Para ve politika “Rothschild ailesi” adlı efsanede bir araya gelince

Avrupa'nın altın çağına katkıda bulunan Rothschild ailesinin uzantıları başka ülkelere ve kıtalara yayılırken ailenin etrafı komplo teorileriyle dolu hikayelerle ve söylentilerle örüldü

Rothschild ailesinin ataları (AnaBritannica Ansiklopedisi)
Rothschild ailesinin ataları (AnaBritannica Ansiklopedisi)
TT

Para ve politika “Rothschild ailesi” adlı efsanede bir araya gelince

Rothschild ailesinin ataları (AnaBritannica Ansiklopedisi)
Rothschild ailesinin ataları (AnaBritannica Ansiklopedisi)

Rothschild ailesi, özellikle bu ismin 18’inci yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa'daki mali piyasalar ve bankacılıkla köklü bağlantılara sahip olması nedeniyle son üç yüzyıldır Avrupa’nın​​ en önemli aileleri arasında yer alıyor.

Peki, bu ailenin geçmişini, tüm tarihi gerçekleriyle ve bazılarının kendilerine bir efsane olarak dayatıldığına inandığı propaganda iddialarıyla yeniden okunmasını gerektiren sebep neydi?

Elbette ünlü Rothschild bankacılık ailesinin bir üyesi olan İngiliz iş adamı Baron Jacob Rothschild'in 87 yaşında ölmesiydi. Bu ölüm, hikâyenin boyutlarını insanlara bir kez daha hatırlattı.

Başarılı bir kariyeri olan Baron Jacob, ilk kez 1963 yılında ailenin yatırım bankası NM Rothschild & Sons'da işe başladı. Ardından İngiltere merkezli The Guardian gazetesinin aktardığına göre 1980 yılında finansçı Sir Mark Weinberg ile birlikte (şu an St. James's Place adıyla bilinen) J Rothschild Assurance Group adlı kendi finans zincirini kurdu.

Fertleri dünyanın dört bir yanına dağılmış halde olan ve insanları meşgul eden bu ailenin adı anıldığında, özellikle gerçeklerin yalanlarla karıştırıldığı modern dönem bilgi bombardımanı nedeniyle bir tür entelektüel inceleme yapılması gerekiyor.

Öyleyse nereden başlamalı?

Rothschild hanedanının kurucusu Mayer Amschel Rothschild

Okuyucuların gözüne ilk çarpan ‘Rothschild’ ismidir. Rothschild kelimesi, ‘kırmızı kalkan’ (Roth-child) anlamına gelen iki kelimenin birleşiminden türemiştir. Kırmızı kalkan,18’inci yüzyılın ortalarında Frankfurt'taki bir Yahudi mahallesinde yaşayan ailenin evinin kapısında asılı bir tabela iken daha sonraları ailenin simgesi haline gelmiştir.

devdefv
Baron Jacob Rothschild (AP)

Ailenin kurucusu Mayer Amschel (Rothschild), Roth-child ifadesini ailesinin soyadı, kırmızı kalkanı da değerlerinin bir simgesi olarak benimsedi. Bronzdan yapılma kırmızı kalkan simgesinin ortasında beş oğlunu simgeleyen beş ok taşıyan bir kol bulunur. Alt kısımda ise ailenin son üç yüzyıldır temel değerleri olarak gördüğü ‘birlik, çalışkanlık ve dürüstlük’ sözcükleri yer alır.

Bankacı olan Mayer Amschel Rothschild, 18’inci yüzyılda başarı üstüne başarı elde ederek Rothschildleri küresel alanda faaliyet gösteren bir bankacı aile haline getirdi. Daha sonra servetini Londra, Paris, Frankfurt, Viyana ve Napoli gibi Avrupa'nın büyük metropollerinde ticari faaliyetlerde bulunan beş oğluna miras bıraktı. Bu da ailenin, hayatın can damarı olan para aracılığıyla her zaman varlığını koruyan ve aktif olan güçlü bir mali ağa sahip olduğunu gösteriyor.

Para, ailenin (başta Almanya olmak üzere) Kutsal Roma İmparatorluğu'nda ve ‘üzerinde güneş batmayan imparatorluk’ Birleşik Krallık'ta soylu aileler arasında yer almasının önün açtı.

Rothschild ailesi 19’uncu yüzyılda, hem dünyadaki hem de modern dünya tarihindeki en büyük özel servete sahipti.

Bu servet, 20’nci yüzyıla gelindiğinde özellikle nesilden nesle geçerek, çocuklar ve torunlar arasında paylaştırıldıktan sonra azalmaya başladı. Her ne kadar hepsi bir süre aynı alanlarda yani finans ve bankacılık alanlarında faaliyet göstermeye devam etseler de daha sonra emlak, madencilik, enerji, tarım ve şarapçılık alanlarına da yönelmeye başladılar.

Rothschildler, siyasi ve sivil rollerini yerine getirmekten de hiç kaçınmayıp ABD’de, Avrupa'da ve dünyanın diğer ülkelerinde hayatları boyunca belirgin izler bıraktılar.

Ancak burada sorulması gereken en önemli sorulardan biri şu:

“Rothschild ailesine yöneltilen ve yöneltilmeye devam eden suçlamaların başlıca ve doğrudan sebebi Mayer Rothschild'in (1744-1812) yaşadığı ve çalıştığı dönemde Avrupa'daki antisemitizm miydi?

Aile kurucusunun mali zekasıyla erken dönemde atılan temeller

Rothschild ailesinin tarihiyle Avrupa'daki Yahudi varlığı arasındaki bağ neredeyse hiç kopmamıştır. Aile, başta ‘Engizisyon mahkemeleri’ olmak üzere tarihteki bir olay nedeniyle büyük hayati zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden Avrupa’daki ​​Yahudi ailelerin çoğu, herhangi bir Avrupalı kralın istediği anda kendilerinden alabileceği topraklar ve gayrimenkuller edinmek yerine, para ve bankacılık sektörü gibi hızlı gelişen alanlara yöneldiler.

Ailenin kurucusu Mayer A. Rothschild, ölmeden önce aileyi çok zekice bir finansal yöntemle organize etti. İmkanları açısından bazı Avrupa ülkelerini geride bırakan, eşi ve benzeri görülmemiş bir mali ağın temellerini attığı söylenebilir.

Mayer A. Rothschild, çocuklarını ve torunlarını Avrupa’nın beş ülkesine (İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya ve Avusturya) gönderdi ve onlara, o dönem dünyanın en önemli ülkelerinde çalışmak üzere görevler verdi.

Söz konusu ülkelere yerleşen ailenin her kolu için bir finans kurumu kurmaya ve aralarında yakın bir bağ oluşturmaya çalışan Mayer A. Rothschild, bu kurumlar arasında yüksek hızda bilgi alışverişine ve uzmanlık aktarımına olanak tanıyan, maksimum düzeyde fayda ve kâr elde edilmesini sağlayan kurallar getirdi.

Mayer A. Rothschild’in ailesinin finans alanındaki nüfuzunun haritası, Almanya'yı oğlu Amschel’e, Avusturya'yı oğlu Salomon'a, Birleşik Krallığı oğlu Nathan'a ve Fransa'yı oğlu James'e teslim ettikten sonra ortaya çıktı.

Burada üzerinde durup derin düşünmeyi gerektiren ilginç nokta ise Mayer A. Rothschild’in o dönem henüz devlet olarak ilan edilmemiş olan Vatikan Şehri'ne olan yoğun ilgisidir. Son derece zeki bir adam olan Mayer A. Rothschild, ‘Katolik Kilisesi’nin başta Avrupa kıtasının tüm ülkeleri olmak üzere dünya genelinde de önemli ve etkili bir rol oynadığını kavramıştı. Bundan dolayı o dönemde Vatikan'da gelişmiş finans merkezleri olmamasına rağmen oğlu Karl'ı oraya yerleştirdi.

