ABD'nin İsrail'e koşulsuz desteği neden akıllıca değil?

Biden yönetiminin Netanyahu'ya verdiği destek Ortadoğu'da yapmaya çalıştığı her şeyi yok ediyor

ABD Başkanı Joe Biden İsrail'e gelişinde ve 18 Ekim 2023'te İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından karşılandığında (AFP)
ABD Başkanı Joe Biden İsrail'e gelişinde ve 18 Ekim 2023'te İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından karşılandığında (AFP)
TT

ABD'nin İsrail'e koşulsuz desteği neden akıllıca değil?

ABD Başkanı Joe Biden İsrail'e gelişinde ve 18 Ekim 2023'te İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından karşılandığında (AFP)
ABD Başkanı Joe Biden İsrail'e gelişinde ve 18 Ekim 2023'te İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu tarafından karşılandığında (AFP)

Bilal Saab

13 Aralık 2023'te İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile İsrail'in Gazze'deki askeri harekâtına ilişkin görüşmelerin ardından ABD Başkanı Joe Biden, Kongre'nin Yahudi devletine yönelik ABD askeri yardımını durdurma veya bunu şartlarla kısıtlama yönündeki çağrılarını reddedip, “Bu süreçte İsrail'i korumaktan başka bir şey yapmayacağız” demişti. Bir ay önce Başkan Yardımcısı Kamala Harris, ABD'nin ‘İsrail'e kendisini savunması için vereceği desteğe hiçbir koşul koymayacağını’ söylemişti.

Ancak Demokrat Parti’nin artan baskısıyla karşı karşıya kalan Biden, 9 Şubat'ta ABD askeri yardımı alan herkesin insan hakları yasalarına uyacaklarına dair yazılı güvence sağlamasını gerektiren bir idari muhtıra yayınladı. Ancak Beyaz Saray, ABD'nin İsrail'e yardımını kısıtlayacak koşulların ve ‘yeni standartların olmayacağını’ açıkça ifade etti.

sd
ABD Başkanı Harry Truman (sağda) İsrail Başbakanı David Ben-Gurion ile 8 Mayıs 1951'de Beyaz Saray'da görüşme (AP)

Bu yeni bir şey değil, zira Biden yönetimi İsrail'e koşulsuz askeri yardım politikasını destekleyen ilk yönetim değil. Harry Truman'dan Biden'a kadar neredeyse her ABD Başkanı da aynı şeyi yaptı.

Bu alışkanlıktan kurtulmanın zamanı geldi. Bu kötü bir dış politikadır. Hiçbir müttefik ya da ortak mükemmel değildir, dolayısıyla Washington'un ortağın davranışı ne olursa olsun tam destek politikasına bağlılığı ne akıllıca ne de hikmetlidir. Böyle bir politika, özellikle ortağın (bu durumda İsrail'in) uzun vadede ABD'nin çıkarlarına ve dünyadaki duruşuna zarar verecek politikalar benimsemesi durumunda sorunlu hale geliyor. İsrail'in, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana ABD askeri yardımının en büyük kümülatif alıcısı olması ve bu yardımı kullanma konusundaki benzersiz ayrıcalıkları, Washington'un mutlak desteğini giderek sorumsuz hale getiriyor.

Gazze'nin kuşatılmasıyla insani durumun felaket olduğunu söylemek, durumu tam olarak ifade etmiyor

İsrail, diğer ülkeler gibi, tarihin en kötü saldırılarından biri olarak anılacak bir terör saldırısı olan 7 Ekim'de bin 200 İsrailliyi öldüren ve 240 kişiyi rehin alan Hamas da dahil olmak üzere, düşmanlarının oluşturduğu tehditlere karşı kendisini savunma hakkına sahip.

Bu meşru müdafaa hakkı kutsaldır ve uluslararası hukukta tanınmıştır. Ancak, ABD'nin İsrail'e sağladığı yardımın ahlaki, yasal ve stratejik değerlendirmesinde nesnel bir şekilde kaybettiğine dair geçerli bir neden olmaksızın savunulamaz.

ABD vergi mükelleflerinin yüz milyarlarca dolarlık parası, muazzam miktardaki ultra modern ABD silahları ve onları Birleşmiş Milletler'de (BM) savunma avukatı yapan destek, hiçbir koşul olmadan verilmemeli. ABD'nin müttefiklerine ve ortaklarına yaptığı askeri yardım, duygusal ve/veya maddi bir yatırım. Bu yatırımın geri dönüşü şüpheli hale geldiğinde Washington, yeniden değerlendirmek ve uyum sağlamak için her türlü çabayı göstermeli. Federal ve uluslararası kanunların yanı sıra saf mantık da ABD'yi diğer tüm müttefikleri veya ortaklarıyla bunu yapmaya zorluyor. Peki İsrail neden bir istisna?

