum."

Rıza Şah'ın “Huzistan’a Yolculuk” isimli eseri kendinin yazmadığını, sözlü anlatımlarının Savaş Bakanı olduğu dönemdeki baş sekreteri Ferecullah Behrami tarafından kaleme alındığını belirtmek gerekir. Arabistan yerine Huzistan kelimesini kullanıyor ve Irak derken, şu anda “Arak” denen Irak-ı Acem’i kastediyor.

Şah Rıza, Luristan yöneticilerini isyancılara, Hazal Han'ı ise isyancı ve vatan hainine benzetmekte ve Hazal Han yönetimindeki bölgenin bağımsızlığını bir nevi tanımaktadır. Evet, gerçekten de Huzistan çoğu zaman bağımsızdı veya önceki yüzyıllarda İran'daki diğer krallıklarla ittifak dönemlerinde yarı bağımsız bir statüye sahipti. Şah Rıza bundan bahsetmedi. Bu yolculuğunda Hazal Han'a da hakaret ediyor ve onu Bedevi ve çöl adamı olarak tanımlıyor.

Şah Rıza Pehlevi, Arabistan’a (Huzistan’a) giden askeri güçlerinin önünde Lur, Bahtiyari ve Poştkuh kabilelerinin liderlerinin ittifak kurduğundan söz ediyor ve bu ittifakın amacını soruyor. Bu soruya kendi kendine şöyle cevap veriyor: "Kısaca söylüyorum: Güneydeki petrol madenlerinin bağımsız hale getirilmesi ve İran'ın gelecekteki çıkarlarından mahrum bırakılması." Bu ifadeleriyle, çoğu Huzistan'da bulunan petrol madenleri, yani petrol yataklarının bağımsız olma ihtimaline ilişkin endişesini bir kez daha teyit ediyor. Ayrıca kitabın başka bir yerinde, Luristan'dan Tahran'a döndükten sonra şu bilgileri elde ettiğini belirtiyor: "Huzistan'ı [Arabistan'ı] kuşatma ve bağımsızlığını koruma hamlesi bir süredir bekleniyordu. Bu demek oluyor ki bu meseleyle ilgili plan bir süredir hazırlanıyordu.”

Şah Rıza, "Mezopotamya ve Şam gazetelerinin Hazal’ı Huzistan'ın bağımsız Emir’i olarak tanımlamasından" duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Şah Rıza, Hazal Han'ı emirliğine resmi olarak yabancıların atanmasını talep etmekle suçluyor. Şam (Suriye, Lübnan, Filistin, Irak) gazeteleri ve hatta Mısır gazeteleri de Hazal Han'ın bu unvanını (Bağımsız Emir) kullandı. Lübnanlı düşünür Emin er-Reyhani, Hazal Han'ı "Arap Kralları" adlı kitabında "Arap Kralları" kategorisine dahil etti.

Rıza Şah'ın yolculuk kitabında dikkat çeken nokta, İran'da yüzyıllardır hüküm süren ve onun "mezhep kralları" olarak nitelendirdiği merkezi olmayan yönetim sistemini kökten ortadan kaldırmak için gösterdiği çabadır. Yani onun düşmanlığı Hazal Han'ın, Lur ve Bahtiyari liderlerinin ötesine uzanıyor ve onun İran'daki ademi merkeziyetçi sisteme olan düşmanlığında; tek milliyetçi, yani İran milliyetçiliği ile merkeziyetçiliğe vurgu yapmasında kendini gösteriyor.

Huzistan'a iki farklı bakış

Daha önce belirttiğimiz gibi, Savaş Bakanı Rıza Şah Pehlevi'nin Huzistan Krallığı'na karşı başlattığı askeri operasyon ve kuvvetlerinin Ahvaz ve Mahşehr şehirlerini işgali, geniş bir ulusal medya kampanyasının bir sonucuydu. Bu kampanya, Tahran'daki çoğu Fars gazetesinin yürüttüğü kapsamlı bir ulusal çabaya dayanıyordu ve odak noktası Hazal Han'ın imajını zedelemek ve onu bir hain ve isyancı olarak tasvir etmekti. 1925'te yayınlanan Arap gazeteleri ise ister Irak'ta ister Şam'da ister Mısır'da, Hazal Han'ın yanında yer aldı ve onu destekledi.