Mayer A. Rothschild’in zekası, ailesinin coğrafi ve demografik dağılımı ve kollarının dünya geneline yayılmalarıyla sınırlı değildi. Mayer A. Rothschild, ailenin bütünlüğünü ve devamlılığını sağlayan kırmızı çizgiler çizerek ‘ailenin soy saflığını’ da koruma altına almıştı. Bunun için beş oğlu arasındaki ilişkileri, evliliklerinden başlayarak çeşitli düzeyler belirledi. Zamanla ailenin genişleyeceğini ve torunların daha sonra aile dışından evlenmeyi tercih edeceğini tahmin ettiğinden seçecekleri eşlerin zengin ve statü sahibi Yahudi ailelerden olması gerektiğini şart koştu. Böylece ailenin Avrupa kıtasındaki nüfuzu güçlenecekti.

dscvdev
Ailenin şu anki baronu Nathaniel Rothschild'in arması (Sosyal medya siteleri)

Fakat Rothschild ailesinin sadece barış zamanlarında değil, savaş zamanlarında da oynadıkları önemli ve hayati rol, ailenin hikayesindeki en ilginç sorudur. Nasıl oldu da finans ve bankacılık ağlarını, başta Birleşik Krallık olmak üzere bazı ülkelerin komşularıyla, özellikle de Fransa ile olan savaşlarında yardım ve destek için kullanabildiler?

Nathan Rothschild ve Birleşik Krallığa savaşlarında verdiği destek

Metinde Rothschild ailesinin Fransa ile olan savaşları sırasında Birleşik Krallığı destekleyen rolünden bahsedilmesi gerekiyor. Zira 1803-1815 yılları arasındaki dönemde gücün nasıl elde edildiğine dair kapsamlı detaylar söz konusu.

Nathan Rothschild, Rothschild ailesinin Birleşik Krallık’taki planlarının ve işlerinin başındaki isimdi. Artık herkes ailenin başta külçe altın olmak üzere büyük bir servet biriktirdiğini biliyor.

Nathan Rothschild'in Birleşik Krallık ordularının, özellikle de ünlü İngiliz General Mareşal Arthur Wellesley komutasındaki orduların donatılmasında nasıl önemli bir rol oynadığı tarihi belgelerde yer alıyor. Nathan Rothschild, Birleşik Krallığın müttefiklerine mali destek sağlamanın yanı sıra, külçe altın sevkiyatlarını organize ederek savaş giderlerinin finansmanında da etkili ve önemli bir rol oynadı. Rakamlardan bahsetmişken, Nathan Rothschild, Birleşik Krallığın müttefiklerine bugün yaklaşık bir milyar ABD doları değerinde olan yaklaşık 9,8 milyon İngiliz Sterlini sağladı.

Avrupa, o dönem iç savaşlar ile uluslararası savaşlar arasında kalan ve 1648 yılında Vestfalya Barış Antlaşması imzalanana kadar durmayan Otuz Yıl Savaşları'nın neden olduğu acıları yaşıyordu.

Rothschild ailesi, Avrupa’ya hakim olan bu atmosferden nasıl yararlanacağını biliyordu ve savaşların yaşandığı kıtada altın sevkiyatı için casuslardan bir ağ oluşturdu.

Ailenin kurucusu Mayer A. Rothschild’in ustaca planı yavaş yavaş meyve vermeye başlamış gibi görünüyordu. Siyasi ve askeri açıdan Avrupa başkentlerinde ve gelişmiş merkezlerde görevlendirilen kardeşlerin dördü, Birleşik Krallık’taki kardeşleri Nathan'a önemli haberleri ve çok gizli bilgileri sağlıyorlardı. Nathan'a özellikle piyasalarda avantaj sağlayacak ve Rothschild'lerin evini İngiliz hükümeti için daha da değerli bir yer haline getirecek finansal haberleri ve gizli bilgileri aktarıyorlardı.

Nathan ve kardeşlerinin özellikle General Arthur Wellesley'in eliyle Fransa İmparatoru Napolyon'un mutlak yenilgisiyle sonuçlanan Waterloo Muharebesi sırasında Birleşik Krallığın savaşan ordularının tam kalbinde gözleri ve kulakları olduğuna şüphe yok.

Nathan askeri bilgileri önemli mali çıkarlara nasıl dönüştüreceğini iyi biliyordu. Waterloo Muharebesi zaferinden sonra hemen Birleşik Krallığın ihraç ettiği devlet tahvillerini satın aldı ve iki yıl bekledi. Bu bekleyişin ardından 1917 yılında tahvilleri yüzde 40 kârla sattı.

Nathan, olağanüstü bir mali zekaya sahipti. Devlet tahvilleriyle ilgili anlaşma, o dönem için çok yüksek bir fiyat olduğundan finans tarihindeki en cesur anlaşma olarak nitelendirildi. Rothschild ailesinin elindeki mali güç göz önüne alındığında elde edilen bu kâr, yine o dönem için çok büyük bir miktardı.

Rothschild ailesinin Mayer A. Rothschild’in torunları aracılığıyla nesiller boyu devam eden faaliyetleri, ‘yaşlı kıtayla’ (Avrupa kıtası) sınırlı kapmayıp ötesine uzandı.

Bu kadar da değil. Nathan'ın ölümünden sonra ailenin baronluğu en büyük oğlu Lionel Nathan Rothschild’e geçti. Lionel, ailenin İngiliz başkentindeki hisselerinin yönetimini devraldı.

İngiliz Avam Kamarası’nın ilk Yahudi üyesi olan Lionel, Kırım Savaşı'nın giderlerinin finansmanı için 16 milyon sterlin değerinde bir kredinin ayarlanması da dahil olmak üzere önemli mali işlerde yer aldı.

Lionel ayrıca Birleşik Krallık Başbakanı Benjamin Disraeli'ye (1804-1881) 1875 yılında Mısır'ın Süveyş Kanalı hisselerinden pay satın alması için gerekli mali desteği sağladı. Bu işlem, Birleşik Krallık Hazinesi'nden uzakta, tam bir gizlilik içinde yürütüldü ve tamamlanana kadar İngiliz Avam Kamarası’na bu konuda bilgi verilmedi.

Lionel N. Rothschild, aynı zamanda Mısır Valisi (Hidivi) İsmail Paşa’ya ve o dönemde devasa borçları olan Mısır’ın ileri gelenlerine bol miktarda kredi sağladı.

Lionel N. Rothschild ailenin bu iki ülkedeki kollarıyla iş birliği yaparak, Mısır'dan Fransa ve Avusturya'ya,uzanan demiryolları döşenmesi için başlatılan çalışmalara katıldı.

Bu projeleri, ailenin demiryolları projeleri başlatan ilk ülke olan Birleşik Krallık’taki kollarının uzmanlık ve deneyim alışverişini yansıtan öneminin ve başarısının boyutunu anladıktan sonra başlatan Lionel N. Rothschild, kendi adını taşıyan vakıf aracılığıyla İngiliz asıllı Güney Afrikalı politikacı ve kaşif Cecil John Rhodes'un Güney Afrika'da büyük bir elmas üretim ve ticaret imparatorluğu kurma çabalarını da finanse etti.

fervbfr
James Mayer de Rothschild tarafından yaptırılan ressam Eugène Lamy'ye yaptırılan ‘Le Grand Hall du château de Ferrières’ (Ferrières Kalesi'nin Büyük Salonu) adlı malikanesinin suluboya tablosu (Christie's)

Rothschild ailesi ve İsrail Devleti'nin kuruluşuna verdiği destek

Peki, Rothschild ailesinin İsrail Devleti'nin kuruluşunda herhangi bir rolü var mı?

Bu soruya cevap verebilmek için derinlemesine bir araştırma yapmanın yanında çok fazla nesnellik ve güvenilirliğe ihtiyaç var. Çünkü bunu yapmaya kalktığımızda adeta tersten okumaya benzeyen ilginç gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz.

Rothschild ailesi, 19’uncu yüzyılın sonlarında hepsi olmasa da genel olarak Avrupa ülkelerinin çoğuna ve özelde Birleşik Krallığı benimseyen diğer zengin Yahudi aileler gibi Siyonizm'in politik kurucusu Theodor Herzl’in Filistin topraklarında Yahudiler için bir ulus devlet kurma önerisini reddediyor gibi görünüyordu, ama neden?