Hareketin 7 Ekim'de başlattığı saldırıya İsrail'in Hamas'a verdiği misilleme yanıtı ışığında bu soru yeniden gündeme geldi. Biden yönetimi, endişe verici derecede yüksek sivil ölümlerine rağmen İsrail'in askerî harekâtına tutarlı bir destek gösterdi. Şu ana kadar üçte ikisi kadın ve çocuk olmak üzere 29 binden fazla Filistinli öldürüldü. BM ayrıca 1,7 milyon Filistinlinin yerinden edildiğini, 2,2 milyon kişinin de ‘yakın açlık riskiyle karşı karşıya olduğunu’, Gazze'deki konutların yüzde 60'ından fazlasının hasar gördüğünü ve yaklaşık 17 bin çocuğun refakatsiz olduğunu veya ebeveynlerinden ayrıldığını bildirdi. Ayrıca 1,7 milyon Filistinlinin yerlerinden edildiğini, diğer 2,2 milyon kişinin ‘yakın bir açlık tehlikesi’ altında olduğunu, Gazze'deki evlerin yüzde 60'ından fazlasının zarar gördüğünü ve yaklaşık 17 bin yetimin veya ailelerinden ayrılmış çocuğun olduğunu bildirdi. Gazze'deki insani durumun felaket olduğunu söylemek, durumu tam olarak ifade etmiyor.

vdvfde
Protestocular, 31 Ekim 2023'te Kongre binasında İsrail'e 105 milyar dolarlık askeri yardım sağlayacağına dair ifade veren ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken'in arkasında kırmızıya boyanmış ellerini kaldırıyor (AFP)

Bu nedenle, genel olarak ve özellikle Gazze'deki mevcut krizle ilgili olarak, ABD'nin İsrail'e koşulsuz askeri yardımının potansiyel maliyetinin kapsamlı ve samimi bir değerlendirmesi zorunlu hale geldi. ABD'nin daha önce böyle bir uygulama yapmadığına inanmak zor ama ne yazık ki bu kesinlikle doğru.

Kendi fikrimden bahsedecek olursam ben müttefik ülkeler tarafından ABD askeri yardımının kullanımını düzenleyen ABD yasalarının altınının oyulmasının en büyük bedel olduğunu düşünüyorum.

İsrail'e koşulsuz askeri yardım, ABD'nin ve uluslararası düzeyde mevcut savaşı sona erdirme çabalarını baltalıyor

İsrail'e Gazze'deki askeri operasyonlarında mutlak yetki verilmesi ve Amerikan askeri yardımlarının etkin denetimini sağlayamamak (İsrail, Amerikan askeri yardımlarını kontrol etme mekanizmalarını belirlemek için herhangi bir Amerikan gözetimine sahip olmayan dünyadaki tek alıcı), Amerikan yasalarının ihlallerini değerlendirmeyi imkânsız hale getirir. Dolayısıyla, ABD aslında dış yardım yasasını, silah ihracatı yasasını ve 'Leahy Yasası'nı temelde yıkar; çünkü bu yasalar, Amerikan askeri yardımlarının alıcılarının insan hakları standartlarını karşılamalarını zorunlu kılar. Bu standartları ihlal eden herhangi bir ülke, İsrail'in Filistin halkına kolektif cezalandırma yaptığı gibi, cezalara maruz kalacak ve ABD finansmanı için uygun olmayacak.

Bu çok önemli ve ABD'nin dış ilişkileri açısından gerçek sonuçları var. ABD'nin İsrail'e askeri yardımı konusunda herhangi bir koşul getirilmemesi, diğer alıcıların ABD yasalarına saygı duymasını engelleyebilir. Bu ülkelerin tek yapması gereken, İsrail'in ihlallerini meşrulaştırmaktır. ABD’nin bu çifte standardı, Washington'dan ABD silahları alan Arap başkentlerinin gözünden kaçmıyor.

dsvcdsvf
ABD'nin Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Linda Thomas-Greenfield, 20 Şubat'ta Gazze'de ateşkes kararı taslağına karşı oy kullandı (AFP)

Uluslararası hukuku reddetmenin ve belki de zayıflatmanın (en azından varsayımsal olarak) başka bir bedeli daha var. ABD, İsrail'in Filistinlilerin insan haklarına yönelik ağır ihlallerine göz yumarken aynı zamanda Ukrayna'nın Rus saldırganlığına direnme çabalarını desteklemek için uluslararası hukuka dayanan argümanları kullanamaz. Buna karşılık Washington’un, kendisini ilgilendiren konularda uluslararası forumlarda uluslararası işbirliği araması ve koalisyonlar kurması giderek daha da zorlaşacaktır. Eğer Washington, örneğin Küresel Güney ile daha güçlü ilişkiler kurmak istiyorsa ve onu Rusya'nın Ukrayna'ya karşı savaşını kınamaya teşvik etmek istiyorsa, İsrail'in Gazze operasyonuna yönelik söylemini ve koşulsuz desteğini değiştirmek zorunda kalacak.