Mahmud Afşar gibi radikal milliyetçi yazarlar ve ikinci Pehlevi döneminde senato üyesi olan Ali Deşti gibi gazeteciler, Arap basınında Hazal Han ve Arabistan yönetimini destekleyen yayınlara cevap vermeye çalıştılar. Bu yazarlar ve başkaları, "Hablu’l Metin" gibi Fars gazetelerinde, Fars milliyetçiliği ve Arap karşıtı nedenlerden dolayı Hazal Han’a yönelik saldırgan kampanyada önemli bir rol oynadılar. Hazal Han'a yönelik bu saldırıya Rıza Pehlevi'ye düşman olanlar da dahil olmak üzere birçok İran milliyetçisi katıldı.

Güney Azerbaycan’ın lideri Cafer Beyşuhuri ve Kürdistan Mahabad özerk bölgesinin lideri Kadı Muhammed'e karşı, yönetimleri sırasında ve sonrasında, bu ayrıştırıcı siyasi retorik 20 yıl sonra tekrar kullanıldı.

Muhammara ve Huzistan Krallığı tarihine yaklaşımım ve Avrupalı siyasetçiler ve yazarların yanı sıra Arap dünyasındaki Araplar tarafından yazılanları ve bu tarihin özü hakkında konuşulanları incelemem yoluyla şunu söyleyebilirim ki çoğu, bu krallığın ve başkentinin İranlılar tarafından iki kez işgal edildiğine inanıyor: İlki 1841'de Şah Muhammed Kaçar'ın hükümdarlığı sırasında, ikincisi ise 1925'te Şah Rıza Pehlevi'nin hükümdarlığı sırasında. İranlı tarihçilerin çoğu, yöneticiler, partiler ve siyasi örgütler bu görüşü reddederken, Arabistan'ın ya da söyledikleri şekliyle Huzistan'ın tarih boyunca İran'a bağlı olduğunu iddia ediyorlar. “Huzistan ve İran'da Ulus Devletin Kaderi” başlıklı kitabımda Huzistan Krallığı'nın Kaçar Hanedanı'na bağlı olduğuna ve 19. yüzyılın ortalarında Muhammara'nın işgali ve ikinci "Erzurum Antlaşması"nın imzalanmasının ardından müttefik krallıklara dayanan siyasi-idari sisteme sahip olduğuna dair bir vurgu yaptım. Bu dönemde Huzistan, bağımsız bir emirlik veya krallıktan, yarı bağımsız ancak bir ölçüde sömürgeleştirilmiş bir krallığa dönüştü ve bu durum 1925 yılına kadar devam etti. Peki neden yarı bağımsız, yarı sömürge diyorum? Çünkü Kaçar Hanedanı bu dönemde, 19. yüzyılın ortalarından 1925'e kadar süren 75 yılı aşkın bir süre boyunca Huzistan'da sadece Huveyze ve Muhammara'da savunma amaçlı iki üs bulundurmuştur. Bu üsler, Osmanlı Devleti'ne karşı sadece savunma amaçlıydı ve Huzistan yöneticisinin gücüne ve yetkisine bağlı olarak büyüklükleri değişiyordu. Ancak, bu üslerin unsurları, Hindistan veya Cezayir örneğindeki klasik sömürgelerde olduğu gibi, krallığın içişlerinde herhangi bir rol oynamadılar. Örneğin, Hazal Han'ın kendi özel ordusu ve polisi vardı. Bu güçler aracılığıyla, Huveyze, Beni Taraf ve Şadgan gibi bölgelerden Tuster, Dizful, Ramhürmüz ve Hindiyan'a kadar Arabistan'ın tüm emirliklerinin kontrolünü ele geçirmeyi başardı. Hazal Han'ın devrilmesinin ardından Huzistan işgal edildi, ardından Pehlevi devletine ilhak edildi ve Ahvaz toplumu siyasi, idari ve hukuki olarak öncekinden farklı bir sömürge aşamasına girdi. Bazı Ahvaz toplum kesimleri bu sömürgeci durumu unuttu ve bu kesimlerde ikinci görüş, yani Farsça söylemin üstün gelmesi hakim oldu. Bunda, İran yetkililerinin son doksan yıl boyunca İran içinde Huzistan topraklarının işgali hakkındaki tarihsel gerçeği doğrulayan herhangi bir kitap, çalışma veya makalenin resmi ve yasal bir şekilde yayınlanmasını yasaklamasının payı var. Huzistan Krallığı ve halkıyla ilgili tarihî, siyasî ve ekonomik birçok kitap ve şerhe rağmen, Huzistan'ın hukuki durumunu açıklamak için uluslararası hukuki bir çerçeve veya tanım bulunmamaktadır: İşgal mi, yoksa ilhak mı? Bu konu, İran'ın kendi içindeki bölgesel ve Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlardaki statüsünü belirlemek için önemlidir. Durum böyle olduğu sürece Huzistan, Filistin meselesi ve Güney Sudan meselesi gibi Arap ve uluslararası boyutu olan meseleler gibi değil, bir İran vilayeti olarak kalacak.