Söz konusu aileler, bu fikrin sadakat açısından yol açabileceklerine dair bir endişe taşıyorlardı. Bu fikir, o dönem için toplumsal duruşlarını ve elbette mali durumlarını tehdit ediyordu. Mesele, Rothschild ailesinin, Herzl'in fikrine ve çağrısına karşı çıkan ve o dönemde ‘İngiliz-Yahudi Birliği’ adlı bir örgüt kurulmasına katkıda bulunduğu noktaya kadar geldi.

Rothschild ailesi bu tutumunu uzun süre devam ettirdi mi?

Tarih, bir tutumun daha sonra değiştiğini ortaya koymuştur. Bu tutum değişikliğinin arkasında, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasının Birleşik Krallık İmparatorluğu'nun çıkarlarına hizmet ettiği şeklinde daha geniş ve kapsamlı bir anlayış yatıyordu. Beklenen bu durumu destekleyen de Doğu Avrupa’da yaşayan ​​Yahudilerin Filistin'e göçünü İngiltere ve Batı Avrupa'dan uzaklaştıracak pratik bir çözüm olarak sunulması oldu.

Tarihi veriler, ailenin Birleşik Krallık’taki kolunun baronu ve oradaki Yahudi cemaatinin lideri Lionel Rothschild’in (1868-1937) kendisini İsrail'in ilk Cumhurbaşkanı Chaim Weizmann'a ve Polonyalı Yahudi gazeteci ve yazar Nahum Sokolow'a yakın hissettiğini ve bu iki ismin, Lionel Rothschild’i Yahudilerin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurmaları için Birleşik Krallık hükümetinden yardım istemeye ikna edebildiklerini ortaya koyuyor.

Bu konuda hiç tereddüt etmeyen Lionel Rothschild, Balfour Deklarasyonu’nun yayımlanması ve Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz Ordusu içinde ‘Yahudi Lejyonu’ adlı bir birlik kurulması için çaba sarf etti.

Ardından ailenin Fransa'daki kolunun lideri olan Edmond Rothschild (1845-1934), Yahudilerin Filistin'e göçünün finanse edilmesinde ve göç sırasında güvenliklerinin sağlanmasında rol oynadı. Daha sonra kendi adını taşıyan ve 1967 yılında İsrail ile Dayanışma Komitesi'nin başkanlığını üstlenen torunu, 1950'li ve 1960'lı yıllarda İsrail'e büyük yatırımlarda bulundu.

Komplo teorisiyle hedef alınan Rothschild ailesi

Rothschild ailesi geçmişte komplo teorileriyle hiç kandırıldı mı?

Komplo teorileri, meseleleri ve gerçekleri güç ve nüfuz sahiplerinin ‘entrikalarına’ indirgeyen ve bu karmaşık gerçeklerin basit ve yüzeysel bir anlatısını aktaran sahte hikayelerdir. Bu hikayelerle nüfuz sahiplerinin olayların gidişatını etkiledikleri, dünyadaki önemli gerçeklerin bir kısmının ya da tamamının onların isteklerine göre değiştirdikleri, modern dünyamızda olup biteni kontrol ettikleri iddia edilir.

Bu teoriler iki yönlü olarak birbirini destekliyor. Bunlardan birincisi yukarıdan aşağı yönlü olarak Rothschild ailesinin kurucusu Mayer A. Rothschild’in eleştiri oklarının hedefi olduğunu ve Avrupa kıtasının imkanlarını mali olarak manipüle ettiğine dair hikayeler anlatıldığını görüyoruz. İkincisi ise aşağıdan yukarı yönlü olarak Mayer A. Rothschild’in modern çağda yaşayan torunları aracılığıyla ailenin ve çeşitli kollarının şikayet ettiği konunun da bu olduğunu görüyoruz.

Belki de Rothschild ailesini inceleyen biri, 300 yıl öncesinden bugüne aileyle ilgili anlatılan çeşitli hikayeler arasında radikal bir ilişki olduğunu görecektir.

Avrupalılar, 19’uncu yüzyılda birçok sanatsal çizimi biliyordu. Bu da Mayer A. Rothschild ve ailesinin imajını çarpıtmaya katkıda bulundu. Belki de o dönem Avrupa'da hüküm süren ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna, Nazilerin Yahudi soykırımı nedeniyle tüm kıta vicdan azabı çekene kadar da sürmeye devam eden antisemitizm (Yahudi karşıtlığı) buna yardımcı olmuştu.

Ailenin halen kötü şöhretle anılmaya devam etmesinin belki de en ilginç kavşaklarından biri, Kovid-19 salgınının ortaya çıktığı dönemde ailenin virüsle ilişkilendirilmesi, virüsün yayılmadan yıllar önce ortaya çıkacağını bildiği ve aşı üreten şirketlerden maddi kazanç elde etmek için sessiz kaldığı şeklindeki haberlerin yayılması olabilir.

Aileyle ilgili yalan gibi görünen haberler arasında, gerçek dışı görünen bir rakam olan yaklaşık 500 trilyon dolara sahip olduğu ve ABD Federal Bankası'nın (FED) yarı ortağı olduğuna dair iddialar da yer alıyor.

Buradan bakıldığında Rothschild ailesinin fertleri, ‘dünyanın bütün günahlarından’ ve son otuz yılda insanlığın başına gelen ‘tüm hastalıklardan’ sorumlu gibi görünüyorlar.

Belki de bir finans imparatorluğunu yöneten böylesine efsanevi bir ailenin kendi çıkarlarını gözetmesi, ülkelerle ve hükümetlerle anlaşmalar yapması ve başka kurumlarla ve başta ABD’deki Rockefeller ailesi olmak üzere çeşitli ailelerle köken ve yol bakımından neredeyse benzer olan ilişki ağları örmesi gerekiyordur. Ancak her halükarda gerçek iki uç noktanın arasında bir yerde kalıyor ve birçok gerçeği yanılsamalarla iç içe geçiren komplocu hafıza harekete geçiyor.

Papa Francis aile fertlerinin elini öptü mü?

Rothschild ailesiyle ilgili son yıllarda dünyanın dört bir yanında çıkan haberlerden biri de 2020 yılının haziran ayı başlarında yayınlanan ve Papa Francis’in Vatikan’da Rothschild ailesinin zengin üyelerinin elini öperken görüldüğü bir görseldi.

O dönemde İtalyan göstergebilimci ve filozof Umberto Eco, Papa’yı ‘ahmaklar lejyonu’ olarak tanımladığı bu ünlü ve zengin aileye dalkavukluk yapmakla suçlayarak, Papa’ya karşı yoğun bir eleştiri kampanyası başlattı. Eco, olayın arkasında Vatikan Şehri ile Rothschild ailesi arasındaki derin mali ilişkilerin olduğunu, özellikle Avrupa'da, Papa Francis'i eski çağlardan beri Avrupa'da faaliyet gösteren gizli gruplarla, özellikle de Masonlarla ilişkileri olmakla suçlayan sesler yükseldiğinden belki de durumun mali ilişkilerden daha karmaşık olabileceğini öne sürdü.

Görsel, çeşitli yorumlarla dünyaya servis edildi. Hatta bir yorumda, “Hıristiyan dininde Papa dışında herkes Papa’nın elini öperken o da bu ailenin elini öpüyor” ifadeleri yer aldı. Tüm bunlar Papalık Makamı’nın statüsüne gölge düşürdü.

Peki görsel gerçek miydi yoksa Vatikan ile Rothschild ailesi arasındaki komplolar için kullanılan bir araç mıydı?

Ancak gerçek tamamen farklıydı. Papa Francis, 25 Mayıs 2014 tarihinde, yani görselin ortaya çıkmasından birkaç gün önce Kudüs ve Beytüllahim'i kapsayan Kutsal Topraklar’a yönelik bir ziyaret turuna başladı.

Bu ziyaret turu çerçevesinde Papa Francis, İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi soykırımında hayatını kaybeden Yahudilerin anısına Kudüs'te inşa edilen Yad Vashem anıtını ziyaret etti ve burada anıt meşalesini yakarak çelenk koydu.

Papa ayrıca dönemin İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres, Başbakanı Binyamin Netanyahu ve hahamların katılımıyla soykırımdan sağ kurtulanlar için saygı duruşunda bulundu.