Biden yönetimi, ABD'nin küresel sahnede liderlik rolünü yeniden tesis etmek, çok taraflılığın geri dönüşü ve kurallara dayalı bir düzen gibi asil hedeflerle iktidara geldi. Ancak ABD'nin İsrail'i hukukun üstüne yerleştirerek değerlerine ihanet etmeye devam etmesi halinde bu dış politika düzenlemesi daha az inandırıcı görünüyor.

Stratejik olarak, İsrail'e koşulsuz askeri yardım politikası, mevcut savaşı sona erdirmeye ve sonunda İsrail-Filistin barış anlaşmasına ulaşmaya yönelik Amerikan ve uluslararası çabaları zayıflatır. Bu anlaşma olmadan, geniş kapsamlı Arap-İsrail normalleşmesinin gerçekleşme olasılığı düşüktür. Suudi liderler, Suudi-İsrail normalleşmesinin gereksinimlerini açık bir şekilde belirtmişlerdir - ki bu Biden'in Ortadoğu'ya yönelik dönüşüm planının bir parçasıdır - ve bunun 1967 sınırlarında bağımsız bir Filistin devletini ve başkenti Doğu Kudüs'ü tanımayı içermesi gerektiğini vurgulamışlardır.

Güvenilirliği ve itibarı söz konusu olduğunda ABD'nin yapacak çok işi var

Ancak Netanyahu'nun Filistin topraklarındaki Yahudi yerleşimlerini yasa dışı olarak genişletmeye kararlı çok sayıda aşırıcı unsurdan oluşan iktidar koalisyonu, iki devletli bir çözüme yönelik çalışmaya ilgi göstermedi. Biden yönetimi, bu hükümeti tam olarak destekleyerek, bölgesel gerilimleri azaltmak ve Gazze'deki feci durumdan çıkar sağlayan İran'ı ve onun vekillerini dizginlemek de dahil olmak üzere Ortadoğu'da yapmaya çalıştığı her şeyi yerle bir ediyor. Bölgedeki Amerikan güçlerine saldırıp onları öldürüyorlar. Ayrıca Kızıldeniz ve Aden Körfezi'nde seyrüsefer özgürlüğünü ve ticaretin serbest akışını tehlikeye atmaya çalışıyorlar.

scdfve
13 Ocak'ta Beyaz Saray önünde Filistin yanlısı gösteri (AFP)

Son olarak Biden'ın İsrail'i dizginsizce kucaklamasının iç siyasi bir bedeli var. ABD tarihinde ilk kez, kamuoyu yoklamalarına göre, Demokratlar Filistinlilere (yüzde 49) İsraillilerden (yüzde 38) daha fazla sempati göstermektedirler. Demokrat Parti'nin daha genç ve daha ilerici kanadı - ki bu kanat Biden'i iktidara getirmede etkili bir rol oynamıştır - Washington'un İsrail'e koşulsuz destek vermesine giderek daha fazla şüpheyle bakmaktadır. Biden'ın İsrail'e yönelik bu politikayı sürdürmesi durumunda bu seçmenlerin bir sonraki başkanlık seçimlerinde başka bir adayın yanında yer alıp almayacakları belli değil, ancak hayır oyu bile onun şansını zedeleyebilir.

Yasaların, kuralların ve insan haklarının küresel savunucusu olarak güvenilirliği ve itibarı söz konusu olduğunda ABD'nin yapması gereken çok şey var. Washington'un durdurmak için çok az şey yaptığı Gazze'deki yıkım ve ölümün boyutu göz önüne alındığında, ahlaki otoriteyi yeniden tesis etmek uzun zaman alacak. Ama kurtuluşa giden yol iki şeyle başlar: Birincisi, ahlaki, akılcı, insani ve stratejik bir mesele olduğu için Gazze'de ateşkes çağrısı yapmak. İkincisi, tıpkı Washington'un dünyadaki herhangi bir müttefik veya ortakla yaptığı gibi, Amerikan askeri yardımını İsrail'e uyarlamak ve Amerikan yasalarını uygulamak.