Ancak bu iki farklı görüş ve durumun dışında, Huzistan'ın yaklaşık 100 yıl önce işgal edilmesini ve İran'a ilhak edilmesini inkar etmeyen, ancak Ahvaz halkına kendi kaderini belirleme hakkını tanımanın ve bu hakkın uygulanması için federatif bir sistem kurmanın çözüm olduğunu düşünen üçüncü bir seçenek bulunmakta.

2012 yılında Filistin Yönetimi uluslararası hukukçulardan oluşan bir hukuk ekibi atadı ve bu ekip aracılığıyla Birleşmiş Milletler'i Filistin'i gözlemci devlet olarak kabul etmeye ikna etti. Görünüşe göre bu Ahvaz özelinde de uygulanabilir. Örgüt veya konsey adı ne olursa olsun, Ahvaz figürlerinin ve oluşumlarının çoğunu içermeli ve İran'da özerklik ya da federal bir sistem kurarak ülke içinde bir yer edinme mücadelesi vermelidir.

* Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan tercüme edilmiştir.



Trump yönetimi, Bolsonaro davasını yöneten yargıca yaptırımı kaldırdı

Moraes, X'e yönelik kapatma davası nedeniyle Elon Musk'la da atışmıştı (Reuters)
Moraes, X'e yönelik kapatma davası nedeniyle Elon Musk'la da atışmıştı (Reuters)
TT

Trump yönetimi, Bolsonaro davasını yöneten yargıca yaptırımı kaldırdı

Moraes, X'e yönelik kapatma davası nedeniyle Elon Musk'la da atışmıştı (Reuters)
Moraes, X'e yönelik kapatma davası nedeniyle Elon Musk'la da atışmıştı (Reuters)

ABD, Brezilya Yüksek Mahkemesi Yargıcı Alexandre de Moraes'e uyguladığı yaptırımı kaldırdı.

ABD Hazine Bakanlığı'ndan cuma günü yapılan açıklamada, Moraes'e 30 Temmuz'da getirilen yaptırımların kaldırıldığı duyuruldu.

Donald Trump yönetimi, Moraes'in eşi Viviane Barci de Moraes ve onun hukuk eğitim şirketi Instituto Lex'i de yaptırım listesinden çıkardı.

Açıklamada, "Moraes'e yaptırımın sürdürülmesi, ABD'nin dış politika çıkarlarıyla bağdaşmamaktadır" dendi.

Moraes, 2022 seçimlerinin ardından darbe planladığı gerekçesiyle eski Devlet Başkanı Jair Bolsonaro hakkında başlatılan hukuki süreci yürütüyordu.

Davada 70 yaşındaki Bolsonaro'ya 27 yıl 3 ay hapis cezası verilmişti. Radikal sağcı siyasetçinin avukatları, sağlık sorunları nedeniyle eski liderin ev hapsinde kalmasını talep etmişti. Ancak Yüksek Mahkeme yargıcı, geçen ay yaptığı açıklamada davanın tüm hukuki süreçlerinin tamamlandığını ve temyiz yolunun bulunmadığını bildirmişti. Hapis cezasının kesinleştiğine ve infazının başlatılmasına hükmetmişti.

Brezilya'da 2022'de düzenlenen devlet başkanı seçimini ikinci turda solcu Lula da Silva kazanmış, 1 Ocak 2023'te parlamentoda yemin ederek göreve başlamıştı.

Ancak radikal sağcı Bolsonaro destekçileri, önce ülkede günlerce süren otoyol kapatma eylemleri yapmış, 8 Ocak 2023'te de Ulusal Kongre binasını basmıştı.

Olaylar, 6 Ocak 2021'de Trump destekçilerinin ABD Kongresi'ni basmasına benzetilmişti.