Burada Nazilerin yaptıklarından duyduğu üzüntüyü dile getiren Papa Francis, “Sen kimsin, insan mı? Artık seni tanımıyorum. Sen kimsin, insan mı? Kim oldun? Hangi vahşeti gerçekleştirmeyi başardın? Kendini iyinin ve kötünün efendisi ilan edebileceğini sana kim söyledi? Kim seni Tanrı olduğuna inandırdı? Kardeşlerinize işkence edip öldürmekle kalmadınız, kendinizi Tanrı olarak gördüğünüz için onları kendinize kurban ettiniz” ifadelerini kullandı.

Papa, o gün törene katılan ve Nazilerin soykırımından sağ kurtulan altı kişinin elini öptü. Sosyal medyada bu kişilerin Rothschild ailesinin üyeleri olduklarına dair söylentiler ortaya atıldı.

En nihayetinde bir ailenin ne melek ne de şeytan olduğu iddia edilebilir. Gerçekse her zaman bir yanda göreceli, diğer yanda iki uç ya da aşırı uçlar arasında bir yerde kalmaya devam eder.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabai’dan çevrilmiştir.



ABD’de kurum isimleri Trump’laşırken tartışmalar büyüyor

ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)
TT

ABD’de kurum isimleri Trump’laşırken tartışmalar büyüyor

ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)
ABD Başkanı Donald Trump, Washington'daki Kennedy Merkezi'nde (AP)

ABD merkezli Axios internet sitesi, Kennedy Merkezi Yönetim Kurulu’nun Washington’un önde gelen sanat kurumlarından birinin adına eski Başkan Donald Trump’ın isminin eklenmesi yönündeki tartışmayı gündeme taşıdı. Siteye göre kurul, merkezin adının “Trump–Kennedy Merkezi” olarak değiştirilmesi seçeneğini değerlendiriyor.

Axios’un değerlendirmesinde Trump’ın, kendisini devlet yönetiminin odak noktasına taşıyarak öncüllerinden ayrıldığı ifade edildi. Site, Trump’ın ticari imparatorluğunda ve kampanya çalışmalarında kullandığı marka yaklaşımını devlet projeleri ile kamusal alanlara da aktardığına dikkat çekti.

df
Washington'daki Kennedy Merkezi binası (Reuters)

Axios, Trump’ın ikinci dönem hazırlıklarında kişisel tanıtım amacıyla kullandığı bazı yöntemleri mercek altına aldı.

Washington'daki binaların isimlerinin değiştirilmesi

Kennedy Merkezi’nin adının değiştirilmesine ek olarak, bu ayın başlarında ABD Barış Enstitüsü’nün adı da ‘Donald Trump Barış Enstitüsü’ olarak değiştirildi.

Axios, Beyaz Saray’ın her iki yeni yapının da Trump’ın görev süresi boyunca yürüttüğü çabaları onurlandırmayı amaçladığını belirttiğini aktardı. Beyaz Saray yetkilileri ve Trump’ın kendisi, önceki yönetimler döneminde zor durumda olduklarını ileri sürdükleri bu iki kurumun ayakta tutulmasında Trump’ın belirleyici bir rol oynadığını vurguladı.

Binalardaki afişler

Trump’ın adının binalara verilmesine ek olarak, yönetimi eylül ayında Washington’daki birçok federal binayı Trump’ın fotoğraflarını taşıyan afişlerle donattı. Bu durum, yetki aşımı ve propaganda yapıldığı yönünde endişelere yol açtı.

Demokrat Senatör Adam Schiff’in ofisi tarafından yayımlanan bir rapora göre, Trump yönetiminin fotoğrafını ya da politikalarını içeren afişlerin hazırlanması için vergi mükelleflerinin parasından 50 bin dolar kullandığı öne sürüldü. Raporda, Tarım, Çalışma ile Sağlık ve İnsan Hizmetleri bakanlıklarının da benzer afişler astığı belirtildi.

Milli Park giriş kartları

ABD İç Güvenlik Bakanlığı, kasım ayında 2026 yılına ait America the Beautiful ulusal park giriş kartını tanıttı. ABD’nin kuruluşunun 250. yıl dönümü dolayısıyla hazırlanan kartta, George Washington ile Donald Trump’ın fotoğraflarının yan yana yer aldığı bildirildi.

Ancak çevreyi koruma alanında faaliyet gösteren bir grup, kartta başkanın fotoğrafının kullanılmasının federal yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle yönetime karşı dava açtı. Davada, 2004 tarihli Federal Arazilerde Rekreasyonu Teşvik Yasası uyarınca giriş kartlarında, Ulusal Parklar Vakfı tarafından düzenlenen yıllık fotoğraf yarışmasını kazanan eserin yer alması gerektiği vurgulandı. Söz konusu programın, kamu arazilerinin yönetimine milyonlarca dolar gelir sağladığı kaydedildi.

asdfr
ABD Başkanı Donald Trump (Reuters)

Biyolojik Çeşitlilik Merkezi İcra Direktörü Kieran Suckling yaptığı açıklamada, “Ulusal parklar kişisel tanıtım için bir fırsat değildir” dedi.

Axios, Trump’ın doğum gününde (aynı zamanda Bayrak Günü’ne denk geliyor) ulusal parklara ücretsiz giriş uygulanacağını açıklamasından kısa süre sonra söz konusu davanın açıldığına dikkat çekti.

Trump hesapları

Trump yönetimi, 2025-2028 yılları arasında doğan çocuklara sahip ebeveynlerin, Hazine Bakanlığı’ndan bin dolar alınarak ‘Trump hesaplarına’ yatırılması yönündeki başvurularını işlemeye başladı.

Bu plan, Trump’ın daha fazla Amerikalıyı hisse senedi piyasasına çekmeyi ve düşük gelirli Amerikalılar için servet edinme fikrini güçlendirmeyi amaçlayan daha geniş kapsamlı çabalarının bir parçası olarak değerlendiriliyor. Aynı zamanda Trump’a, bu girişimi ‘kişisel bir başarı’ olarak tanıtma imkânı da sağlıyor.

sdfrg
ABD Başkanı Donald Trump, bir başkanlık kararnamesini imzalarken. (EPA)

Yönetim, vergiden muaf tasarruf ve yatırım hesaplarının, uygun şartları taşıyan her Amerikalı çocuk için ‘emanet fonları’ oluşturmayı hedeflediğini belirtiyor.

Trump altın kartı

Trump yönetimi, bu ayın başlarında ‘Trump Altın Kartı’ için başvuruları kabul etmeye başladı. Yeni kart, ABD İç Güvenlik Bakanlığı’na 15 bin dolar ücret ödeyen ve onaylanmaları halinde ilave 1 milyon dolar katkı sağlayan başvuru sahipleri için göçmenlik işlemlerini hızlandırıyor. Kartta, Trump’ın fotoğrafının yanı sıra Özgürlük Heykeli ve kartal görselleri de yer alıyor.

Aynı dönemde yönetim, mülteciler, sığınmacılar ve düşük gelirli kişilerin ülkede ikamet imkânlarını kısıtlamaya yönelik politikalar izledi.


Demokrasilere karşı yürütülen gizli savaşın ilk uyarı işareti: Antisemitizm

Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)
Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)
TT

Demokrasilere karşı yürütülen gizli savaşın ilk uyarı işareti: Antisemitizm

Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)
Londra'daki İngiltere Parlamentosu önünde düzenlenen protesto gösterisinde antisemitizmin reddedildiği bir pankartı tutan bir kadın (AFP)

Sevsan Mehanna

Sidney’deki Bondi Plajı yakınlarında bir grup Yahudi’ye karşı düzenlenen saldırı, Avustralya’nın bugüne kadar gördüğü en ciddi antisemitik olaylardan biriydi. Pakistan vatandaşı Sacid Ekrem ve oğlu Nevid Ekrem, Hanuka bayramını kutlayan Yahudileri hedef alan silahlı saldırıda 16 kişiyi öldürdü. Ölenlerin en küçüğü bir çocuk hastanesinde hayatını kaybeden 10 yaşındaki bir kız çocuğu, en büyüğü ise 87 yaşındaydı.