İnsanoğlu nasıl neredeyse “her şeyden” korkar oldu?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

İnsanoğlu nasıl neredeyse “her şeyden” korkar oldu?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Abdusselam Binabdali

Fransız estetik felsefecisi Paul Virilio'ya bir röportajında ‘korku yönetimi’ terimiyle neyi kastettiği sorulduğunda “Sanırım bu terimi kullanmamın iki anlamı var. Bunlardan birincisi, korkunun artık bir ortam, bir çevre, bir dünya olduğu, bizi işgal ettiği ve endişelendirdiği” yanıtı verdi.

Geçmişte korku, savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar gibi çoğunlukla zamanla sınırlı, belirli, tanınabilir olaylarla ilişkili bir olguydu. Bugün ise bizi kucaklayan ve bir tür klostrofobi içinde sıkıştıran, bulaşıcı borsa krizleri, tanınmaz hale gelen terörizm, birden ortaya çıkan bir pandemi, ‘mesleki’ intiharlar gibi sınırlı, doymuş, küçülen dünyanın kendisidir. Korku ‘makro’ anlamda dünya ve paniktir. Ancak korku yönetimi aynı zamanda devletlerin korkuyu dönüştürme, örgütleme, yönetme, siyasete dönüştürme eğiliminde olduğu anlamına da gelir. Korku yönetimi, toplumsuz ve polissiz siyasettir. İnsanları artık kendilerini evlerinde hissedecekleri bir yer olmadığı, her yerde kendilerini rahatsız hissettikleri ve var olmayan bir yerin hayalini kurdukları yönetme şeklidir.

Korku bir yönetim aracıdır

Modern dünyada korku artık sadece yanılsamalar tarafından üretilebilen belirli bir bireyle ilgili bir duygu değil, sahte bir gerçekliği dayatan, bir ‘devlet’ ve bir idari aygıt haline gelen bir kamu gücü anlamına geliyor. Ayrıca yöneticilerin yatırım yapma ve kullanma eğiliminde olması ve bunu bir politikaya dönüştürmesi anlamında alınan bir ‘önlem’dir.

Korku, sahte bir gerçekliği dayatan, bir ‘devlet’ ve bir idari aygıt haline gelen bir kamu gücü anlamına geliyor. Ayrıca yöneticilerin yatırım yapma ve kullanma eğiliminde olması ve bunu bir politikaya dönüştürmesi anlamında alınan bir ‘önlem’dir.

Koronavirüs (Kovid-19) pandemisi krizinin ortasında, bazı Avrupa halklarının iktidardaki yetkililer tarafından alınan bazı önlemlere nasıl direndiğine hep birlikte tanık olduk. Hatta bazıları, yetkililerin krizi ‘istismar ettiklerini’ düşünüyorlar. Hatta içlerinden biri ‘hayali bir düşman korkusunun politikacıların iktidarda kalmalarını sağlamak için ellerinde kalan tek şey’ olduğunu yazdı. Dolayısıyla, iktidardaki yetkililerin aynı anda iki cephede birden çalıştıklarını gördük. Bir yandan pandemi üzerinde çalışırlarken, diğer yandan temelde kötü yönetimleri nedeniyle kendilerini eleştirenlere sürekli yanıt vermeye çalışıyorlardı. Aslında buradaki bahis konusu her zaman kötü yönetim değil, bir tür ‘korku siyaseti’ ve bunun bir iktidar aracına dönüştürülerek kullanılmasıydı.

Korkuyu gerçek bir ‘yönlendirici ilke’ olarak gören Alman filozof Hans Jonas, günümüz dünyasında doğru düşünebilmek için, ister siyasi ister bilimsel olsun, herhangi bir kararın uygunluğunu değerlendirmeden önce korkuyla, özellikle de gezegenimizin yok olma korkusuyla başlanmasını tavsiye ediyor. Bir zamanlar bir yanılsama olan korku, artık temel, hatta kurumsallaşmış bir olguya dönüştü.

zhyjuk
Paul Virilio, Fondation Cartier'de Nancy Robbins'in Moma ve Uçak Parçaları adlı heykelinin önünde poz verirken (AFP)

Bir zamanlar korkular, kişinin yaşıyla ilişkilendirilir ve sadece bir yanılsama olarak görülürdü. Büyümek ve yetişkinliğe ulaşmak korkuların üstesinden gelmek demekti. Bugün ise korku, peş peşe yaşanan ayaklanmalar, milyonların ölümüne neden olan savaşlar, iklim değişikliği kaosu, mali piyasalardaki panik havası, gıda ürünlerindeki riskler, salgın hastalık tehditleri, ekonomik ve ahlaki çöküş, bekanın tehdit edilmesi ve hatta bugün gözlemlediğimiz gibi tek bir güç ya da sağ duyusunu kaybetmiş bir kişinin elinde oyuncak ettiği topyekûn bir savaş olasılığı olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde insanoğlu tarafından tasarlandığı ve deneyimlendiği şekliyle geleneksel güç dengesini altüst eden bir korku kaynağı haline geldi.