Trump ise Bolsonaro hakkındaki davayı "cadı avı" diye nitelemiş, yargıç Moraes'e yaptırım kararı almıştı. Washington ayrıca Lula yönetimine yüzde 50 gümrük vergisi de getirmişti.

Brezilya'da Bolsonaro'nun hapis cezasının düşürülmesi için Temsilciler Meclisi'ne sunulan teklif çarşamba günü onaylanmıştı. Tasarının yasalaşması için Senato'dan geçmesi ve Lula tarafından da onaylanması gerekiyor.

Teklif kapsamında Ulusal Kongre baskınında yer aldıkları gerekçesiyle hapse atılanların da serbest bırakılması veya cezalarının azaltılması isteniyor.

Tartışmalı teklif için Temsilciler Meclisi'nde düzenlenen oturumda siyasetçiler arasında arbede yaşanmıştı. Solcu parlamenter Glauber Braga, meclis başkanının koltuğuna oturup kalkmamış, "darbe girişimi hamlesine karşı protesto düzenlediğini" söylemişti.

Polisin müdahale ettiği olayda bazı parlamenterler ve gazeteciler de dışarı çıkarılmıştı.

Independent Türkçe, New York Times, Washington Post


Erdoğan: İsrail, Gazze'de hayatın normale dönmesine izin vermeli

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'nin düzenlediği bir etkinlikte konuşurken, 9 Aralık 2025 (Cumhurbaşkanlığı)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'nin düzenlediği bir etkinlikte konuşurken, 9 Aralık 2025 (Cumhurbaşkanlığı)
TT

Erdoğan: İsrail, Gazze'de hayatın normale dönmesine izin vermeli

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'nin düzenlediği bir etkinlikte konuşurken, 9 Aralık 2025 (Cumhurbaşkanlığı)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti'nin düzenlediği bir etkinlikte konuşurken, 9 Aralık 2025 (Cumhurbaşkanlığı)

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün yaptığı açıklamada, İsrail’in verdiği sözleri yerine getirmesi ve Gazze’de ateşkese tam anlamıyla uyması gerektiğini söyledi.

Erdoğan, İsrail’in Gazze Şeridi’nde hayatın yeniden normale dönmesine izin vermesi gerektiğini vurguladı.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ise İsrail’in Filistin’in birçok kentinde etnik temizlik uyguladığını ifade etti.

İstanbul’da konuşan Fidan, Türkiye’nin Gazze Şeridi’nde ateşkes anlaşmasının ihlallerini durdurmak için çalıştığını belirterek, ülkesinin bu anlaşmaya varılmasında arabulucularla birlikte etkin bir rol oynadığını kaydetti.

İsrail ile Hamas arasında, ABD Başkanı Donald Trump’ın barış planı çerçevesinde Şarm eş-Şeyh’te yapılan görüşmelerde mutabakata varılmış, anlaşma geçtiğimiz ekim ayında yürürlüğe girmişti.

Gazze’de iki yıldır süren çatışmayı sona erdirmeyi amaçlayan Trump planının bir sonraki aşamasını hayata geçirmek için görüşmeler sürüyor.

Plan, Gazze Şeridi'nde uluslararası bir barış konseyi tarafından denetlenen ve çok uluslu bir güvenlik gücü tarafından desteklenen geçici bir Filistin teknokrat yönetimi kurulmasını öngörüyor. Ancak bu gücün oluşturulması ve yetki alanı konusunda yürütülen müzakerelerin zorlu geçtiği belirtiliyor.


Avrupa askeri ulusal hizmeti yeniden başlatıyor: Barış geliri dönemi sona erdi

Almanya'nın batısındaki Ahlen'de bulunan Alman Silahlı Kuvvetleri'nin (Bundeswehr) Westphalen-Kassern Kışlası'nda, Bundeswehr acemi erleri için temel eğitim bilgilendirme gününde, erler tank imha eğitimine katılıyor 13 Kasım 2025 (AFP)
Almanya'nın batısındaki Ahlen'de bulunan Alman Silahlı Kuvvetleri'nin (Bundeswehr) Westphalen-Kassern Kışlası'nda, Bundeswehr acemi erleri için temel eğitim bilgilendirme gününde, erler tank imha eğitimine katılıyor 13 Kasım 2025 (AFP)
TT