Avustralya yetkilileri saldırıyı ‘antisemitik bir terör eylemi’ olarak nitelendirdi, ancak saldırının arka planına ilişkin ayrıntılar vermedi. Polis, saldırıdan önce şüphelilerin neler yaptığı öğrenmeye çalışırken, Avustralya Başbakanı Anthony Albanese, saldırının ardında DEAŞ ideolojisinin yattığını ve saldırganların toplu katliamı gerçekleştirmeden önce örgüte katıldıklarını açıkladı. Başbakan Albanese, saldırının on yıldan fazla bir süredir yaygın olan ve nefret ideolojisine yol açan DEAŞ ideolojisi tarafından motive edildiğini ve bu durumda kitlesel cinayete girişme isteğine yol açtığını ekledi.

Albanese daha önceki bir açıklamasında ise, ‘DEAŞ’ın yükselişiyle birlikte on yıldan fazla bir süredir dünya radikalizm ve bu ideolojiden mustarip’ olduğunu söyledi.

İşsiz bir inşaat işçisi olan Nevid Ekrem'in (24) ‘bazı kişilerle olan bağlantıları nedeniyle’ 2019 yılında Avustralya istihbaratının dikkatini çektiğini belirten Albanese, “Onu ve ailesini, çevresindeki kişileri soruşturdular, ancak o dönemde Ekrem, şüpheli kişi olarak değerlendirilmedi” diye ekledi.

Albanese ayrıca, “Dün gördüğümüz saf kötülüktü. Avustralya’nın simgesel bir yerinde, bizim topraklarımızda gerçekleşen antisemitik ve terörist bir eylemdi" ifadelerini kullandı. Ülkesinin antisemitizmi ortadan kaldırmak için gerekli ne varsa yapacağını, bölünmeye, şiddete veya nefrete asla boyun eğmeyeceğini, bunu birlikte aşacağını ve bizi bir ulus olarak bölmelerine izin vermeyeceğini vurgulayan Avustralya Başbakanı, “Buna yanıt vermek için gerekli her türlü kaynağı seferber edeceğiz. Bu, ülkemizin tarihinde gerçekten karanlık bir gündü, ancak bir ulus olarak bunu yapan korkaklardan daha güçlüyüz” dedi. Albanese, hükümetinin, ulusal hükümet toplantısının gündemine daha sıkı silah yasaları koymayı planladığını açıkladı.

Netanyahu'nun tepkisi

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise diğer ülkelerin liderlerini ‘antisemitizmle mücadele etmemekle’ suçladığı konuşmasında, “Avustralya'da yaşananlar korkunç, soğukkanlı bir cinayet ve ölü sayısı artıyor” dedi. Olayın ‘liderlerin antisemitizmle mücadele etmemesinin sonucu’ olduğunu öne süren Netanyahu, bunu ‘liderler sessiz kalıp harekete geçmediğinde yayılan bir kanser’ olarak nitelendirdi. Avustralya Başbakanı’na birkaç ay önce bir mektup göndererek, ülkesinin politikasının Avustralya sokaklarında Yahudilere karşı nefreti ve antisemitizmi teşvik ettiğini ve bu politikayı değiştirmeleri ve zayıflığı güçle değiştirmeleri gerektiğini söylediğini, ancak bunun gerçekleşmediğini ekledi.

Şarku’l Avsat’ın İsrail televizyonu Kanal 12’den aktardığı habere göre İsrail ordusu, kanlı saldırının ardından yurtdışında görev yapan askerleri için yeni talimatlar yayınladı. Habere göre İsrail Ordusu Operasyon Müdürlüğü, bu talimatları ‘askerlerin İsrail dışında bulundukları süre boyunca potansiyel tehlikeler konusunda farkındalıklarını artırmak amacıyla’ yayınladı. Askeri kaynaklar, bu adımın prosedürlerin sıkılaştırılması değil, mevcut talimatların güncellenmesi ve iyileştirilmesi olduğunu belirterek, askerlerin karşılaşabilecekleri olağandışı olayları derhal komutanlarına bildirmeleri gerektiğini vurguladı.

dcfgt
Sidney'deki silahlı saldırı mahalline intikal eden Avustralyalı polis memurları (AP)

İsrailli yetkililer, kanlı saldırının sorumlularını belirlemek için soruşturma yürütüyor. İsrail merkezli internet sitesi Ynet’e göre baş şüpheli İran olmakla birlikte İran baş şüpheli olmakla birlikte, yetkililer Hizbullah, Hamas ve El Kaide ile bağlantılı Pakistanlı örgüt Leşker-i Tayyibe (LT) gibi silahlı grupların da saldırıya karışmış olabileceğinden eminler. İsrailli bir güvenlik yetkilisi İran'ı saldırıyı gerçekleştirmekle suçlarken Tahran ve onun vekillerinin, dünya çapında İsrail ve Yahudi hedeflerini vurma çabalarını yoğunlaştırdığını belirtti.

Dünya genelinde kınama ve nadir görülen dayanışma

Saldırı, olayın hassasiyetini ve sembolik önemini yansıtan bir şekilde uluslararası alanda yaygın olarak kınandı. Batılı hükümetler, saldırıyı dini özgürlük ve bir arada yaşama hakkına yönelik bir saldırı olarak kınadılar. Antisemitizmin ‘demokratik toplumlarda yeri olmadığını’ vurguladılar. İsrail, Bondi’de yaşananların, Yahudilere karşı nefret dalgasının ulusötesi bir boyut kazandığının bir başka kanıtı olduğunu düşündü.

İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Sa'ar, Sidney'de Hanuka Bayramı kutlamaları sırasında meydana gelen ölümcül silahlı saldırıdan şok olduğunu belirterek, “Bu saldırı son iki yıldır Avustralya sokaklarında yayılan antisemitizmin bir sonucu. Antisemitik ve kışkırtıcı bir ayaklanmanın küreselleşmesi çağrısı” şeklinde konuştu.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Bondi Plajı'ndaki trajik saldırı sebebiyle şoke olduğunu ve kurbanların ailelerine ve sevdiklerine içten taziyelerini ilettiğini söyledi. Avrupa Komisyonu Başkanı, Avrupa'nın, şiddet, antisemitizm ve nefrete karşı birleşmiş olarak Avustralya ve dünyanın her yerindeki Yahudilerin yanında olduğunu da sözlerine ekledi.

Afrika Birliği (AB) Komisyonu’ndan yapılan açıklamada, her türlü terörizmin reddedildiği ve masum sivilleri hedef almanın hiçbir gerekçesinin olamayacağı belirtildi. Saldırının, insan toplumlarının dayandığı barış, hoşgörü ve bir arada yaşama değerlerini zedelediğini vurgulayan Komisyon, nefret söylemleri, şiddet ve radikalizmin tırmanmasının sosyal barış ve uluslararası güvenliğe yönelik tehlikesine dikkati çekti.

Gazze’deki savaş sonrası

Geçtiğimiz ağustos ayında, Avustralya'nın birçok şehrinde Gazze ile dayanışma yürüyüşleri düzenlendi. Avustralya basınında yer alan haberlerde Filistin Eylem Grubu’nun, birçok şehirde 290 bin kişinin katıldığı, ülkedeki en büyük Filistin’e destek gösterilerinden birinin düzenlendiğini duyurduğu bildirildi. Haberlere göre Filistin Eylem Grubu, tarihindeki en büyük hareketlerden biri olan Avustralya şehirlerindeki çeşitli yürüyüşlere çok sayıda Filistin yanlısı gösterici katıldı. Organizatörlerin tahminlerine göre Sidney ve Melbourne'da 100 bin, Brisbane'de ise 50 bin kişi olmak üzere ülke genelinden 290 bin kişilik bir katılım oldu.