Korkuların birikimi

Bu potansiyel, sadece bireyler düzeyinde değil, aynı zamanda birçok hükümetin dengesini kaybettiği bir siyasi panik halini de tetikledi. Böylece korku artık kişilikte olgunlaşmamışlık ve zayıflığa işaret eden özel bir psikolojik durum olmaktan çıkıp yaygın bir sosyal durum haline geldi. Freudyen psikopatiden hızla sosyopatiye geçtik. Günümüzde bazı düşünürler korkuyu sadece meşru bir duygu olarak değil, bundan da öte, terk edilmesi aptallık olacak ek bir kişilik özelliği ve ‘korkan kurtulur’ deyişindeki gibi bir bilgelik işareti olarak görüyorlar. Sanki korku ‘meşru bir hak’ ya da en azından insanın yenilenmesinin bir belirleyicisi haline gelmiş gibi.

Korku artık o kadar karmaşıklaştı ki kendini nesneleştirdi ve benmerkezci bir hal aldı. Buna ‘korkunun korkusu’ denir. Nerede ve ne zaman olursak olalım peşimizi bırakmayan bir korkudur.

Zamanımızın korkuları, kaynaklarının birikmesi ve çokluğu özelliklerine sahip. Bu özellikler karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiriyor. Yakın zamana kadar korkularımızı sınırlı ve belirli faktörlere bağlıyorduk. Bunları, bilimsel bilgimizin gelişimine dair umutlarımızın hayal kırıklığına uğramasına ve özellikle yirminci yüzyılın dünyada şiddet biçimlerine ve nükleer tehditlerin ortaya çıkışına tanık olmasından sonra, bilimin ilerlemeyi sağlama ve insanlığa güvenlik ve mutluluk getirmesine dair şüphecilikle ilişkilendiriyorduk.

Ancak bugün korkumuzun kaynağı artık nükleer ya da çevresel değil, bilginin ulaşılabilirliğidir. İletişim araçlarının, özellikle de bilgi aktarımının dolaysızlığından kaynaklanan bu durum, korkuyu ‘küreselleştirdiği’ ve duyguların küresel düzeyde senkronize edilmesine olanak tanıdığı için korkuyu küresel ortamın bir parçası haline getirmede önemli bir role sahiptir. Virilio'nun da kanıtladığı üzere bu, zaman ve mekanla sınırlı lokal bir durum değildir. Her an, bir terörist saldırı, bir doğal afet, bir salgın hastalık ya da kötü niyetli bir söylentiyle bağlantılı olarak ortaya çıkabilir. Gerçek duygulardan oluşan bir topluluk yaratır, duyguları normalleştirir ve bir ‘duygular komünizminin’ temellerini atarak farklı sosyal sınıflar tarafından paylaşılan ‘çıkarlar topluluğu komünizminin’ yerini alır.

Belki de bu güncel korkunun gerçek bir korku olup olmadığını sormak ya da daha çok bir kaygı mı, temelsiz bir korku mu, yoksa sadece bir tür fobi ya da içsel bir kaygının dışsal bir nesneye dönüşmesi mi olduğunu bilmek bile artık mümkün değil. Belki de bugün yaşadığımız korku, bu anlamlandırmaların ve yorumların her üçünü de kapsıyordur. Korku artık o kadar karmaşıklaştı ki kendini nesneleştirdiğini ve benmerkezci bir hal aldığını söyleyebiliriz. Buna ‘korkunun korkusu’ denir. Nerede ve ne zaman olursak olalım peşimizi bırakmayan bir korkudur. Bu, Virilio'nun koşulları şekillendirmede ve kontrol etmede olağanüstü güç gösteren üç büyük korku türü olarak tanımladığı; nükleer bomba ile terör arasındaki dengesizlikten kaynaklanan korku, terörizm ve bilgi bombardımanı arasındaki dengesizlikten kaynaklanan korku ve son olarak biyolojik bir bombanın patlamasıyla yaşanacak büyük bir çevresel felaket korkusunun ortaya çıkmasından beri böyledir.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.