Avrupa askeri ulusal hizmeti yeniden başlatıyor: Barış geliri dönemi sona erdi

Almanya'nın batısındaki Ahlen'de bulunan Alman Silahlı Kuvvetleri'nin (Bundeswehr) Westphalen-Kassern Kışlası'nda, Bundeswehr acemi erleri için temel eğitim bilgilendirme gününde, erler tank imha eğitimine katılıyor 13 Kasım 2025 (AFP)
Almanya'nın batısındaki Ahlen'de bulunan Alman Silahlı Kuvvetleri'nin (Bundeswehr) Westphalen-Kassern Kışlası'nda, Bundeswehr acemi erleri için temel eğitim bilgilendirme gününde, erler tank imha eğitimine katılıyor 13 Kasım 2025 (AFP)

Christopher Phillips

Fransa, artan Rus askeri tehdidi karşısında zorunlu askerlik hizmetini yeniden canlandırmak için ciddi adımlar attıktan sadece birkaç gün sonra Almanya da aynı yolu izledi. Kasım ayı sonlarında, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, genç erkek ve kadınlara on aylık askeri eğitim karşılığında maaş teklif eden, gönüllülük esaslı bir program başlatma niyetinde olduğunu açıkladı. Birkaç gün sonra aralık ayı başlarında, Bundestag (Alman Parlamentosu), 18 yaşındaki tüm gençlere silahlı kuvvetlere katılmaya hazır olup olmadıklarını soran bir anket göndermeyi içeren benzer programı oyladı. Bu, her iki hükümetin de zorunlu askerlik hizmetini çok uzun zaman önce kaldırmış olduğu göz önüne alındığında, radikal bir değişim. Zorunlu askerlik yapan son Fransız erleri 2001 yılında terhis edilirken, Angela Merkel Almanya'da askerlik hizmetini 2011 yılında sona erdirdi. Her iki ülke de Soğuk Savaş sonrası “barış geliri” programından faydalandı; bu dönem savaş tehdidinin azalmasıyla Batı ordularının küçülmesine sahne oldu. Barış geliri, bir ülkenin askeri harcamalarının azalmasından elde ettiği ekonomik fayda olarak tanımlanır; bu da fonların sosyal programlara, altyapıya ve eğitime yönlendirilmesine veya vergilerin düşürülmesine olanak tanıyarak, çatışmaya odaklanmak yerine büyüme ve kalkınmayı teşvik eder. Ancak Rusya'nın Ukrayna'yı işgali, Avrupa başkentlerinde on yıllarca süren göreceli gevşeme dengelerini alt üst etti. Anormal olmaktan çok uzakta Paris ve Berlin’in planları, kıta genelinde savunma stratejilerinin temel bir bileşeni olarak “ulusal hizmete” dönüşe doğru yönelimi yansıtıyor.

1950'lerde RAND Corporation, Batı Avrupa'da yaklaşık 900 bin NATO askerinin konuşlandırıldığı, bunların yarısının ABD’den, geri kalanının ise çoğunlukla diğer Avrupa ülkelerinden olduğu tahmininde bulunmuştu

Yükselme ve gerileme arasında Avrupa'da ulusal hizmet

Bir ülkenin silahlı kuvvetlerine zorunlu veya gönüllü olarak katılma anlamına gelen ulusal hizmet, Avrupa'da binlerce yıl öncesine dayanan bir kavram. Örneğin, Roma lejyonları zorunlu askerlik yapan erlerden oluşurken, orta çağ orduları büyük ölçüde feodal beyler tarafından savaşmaya zorlanan köylülerden oluşuyordu. Avrupa'nın 19. ve 20. yüzyıllarda imparatorluk hanedanlarının egemen olduğu bir kıtadan ulus devletler topluluğuna dönüşümü, zorunlu askerliğin doğasını değiştirdi, ancak savaşın temel bir yönü olmayı sürdürdü. Toprak sahiplerinin kiracılarını savaşmaya zorlaması yerine, ulusal hükümetler vatandaşların ülkeleri için savaşma görevi anlayışını yerleştirdi. 1789'daki Fransız Devrimi'nin liderleri, “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sloganlarıyla, “kardeşliğin” tüm Fransız halkını Fransa için savaşmaya mecbur kıldığına inanıyorlardı; böylece “vatandaş askerlere” yönelik zorunlu askerlik uygulaması resmileştirildi. Bu, sonraki on yıllarda diğer birçok Avrupa ülkesi tarafından da izlenen bir model oldu.