Basında yer alan haberler, 7 Ekim 2023’te Gazze’deki savaşın patlak vermesinden sonra ABD’de şiddet içeren saldırılar ve çevrimiçi taciz vakaları da dahil olmak üzere antisemitizm ve İslamofobi olaylarının arttığını gösterdi. Avrupa ülkelerinde gerçekleşen ve geçtiğimiz temmuz ayında yayınlanan büyük çaplı bir araştırma, Yahudilerin ‘Avrupa'da artan antisemitizm karşısında her zamankinden daha fazla endişeli olduklarına’ işaret ederken, Ortadoğu'daki çatışma AB’nin öncülüğündeki çabaları baltalıyordu.

frgty
Avustralya'da Filistinlilerle dayanışma için düzenlenen kitlesel protesto gösterilerinden bir kare (AFP)

Viyana merkezli Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı (FRA) tarafından yayınlanan rapora göre ankete katılanların yüzde 96'sı, anketin yapıldığı tarihten önceki 12 ay içinde çevrimiçi ortamda veya günlük yaşamlarında antisemitizmle karşılaştığını söyledi. FRA Başkanı Sirpa Rautio, ‘Hamas'ın Ekim 2023'teki saldırıları ve Gazze'deki savaşın başlamasından önce’ yapılan ankete dayanan raporun girişinde, ankete katılanların ezici çoğunluğunun ‘durumun son yıllarda kötüleştiğine’ inandığını belirtti.

Rautio, böylesi gergin bir atmosferde, Yahudilerin yüzde 76'sının Avrupa'da ‘bazen kimliklerini gizlediklerini’ söyledi. Bu durum özellikle Yahudilerin yüzde 83'ünün bunu yaptığı Fransa'da geçerli. Fox News tarafından yayınlanan bir araştırmada, yeni veriler son on yılda antisemitik saldırılarda şok edici bir artış olduğunu ortaya koydu. Sadece 2024 yılında 9 bin 500 olay rapor edildi.

Bundi Plajı olayına geri dönersek, bu olay açık bir kamusal alanda Yahudilerin dini ve sosyal bir etkinliği sırasında meydana geldi, bu da olayın sembolik ve güvenlik açısından etkisini iki katına çıkardı. Saldırı, birkaç tehlikeli unsur barındırıyordu. Bunların başında, dini gerekçelerle sivillerin doğrudan hedef alınması ve kapalı bir dini kurum yerine halka açık bir turistik yerin seçilmesi geliyordu. Bu da tehdit seviyesini artırdı. Bu durum, Avustralya makamlarını olayı derhal ‘antisemitik bir nefret saldırısı’ olarak değerlendirmeye ve kapsamlı güvenlik soruşturmaları başlatmaya itti. Olay, münferit bir eylem olarak değil, Gazze’deki savaşın patlak vermesinden bu yana Yahudilere yönelik artan bazı tehdit, vandalizm ve saldırı vakalarının doruk noktası olarak değerlendirilebilir.

Ulusal düzeyde, bu olay iki ana nedenden dolayı şok etkisi yarattı ve güvenlik yanılsamasını paramparça etti. Birincisi, devletin kamusal alanda azınlıkları koruma kabiliyetini yeniden gündeme getirdi ve Avustralya'nın Ortadoğu’daki çatışmalarla bağlantılı ideolojik şiddetten muaf olduğu yönündeki yaygın inancı paramparça etti. Yahudiler, saldırının kendilerini endişe durumundan bekalarına yönelik bir tehdit durumuna getirdiğini hissetti. Bu da, onların görüşüne göre siyaset kisvesi altında nefretin normalleşmesine izin veren kamuoyundaki söylemin gözden geçirilmesi ve güvenliğin artırılması taleplerine yol açtı.

İçeride ‘gölge savaş’ şüphesi

Gazze'de son savaşın patlak vermesinden bu yana, çatışmanın yansımaları Ortadoğu ile sınırlı kalmadı. Savaş alanından coğrafi olarak uzak bir ülke olan Avustralya'da antisemitik saldırılarda daha önce eşi ve benzeri görülmemiş bir artış ve sosyal bölünmelerle birlikte endişe verici bir eğilim ortaya çıkmaya başladı. Bu eğilim, Avustralya hükümetini İran'ın önderliğinde olası bir dış müdahale hakkında açıkça konuşmaya itecek düzeye ulaştı.

ewfr
Sidney saldırısının kurbanlarını anmak için büyük bir etkinlik düzenlendi (AFP)

Avustralya Başbakanı Albanese, geçtiğimiz ağustos ayında, 2024 yılının ekim ayında Sidney'in Bondi banliyösünde koşer sertifikalı yemekler sunan Louis's Continental Kitchen adlı kafeye düzenlenen kundaklama saldırısının arkasında Tahran'ın olduğunu söyledi. Avustralya istihbaratının aynı yılın aralık ayında Melbourne'daki Adass Israel Sinagogu’na düzenlenen kundaklama saldırısının da arkasında İran'ın olduğunu tespit ettiğini belirten Albanese, istihbarat teşkilatlarının, İran'ın Melbourne ve Sidney'deki antisemitik saldırıları organize ettiği yönünde ‘son derece rahatsız edici bir sonuca’ ulaştıklarını açıkladı. Bu durum Avustralya’nın İran'ın Canberra Büyükelçisi Ahmed Sadıki’nin ‘istenmeyen kişi’ ilan edilip sınır dışı edilmesine, Tahran'daki büyükelçisini geri çekmesine, büyükelçiliğinin faaliyetlerini askıya almasına ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’nu (DMO) Yahudilerin kullandığı merkezleri hedef alan saldırıları düzenlediği gerekçesiyle ‘terör örgütleri’ listesine almasına neden oldu.

Gazze’deki savaş Avustralya sokaklarına taşınınca

Savaşın patlak vermesinden sonraki ilk haftalarda, Sidney ve Melbourne sokakları kitlesel protesto gösterilerine sahne oldu. Bu gösteriler, Gazze'deki savaşa duyulan öfkenin bir ifadesi olarak görünse de gerçekte İsrail'in politikalarını eleştirmek ile Yahudileri bir topluluk olarak hedef almak arasındaki çizgi bulanıklaşmaya başladı ve Avustralyalı Yahudiler işyerlerinde tacize uğradıklarını, sokakta tehdit edildiklerini ve kamuya açık yerlerde hakarete maruz kaldıklarını bildirdiler. Sosyal medyada, İsrail hükümeti ile nesillerdir Avustralya vatandaşı olarak yaşayan Yahudiler arasında ayrım yapmayan, toplu şeytanlaştırma dili yayıldı. O dönem yetkililer, durumu yakında yatışacak yoğun siyasi duyguların bir yansıması olarak değerlendirerek ciddiyetini küçümsediler. Ancak durum sözlerden vandalizme tırmandı ve yetkililer, 2024 yılında olayların niteliğinde niteliksel bir değişim yaşanacağını öngöremedi. Artık nefret söylemi veya hakaretlerle sınırlı kalmayıp, Yahudi sinagoglarına yönelik vandalizm, Nazi sloganlarının yazılması, dini ve eğitim kurumlarını hedef alan kasıtlı kundaklama girişimleri ve Yahudi okullarına ve kuruluşlarına ölüm tehditleri gönderilmesi gibi olaylar yaşanmaya başladı. Ayrıca Yahudilerin ve İsrail yanlısı aktivistlerin adresleri ve kişisel bilgileri de yayınlanmaya başladı.

Yahudi cemaatinin yıllık raporları, önceki yıllara kıyasla şiddet olaylarında belirgin bir artışla rekor rakamlar gösterdi ve yaşananları artık münferit olaylar olarak nitelemek mümkün değildi.

Sahnenin merkezinde İran

Avustralya Federal Polisi, 2024 yılı sonlarında, antisemitik şiddeti soruşturmak için özel bir güvenlik operasyonu başlattığını duyurdu ve resmi makamlarca yapılan açıklamaların tonu önemli ölçüde değişti. Artık sosyal gerilimden değil, iç güvenliğe yönelik bir tehditten bahsediliyordu. Sinagoglarda ve Yahudi okullarında sıkı güvenlik önlemleri alındı ve özellikle internette aktif olan kışkırtıcı taraflar hakkında derinlemesine soruşturmalar başlatıldı. Perde arkasında, devlet kurumları içinde, yaşananların yalnızca yerel öfkenin bir sonucu mu olduğu yoksa bu öfkeyi istismar eden ve şiddete yönlendiren taraflar mı olduğu konusunda tartışmalar başladı. Bu da İran’ın merkezinde olduğu en ciddi suçlamaya yol açtı.

Avustralya Başbakanı ile Dışişleri Bakanı’nın bu yıl yaptıkları açıklamalarda, elde edilen güvenilir istihbaratın İran'ın ülke içindeki antisemitik saldırıları yönlendirdiğini veya kışkırttığını gösterdiğini söylemeleriyle Avustralya hükümeti kırmızı çizginin ötesine geçti. Bu suçlama sadece sembolik değildi, İranlı diplomatların sınır dışı edilmesine, Tahran ile ilişkilerin düşürülmesine ve bazı olayların yabancı müdahale olarak sınıflandırılmasına yol açtı. Bu açıklamayla birlikte, antisemitizm meselesi sosyal meseleler alanından jeopolitik çatışma alanına taşındı. Bu mantığa göre Avustralya artık sadece iç nefretle değil, bölgesel bir gölge savaşın uzantısıyla da karşı karşıya.

Yanılsamanın bittiği an

Bondi Plajı'ndaki Yahudilerin bayram kutlamasına yapılan saldırı, kanlı bir doruk noktasıydı. Çünkü dini bir etkinlik sırasında sivilleri hedef almak, Avustralyalıların kendilerinden çok uzak olduğunu düşündükleri iç terör senaryolarını yeniden canlandırdı. Yetkililer bu saldırı ile İran arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu açıklamamış olsa da saldırı suçlamalar ve korkularla dolu bir ortamda gerçekleşti. Bu da Yahudi toplumu içindeki şoku daha da artırdı. Birçokları için ‘Bondi Saldırısı’ Avustralya'nın Ortadoğu’daki çatışmaların etkilerinden korunduğu fikrinin çöktüğü andı.

Ancak Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana tanık olunanlar, münferit olaylara indirgenemez ve komplo teorileriyle de tam olarak açıklanamaz. Gerçekler, siyasi öfkenin nefret söylemine, nefret söyleminin de vandalizm ve şiddete dönüştüğüne işaret ederken Avustralya devletine göre bu şiddetin bir kısmı dışarıdan müdahalenin izlerini taşıyor. Bu yüzden Avustralya, Yahudi vatandaşlarını hedef alınmaktan korumak ve aynı zamanda dış çatışmanın toplumu parçalayan bir iç kimlik savaşına dönüşmesini önlemek gibi ikili bir zorlukla karşı karşıya. Bu savaşın yalnızca güvenlik önlemleriyle kazanılamayacağı açık. Bu yüzden Bondi Plajı’ndaki olay sadece kanlı bir saldırı değil, ifade özgürlüğü ile azınlıkların korunması arasındaki kırılgan dengeyi ortaya koyan ve antisemitizmi sadece sosyal bir sorun olmaktan çıkaran, ulusal güvenlik sorunu haline getiren bir dönüm noktasıydı. Bu olay, Gazze'deki savaşın coğrafi olarak uzak olmasına rağmen, istikrarlı olan Batı toplumlarında doğrudan yansımaları olduğunu gösterdi.

dfrgt
Gerçekler, siyasi öfkenin nefret söylemine, nefret söyleminin de vandalizm ve şiddete dönüştüğüne işaret ediyor (AFP)

Ancak, yeniden gündeme gelen en hassas soru, ‘Sadece antisemitizmin neden arttığı değil öfkeli ve bölünmüş bir toplumda izole nefret olaylarıyla mı, yoksa özellikle İran'ın bazı saldırılara karıştığına dair resmi suçlamaların tekrarlanmasının ardından, Avustralya sahnesine sıçrayan bölgesel çatışma, gölge savaş ve dış müdahalenin bir uzantısıyla mı karşı karşıyayız?’ sorusudur.

Gazze savaşından sonra, coğrafi olarak uzak ülkelerde bile bu fenomenin neden kötüleştiğini açıklayan üç yerel kanal var. Bunlardan birincisi, kutuplaşma ve dış çatışmanın iç kimliğe dönüşmesiydi. İkincisi, Gazze ve İsrail konusundaki tutumu bir aidiyet işareti haline getiren protestolar ve karşıt söylemler, üçüncüsü, siyaset kimliğe indirgendiğinde, topluluklar, özellikle Yahudi topluluklar, misilleme tepkilerinin veya toplu şeytanlaştırmanın kolay hedefi haline gelmesiydi.

Şiddetin yanında daha az kanlı ama daha az tehlikeli olmayan başka bir çatışma üniversitelerde ve medyada patlak verdi. Bu ortamlar antisemitizmin tanımı üzerine tartışma arenalarına dönüştü. Yahudi örgütleri, üniversite yönetimlerini ifade özgürlüğü bayrağı altında kışkırtıcı sloganları hoş görmekle suçlarken, aktivistler İsrail'e yönelik her türlü eleştiriyi susturmak için bu suçlamayı siyasallaştırmamak gerektiği konusunda uyardı. Bu bölünme, toplumsal uçurumu derinleştirdi ve mücadelenin artık sadece güvenlikle değil, kültür ve ahlakla da ilgili olduğunu gösterdi.

“Gölge savaş” pratikte nasıl sürüyor?

Bir ülke başka bir ülkenin içindeki bu tür saldırıları yönlendirmekle suçlandığında, en yaygın senaryo kimlikli bir ajan değil, daha çok vekiller, yani sınırların dışındaki kışkırtıcılar ve finansörler ile ülke içindeki bireyler, organize suç ağları ve sempatizanlar veya hizmetlerden oluşan aracılardır. Amaç genellikle sadece topluma zarar vermekten ziyade onu terörize etmek, korku aşılamak, sosyal bölünmeyi körüklemek, bunu toplumu kutuplaştırıcı bir ulusal meseleye dönüştürmek ve böylece hükümeti zor durumda bırakıp vatandaşlarını koruyamadığı algısı yaymak.

Diğer bir eğilim ise dış politikayı iç politikaya çekmek. İç durum ne kadar kızışırsa, Tahran veya diğerlerine karşı herhangi bir dış politika tutumunun maliyeti de o kadar artar. Avustralya hükümetinin suçlamayı istihbarat şeklinde sunması dikkati çekiyor. Bu, kaynakları korumak için kanıtların büyük bir kısmının gizli kalabileceği anlamına gelir ve bu da basın için bir zorluk yaratır. Gizli dosyalara erişim olmadan bu hipotez nasıl kanıtlanabilir veya test edilebilir? Soruşturma, ‘olayların arkasında İran var’ demiyor, aksine biri Gazze’deki savaşın başlamasından sonra yaygın bir sosyal ve yerel gerginlik artışı, ikincisi devletin İran'ın yönlendirdiğine inandığı belirli olaylar olmak üzere iki katman olduğunu söylüyor.

Peki bu durum bölgesel boyut açısından ne anlama geliyor?

İran’ın suçlamalarının bölgesel yorumu, birçok ülkenin ‘asimetrik operasyonlar’ olarak adlandırdığı daha geniş bir modelden ayrı düşünülemez. Batı’nın diğer vakalarda defalarca dile getirdiği suçlamalara göre Tahran Batı ile doğrudan çatışmak yerine, gri alanları, yani siyasi baskı, dolaylı caydırıcılık ve yumuşak hedefler aracılığıyla mesajlar göndermeyi tercih ediyor. Özellikle Avustralya örneğinde, resmi suçlama, antisemitizm meselesini sadece çokkültürlü bir toplumdaki entegrasyon veya gerilim politikaları çerçevesinde değil, ulusal güvenlik ve dış müdahale çerçevesinde ele alınıyor.

İsrail'i eleştirmek ile antisemitizm arasındaki sınır nerede?

Batı'nın genelinde meselenin özü de bu. Birçoğu, İsrail'in politikalarını eleştirmekle Yahudilere karşı ırkçılık yapmayı bir tutmayı reddetse de sahada, genelleme, hükümetin kararlarından Yahudileri sorumlu tutma ve Orta Doğu'daki bir savaş ve Nazi sembolleri için Avustralya toplumunu cezalandırarak yerel hedefleme olmak üzere üç kapıdan geçen kaygan bir yokuş var. Bunlar siyasi söylem değil, tarihi bir soykırım.