 Alman ordusu (Bundeswehr) askerleri, Berlin'deki Reichstag binasının önünde düzenlenen bir askere alma töreninde saf halinde duruyorlar, 20 Temmuz 2011 (Reuters)Alman ordusu (Bundeswehr) askerleri, Berlin'deki Reichstag binasının önünde düzenlenen bir askere alma töreninde saf halinde duruyorlar, 20 Temmuz 2011 (Reuters)

Bu, iki dünya savaşındaki büyük oyuncuların çoğunun erlerden oluşan büyük ordular ile savaştığını gösteriyor. İngiltere, 1914'te tamamen gönüllü birliklere güvenerek bir istisna oluştursa da ağır kayıplar, 1916'da askerlik hizmetini zorunlu hale getirmesine neden oldu. İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında da zorunlu askerliği yeniden uygulamaya koydu. Fransa, Almanya ve İtalya gibi diğer büyük oyuncular ise savaş boyunca zorunlu askerlik uygulamasını sürdürdüler. Sovyetler Birliği 1945'ten sonra Doğu Avrupa'ya yayılmış devasa ordularını korurken, ABD ve Kanada ile NATO'yu kuran Batı Avrupa ülkeleri zorunlu askerlik sistemini sürdürdü. 1950'lerde RAND Corporation, Batı Avrupa'da yaklaşık 900 bin NATO askerinin konuşlandırıldığı, bunların yarısının ABD’den, geri kalanının ise çoğunlukla diğer Avrupa ülkelerinden olduğu tahmininde bulunmuştu.

Trump'ın askerlerini geri çekmesi durumunda, Batı Avrupa'da konuşlandırılmış yaklaşık 84 bin Amerikan askerinin yerine yenilerinin konuşlandırılması gerekecek

Gelgelelim değişen koşullar ulusal hizmete yönelik tutumları da yavaş yavaş değiştirdi. İngiltere, zorunlu askerliği kaldıran ilk NATO üyesi oldu ve 1960 yılında, İngiltere içinde zorunlu askerliğe halk desteğinin düşük olması ve nükleer çağda savaşın değişen doğası nedeniyle daha küçük, profesyonel gönüllülerden oluşan bir ordunun daha tercih edilebilir olduğu sonucuna vardı. Diğer Avrupa ülkeleri, belki de Sovyet güçlerine karşı Manş Denizi gibi doğal bir savunmadan yoksun oldukları için benzer adımları atma konusunda Soğuk Savaş'ın sonuna kadar beklediler. Belçika 1992'de zorunlu askerliği askıya aldı ve 1995'te tamamen gönüllülerden oluşan bir orduya geçiş yaptı. Fransa ve Hollanda aynı yıl 1997'de zorunlu askerliği askıya aldı. İspanya 2001'de, İtalya 2005'te ve Almanya 2011'de onları takip etti. Avusturya ve Yunanistan gibi bazı Batı Avrupa ülkeleri ile Danimarka, Norveç, İsveç ve Finlandiya ise bu uygulamayı sürdürdü. Rusya'nın 2022'de Ukrayna'yı işgal ettiği zamana kadar çoğu Avrupa ülkesi daha küçük, daha profesyonel orduları tercih etti.

Fransız ordusunun yeni erleri, Marsilya yakınlarındaki Carpienne askeri üssünde bir yeterlilik eğitimi sırasında AMX tankları ile eğitim yapıyor, 15 Ekim 2001 (Reuters)Fransız ordusunun yeni erleri, Marsilya yakınlarındaki Carpienne askeri üssünde bir yeterlilik eğitimi sırasında AMX tankları ile eğitim yapıyor, 15 Ekim 2001 (Reuters)

Ufukta yeni bir tehlike beliriyor

Ukrayna savaşı, Avrupa liderleri arasında askeri hazırlık konusunda alarm zillerini çalmış olsa da Donald Trump'ın 2024 sonlarında yeniden seçilmesi, durumun aciliyetini ve ciddiyetini daha da artırdı. Trump, seçim kampanyası sırasında ABD birliklerini Avrupa'dan tamamen çekmekle defalarca tehdit etti ve Beyaz Saray'a döndüğünden beri NATO müttefiklerinin korkularını gidermekten çok uzak kaldı. Trump güçlerini geri çekerse, Batı Avrupa'da konuşlanmış yaklaşık 84 bin ABD askerinin yerine yenilerinin konuşlandırılması gerekecek. Vladimir Putin Ukrayna'da zafer ilan eder ve emellerini diğer Avrupa ülkelerini de kapsayacak şekilde genişletirse, bu sayı da yetersiz kalabilir.