Bu yüzden yetkililer, bir yandan ifade ve protesto etme özgürlüğünü vurgularken, diğer yandan suçları, kışkırtmayı, tehditleri ve şiddeti kınayan ikili bir yaklaşım benimsedi. Bu yaklaşım, ulusal düzeyde ortak eylemler ve toplantılar veya bu konuyla ilgili Ulusal Konsey görüşmelerini de içeriyordu.

Demokrasilere karşı ilan edilmemiş savaşın ilk aşaması

Batı ülkelerinde antisemitizm, artık sadece marjinal bir ırkçılık olgusu ya da kamusal söylemdeki ahlaki bir kusur değil, demokratik devletlere karşı içeriden yürütülen ilan edilmemiş bir savaşın ilk aşaması haline geldi. Bu savaş, askeri bir işgal yahut silahlı bir isyan olarak değil, tehlikenin patlak vermeden önce toplumların onu fark etme yeteneğinin yavaş yavaş sınanması şeklinde kendini gösteriyor. Temel sorun sözler ise sloganlar veya radikal söylemlerde değil, bunların ardındaki niyetlerde yatıyor.

Antisemitizm, genellikle şiddetin marjinalden merkeze, retorikten eyleme doğru ilerlediğinin ilk göstergesidir. Çünkü demokratik hoşgörünün sınırlarını test eder ve Batı'nın ifade özgürlüğü ve azınlık haklarına karşı duyarlılığını istismar eder. Bu aşamadaki tehlike, antisemitizmin kamuoyunu uyuşturmak için bir araç olarak kullanılmasının yanında tartışmayı dilbilimsel ve ‘eleştiri nedir? kışkırtıcılık nedir? ifade özgürlüğü nerede başlayıp nerede biter?’ gibi akademik argümanlara indirgemesidir. Tüm bunların yanında sorunun daha derin yapısı, yani ertelenmiş şiddeti besleyen bir ortamın yaratılması görmezden geliniyor. Böylece demokrasi, zayıf olduğu için değil, niyetlerin artık masum olmadığı bir tarihsel anda iyi niyet varsayımı yaptığı için, muhalifleri için koruyucu bir şemsiye haline geliyor.

Tarihte antisemitizm hiçbir zaman son değil, başlangıç olmuştur. Bu, iç düşmanın yeniden tanımlandığı ve bir grubun siyasi ve ahlaki insanlığının, daha sonra çemberin genişlemesine hazırlık olarak elinden alındığı aşamadır. Dolayısıyla buna müsamaha göstermek sadece belirli bir gruba ihanet etmek anlamına gelmiyor, aynı zamanda kamusal alanın, yani söylemin, ardından kurumların ve sonra da güvenliğin yavaş ve ölümcül bir şekilde işgaline kapı açmak anlamına da gelir. Batı'nın bugün yaptığı hata, yerleşik bir ilke olan ırkçılığı reddetmesinde değil, beyan edilmemiş terörizmle başa çıkamamasında yatıyor.

Bu terörizm, açıkça bayraklar dalgalandırmaz veya açık savaş ilan etmez, aksine görünüşte adil nedenlerle sızar, mağduriyeti sömürür ve çatışmanın maliyeti devletin bunu kontrol etme kapasitesini aşana kadar patlama anını geciktirir. Bu niyetler patlak verince, önleyici tedbirler için çok geç kalınmış olur ve ‘şok, kınama, soruşturma komisyonları ve sonra başlangıç noktasına dönüş’ şeklindeki hep aynı sahne bir kez daha tekrarlanır. Bunun yanında antisemitizmi sadece ahlaki bir başarısızlık olarak değil, stratejik bir uyarı zili olarak erken okumak, demokrasileri ilan edilmemiş, ama çoktan başlamış bir savaştan kurtarmak için son şans olabilir.

Gazze’deki savaşın başlamasından sonra Avustralya'da yaşananlar, sadece bir dizi münferit nefret olayına yahut her şeyi açıklayan bir ‘dış komplo’ teorisine indirgenemez. Avustralya devleti, gerçeğe daha yakın olanın, nefret suçları ve Yahudilere karşı artan şiddeti doğuran ikili bir model ve gergin bir iç ortam ile belirli bir operasyon katmanı olduğunu söylüyor. İstihbarat bilgilerine göre İran, bu olayların bir kısmını aracılar aracılığıyla yönlendirerek, sorunu ‘toplumsal gerilimden gölge savaşı ve dış müdahaleye’ kaydırmıştı. Her iki durumda da sonuç aynıydı; bir toplum, sürekli güvenlik mantığı altında yaşamaya zorlanırken bir devlet, demokratik alanı kısıtlamadan veya dış çatışmayı içerde kültürel bir iç savaşa dönüştürmeden vatandaşlarını koruma yeteneği açısından sınanıyordu.

 


İsrail: Hizbullah’ın deniz projesi İmad Emhez’in itiraflarıyla deşifre oldu

Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.
Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.
TT

İsrail: Hizbullah’ın deniz projesi İmad Emhez’in itiraflarıyla deşifre oldu

Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.
Lübnan’daki Telegram gruplarında dolaşıma giren kimlik kartının, İmad Amez Fadil’e ait olduğu öne sürülüyor.

İsrail ordusu, Lübnan Hizbullahı’nın kıyı savunma füze birimi 7900’de kritik konumda yer alan ve yaklaşık bir yıl önce İsrail’e getirilerek sorgulanan İmad Emhez’in, soruşturma sırasında Hizbullah’ın gizli deniz dosyasına dair önemli bilgiler verdiğini açıkladı.

İsrail ordusunun Arapça medya sözcüsü Avichay Adraee’nin X platformunda yaptığı paylaşıma göre, “İsrail Deniz Komandoları Birliği 13’e bağlı askerler, yaklaşık bir yıl önce askeri istihbarat deniz biriminin yönlendirmesiyle, Lübnan’ın kuzeyindeki Batrun kasabasında, sınırın yaklaşık 140 kilometre uzağında gerçekleştiren operasyonla Emhez’i yakalayıp İsrail’e götürdü.”

Açıklamada, Emhez’in İran ve Lübnan’da askeri eğitim aldığı ve Hizbullah’ın kıyı füze biriminde yürüttüğü görev kapsamında geniş bir denizcilik tecrübesi edindiği belirtildi. Ayrıca, Lübnan’daki sivil denizcilik akademisi “Marasti”de eğitim aldığı, bunun da “Hizbullah’ın sivil kurumları terör faaliyetleri için kullanmasına” örnek teşkil ettiği ifade edildi.

Adraee, Emhez’in soruşturma sırasında Hizbullah’ın en gizli projelerinden biri olan deniz dosyasında merkezi bir görev yürüttüğünü kabul ettiğini belirtti. Emhez’in sunduğu bilgilerin, örgütün deniz faaliyetlerini sivil kisve altında örgütleyerek İsrail ve uluslararası hedeflere saldırı planlarını içerdiği aktarıldı.

İsrail ordusu sözcüsü, söz konusu gizli deniz projesinin, öldürüldükleri belirtilen Hizbullah lideri Hasan Nasrallah tarafından doğrudan yönetildiğini, askeri lider Fuat Şükr ile deniz dosyasının sorumlusu Ali Abdülhasan Nuriddin’in de süreçte yer aldığını iddia etti.

Açıklamada, Emhez’in verdiği bilgiler ve söz konusu lider kadronun etkisiz hâle getirilmesi sayesinde gizli deniz dosyasının ilerlemesinin kritik bir aşamada durdurulduğu bildirildi.

İsrail ordusu, Hizbullah’ın deniz yapılanması ile diğer deniz birimlerinin İran’ın maddi ve ideolojik desteğiyle geliştirildiğini öne sürerek, “Bu devasa kaynaklar Lübnan’ın kalkınması için kullanılmak yerine Hizbullah’ın terör faaliyetlerine aktarılıyor” ifadelerini kullandı.

İsrail ordusu, vatandaşlarına yöneldiğini belirttiği tehditleri ortadan kaldırmak için “tüm cephelerde gerekli adımların atılmaya devam edeceğini” duyurdu.