Rusya'nın şu anda 1,5 milyon aktif personele ilave olarak 2 milyon yedek personele sahip olduğu tahmin ediliyor. NATO güçlerinin toplam sayısı ise yaklaşık 3,4 milyon, yani sayı olarak Rus ordusundan daha fazla. Ancak ABD ordusu 1,3 milyon askeriyle ve Türk ordusu da (Ankara'nın Rusya ile iyi ilişkileri ve Ukrayna savaşındaki tarafsız duruşu göz önüne alındığında) 355 bin askeriyle Avrupa'yı kurtarmak için müdahale etmezse, kalan kuvvetlerin sayısı 1,75 milyonu geçmeyecektir. Bunun anlamı kalan 30 NATO üyesinin tam kadro silahlı kuvvetleriyle katılması gerektiğidir ki, bunu başarmak zor olabilir.

Batı Avrupa liderleri, zorunlu askerlik hizmetini yeniden canlandırmanın, toplumlarını Rus tehdidinin ciddiyetine ikna etmeye katkıda bulunmasını da umuyorlar

Bu hesaplara dayanarak, Fransa ve Almanya gibi büyük güçler daha fazla personele ihtiyaç duydukları sonucuna vardılar. Alman ordusu (Bundeswehr) şu anda 182 bin personelden oluşuyor; bu sayı, nüfusu Almanya'nın yarısı ve ekonomisi Almanya'nınkinin beşte birinden daha küçük olan komşusu Polonya'dan yaklaşık 20 bin daha az. Berlin, silahlı kuvvetlerini yılda 20 bin personel artırarak 2035 yılına kadar 250 ila 260 bin arasına çıkarmayı hedefliyor. Ayrıca 200 bin personelden oluşan ek bir yedek kuvvet oluşturmayı da amaçlıyor. Bu, iki adımda gerçekleştirilecek; birincisi, büyük ölçekli bir askere alma kampanyası yürütülecek (Almanya şu anda Alman ordusu için yoğun pazarlama çalışmaları yürütüyor). İkincisi, yeni bir “ulusal hizmet” uygulaması yürürlüğe konulacak. Alman parlamentosu tarafından onaylanan mevcut teklif, erkekler için zorunlu, kadınlar için ise isteğe bağlı kaydolma şartıyla gönüllülük esasına dayanıyor. Yasa tasarısı ayrıca, hükümetin Alman ordusu için belirlediği hedeflere ulaşılmaması durumunda, parlamentonun bazı 18 yaşındaki gençler için zorunlu askerlik uygulamasını görüşmesine olanak tanıyan hükümler de içeriyor.

Benzer şekilde, Fransa'nın şu anda 47 bin yedek personele ek olarak yaklaşık 200 bin aktif görevli personeli bulunuyor. Ancak Macron, öncelikle yeni bir “ulusal hizmet” uygulaması yoluyla bu sayıya önümüzdeki on yılda 50 bin personel daha eklemeyi hedefliyor. Bu hizmet şimdilik isteğe bağlı olacak ve 18 yaşındakiler bu hizmete karşılık aylık en az 800 avro maaş alacaklar. Bu arada, Belçika da Eylül 2026'dan itibaren gönüllülük esasına dayalı olarak ulusal hizmeti yeniden yürürlüğe koymayı tercih etti; Hollanda'daki milletvekilleri de aynı şeyi yapmayı düşünüyor.

Asker sayısını artırmak birincil amaç olsa da Batı Avrupa liderleri ulusal hizmeti yeniden canlandırmanın toplumlarını Rus tehdidinin ciddiyetine ikna etmeye katkıda bulunmasını da umuyorlar. Örneğin, BBC'ye göre, yeni atanan Fransa Genelkurmay Başkanı Orgeneral Fabien Mandon, Fransa'nın fedakarlık ruhundan yoksun olduğunu ve halkın savaşta çocuklarını kaybetmeye hazır olması gerektiğini belirtti. Ayrıca, Fransız askeri planlamasının üç veya dört yıl içinde Rusya ile bir savaş varsayımına dayandığını da söyledi.

Gelecekteki meydan okumalar

Bu açıklamalar, ulusal hizmeti yeniden canlandırmak isteyen liderlerin karşılaştığı en büyük engellerden birine işaret ediyor, yani kamuoyuna. Macron ve diğer Avrupalı ​​liderlerin de bu tür önlemlerin, 1960'taki İngilizler örneğinde olduğu gibi, hiçbir şekilde halk tarafından desteklenmeyeceğinin farkında oldukları açıkça görülüyor. Bu nedenle tüm yeni planlar zorunluluk değil, gönüllülük esasına dayanıyor. Fransa'da, öneriler genel olarak iyi karşılandı; Elabe gazetesinin bildirdiğine göre, ankete katılanların yüzde 73'ü önerileri destekledi. Hatta bu önerilerden en çok etkilenecek olan 25-34 yaş arası gençler bile, önerileri yüzde 60 oranında destekliyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Almanya'da durum farklı. Bundestag'ın yeni yasayı onaylamasının ertesi günü, öğrenciler 90'dan fazla şehirde greve gitti ve birçok kişi gençlerin muhalefet düzeyinin yüksek olduğuna inanıyor. Almanya'nın askeri faaliyetlerle ilişkisinin Nazizm mirası nedeniyle daha karmaşık olduğu ve özellikle sol kesimdeki birçok kişinin Rusya ile mücadele etmeyi amaçlayan yeni yeniden silahlanma çabalarına şüpheyle yaklaştığı unutulmamalı.

Paris ve Berlin, diğer Batı Avrupa ülkeleri gibi, “barış geliri” döneminin geri dönmemecesine sona erdiğine inanıyor

Başka meydan okumalar da var. Fransa ve Almanya'nın attığı adımlara rağmen, diğer iki büyük Batı Avrupa gücü olan Birleşik Krallık ve İspanya henüz benzer adımlar atmadı. Birleşik Krallık da şüphesiz ordusunu genişletmeyi umuyor, ancak önceki Muhafazakar hükümetin yeni bir ulusal hizmet oluşturma önerisine rağmen, mevcut İşçi Partisi hükümeti bu yönde ilerlememeyi tercih etti. İspanya'nın da şu anda zorunlu askerlik hizmetini yeniden canlandırma planı yok. Hem İngiltere'nin hem de İspanya'nın bu adımı atmakta isteksiz olması, Avrupa silahlı kuvvetlerinin büyümesini sınırlayabilir ve aynı zamanda Fransa ve Almanya'daki zorunlu askerlik hizmeti karşıtlarına kullanabilecekleri alternatif modeller sunabilir.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron (ortada), Fransız Alpleri'ndeki Varces askeri üssünde yeni zorunlu askerlik hizmetini açıklayan konuşmasını yapmadan önce birlikleri denetliyor, 27 Kasım 2025 (AFP)Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron (ortada), Fransız Alpleri'ndeki Varces askeri üssünde yeni zorunlu askerlik hizmetini açıklayan konuşmasını yapmadan önce birlikleri denetliyor, 27 Kasım 2025 (AFP)

Maliyet de göz ardı edilemeyecek meydan okumalardan biri olarak öne çıkıyor. Macron'un planının, Fransız ekonomisinin önemli meydan okumalar ile karşı karşıya olduğu bir dönemde, yaklaşık 2 milyar avroya mal olacağı tahmin ediliyor. Fransız gönüllülerin, Alman (2.600 avro) veya Belçikalı (2.000 avro) meslektaşlarına kıyasla çok daha düşük bir aylık maaş olan 800 avro alacaklarını da belirtmek gerekiyor. Bu eşitsizlik ve maaşın asgari ücretten de önemli ölçüde daha az olması birçok gönüllüyü bundan caydırabilir.

Doğal olarak, Macron, Alman Şansölyesi Friedrich Merz gibi, başka seçeneği olmadığını düşünüyor olabilir. Yaklaşan bir tehdit olarak algıladığı durum karşısında Fransa'nın yeniden silahlanması, asker sayısını artırması ve halkını gelecekteki olası bir çatışmaya karşı seferber olmaya ikna etmesi gerekiyor. 2022 sonrası yeni savunma ortamında, Paris ve Berlin, diğer Batı Avrupa ülkeleri gibi, “barış geliri” döneminin geri dönmemecesine sona erdiğini düşünüyor. Nitekim savunma bütçeleri gittikçe artıyor ve askerlik hizmeti güçlü bir geri dönüş yaptı.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.