Macid Keyali
İsrail'in Gazze Şeridi'ne karşı altı aydır sürdürdüğü imha savaşında, askeri gücüne, teknolojik imkânlarına, Batı'dan aldığı desteğe ve Gazze Şeridi'ni yaşanmaz hale getirecek yeteneğe sahip olmasına rağmen ağır kayıplar verdiğini söylersek abartmış olmayız. Filistinlilerin verdiği kayıpların ise çok daha büyük ve ölçülemeyecek kadar korkunç olduğunu söylersek de ne abartmış ne de yanılmış oluruz.
Her şeyden önce İsrail geçtiğimiz yıl 7 Ekim’de güvenlik, askeri ve moral bakımından hiç beklemediği bir darbe aldı. İsrail’in savaşı kısa sürede sonuçlandıramaması, Hamas savaşçılarının çatışmaya ve füze fırlatmaya devam etmeleri ve İsrail ordusunun altı aydır tek bir rehineyi bile kurtaramamasının da gösterdiği üzere bu savaş İsrail’in tarihinin en uzun ve en maliyetli savaşı haline geldi.
Savaş, İsrail'in tüm alanlarda sahip olduğu muazzam potansiyele rağmen güvenliğini ve niteliksel üstünlüğünü garanti altına almak için ABD'ye (ve Batılı ülkelere) ihtiyaç duyduğunu, gösterdi. Çünkü bu ülkeler, İsrail’in akciğerleri olduğu yahut bir başka deyişle göbeğinin bu ülkelere bağlı olduğu söylenebilir. Yani bu ülkeler olmasaydı İsrail farklı bir durumda olacak, sürekli risk altında ve tehditlere maruz kalacaktı. Bu durum, İsrail'in bir ‘muz cumhuriyeti’ olmadığını, demokratik ve egemen bir devlet olduğunu ve sanki 7 Ekim'den bu yana Akdeniz'de demirli ABD, İngiliz ve Fransız savaş gemilerinden haberdar değillermiş ya da bu ülkeler deniz ve hava filolarıyla İsrail'e silah sevkiyatında bulunmuyormuş yahut ABD İsrail’e 14 milyar dolar değerinde acil yardım göndermemiş, kısacası bu savaş İsrail'in ABD ile olan yakın bağlarını hiç olmadığı kadar derinleştirmemiş gibi ABD'ye hiçbir şey borçlu olmadığını söyleyerek övünen milliyetçi ve dinci Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibi aşırı sağcıların gördüğü halüsinasyonların tam tersi bir tablo çiziyor.
Gazze’deki savaşı, her alanda muazzam bir potansiyele sahip olmasına rağmen İsrail'in gücünün sınırlarını ortaya koydu.
Öte yandan Gazze’deki savaş, Filistin'in yüzölçümünün yüzde 1,2'sine (365 kilometre kare) tekabül eden küçük bir bölgede mütevazı bir silahlı milis gücüyle karşı karşıya olan İsrail'in her alanda sahip olduğu muazzam potansiyele rağmen gücünün sınırlarını ortaya koydu. Peki ya daha büyük ve daha güçlü bir orduya karşı bir savaş söz konusu olursa ne olur?
Buradan düzenli bir savaşın hesaplarının, İsrail'i karşı tarafa felç edici darbeler indirebilecek hale getiren asimetrik bir savaşın hesaplarından farklı olduğu anlaşılsa da bu durum, İsrail'in sınırlı insan kaynağına sahip olduğu ve başka bir savaşta, düzenli ya da düzensiz daha büyük bir güçle, istikrarına, güvenliğine ve belki de bekasına yönelik daha fazla riskle karşı karşıya kalacağı gerçeğini gizleyemiyor.
İsrail, uluslararası alanda Batılı ülkelerin kamuoyları nezdinde ‘taş atan çocuklar’ intifadasından (1987-1993) bu yana kaybetmeye başladığı mağdur statüsünü tamamen yitirdi ve Filistinlilere karşı soykırım uygulayan, sömürgeci, saldırgan ve ırkçı bir devlet olarak görülmeye başladı. Artık Filistinliler İsrail’in bu uygulamalarından ötürü küresel vicdanda kurban konumundaydı. Bu nedenle Batılı ülkelerin başkentlerinde ve şehirlerinde halk protestoları bazılarının hayal ettiği gibi, gerçeğe aykırı şekilde Hamas'ı desteklemek için değil, Filistinlileri desteklemek için protesto gösterileri başladı.
Söz konusu protesto gösterilerini, Uluslararası Adalet Divanı’nın (ICJ) kararı, dünyanın dört bir yanından edebiyat ve sanat camiasından çok sayıda ünlü sanatçının ortaya koydukları tutumlar ve Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda 193 ülkeden 153'ünün onayıyla alınan kararlar takip etti. Tüm bunlar, Batılı hükümetlerin tutumlarının değiştirmelerine, İsrail'e baskı yapmaktan yana olmalarına ve İsrail'in Gazze karşı yürüttüğü soykırım savaşını reddetmek de dahil olmak üzere Filistinlilerin acılarını ve haklarını daha anlayışla karşılayan mesajlar göndermelerine yol açtı.
İsrail'in imaj kaybıyla birlikte, tüm dünyada bazı Yahudi kesimleri nezdindeki itibarı da zedelendi.
İsrail içinde ise savaş, Netanyahu, Smitrich ve Ben-Gvir hükümetinin yargının altını oyma ve İsrail'in (Yahudi vatandaşlarına göre) Yahudi ve dini bir devlet kimliğini laik, liberal ve demokratik bir devlet kimliğinin önüne geçirme girişimi çerçevesinde savaştan önce patlak vermiş olan İsrail'deki iç krizi derinleştirdi.
Bu durum, Hamas’ın 7 Ekim saldırısının İsrailliler arasında varoluşsal bir tehlikeyle karşı karşıya oldukları fikrini uyandırdığı gerçeğini gizlemiyor. İsrail’deki farklı kesimler arasında var olan bölünmelerin ardından, dışarıdan, kendi algılarına göre özellikle de Filistinlilerden gelen bir tehdit karşısında kararlılıkları güçlense de kendi içlerindeki anlaşmazlıklar da bir o kadar güçlendi. Milliyetçi ve dinci aşırı sağın devleti ele geçirip karakterini değiştirmesinin tehlikelerine dikkat çekilerek Binyamin Netanyahu hükümetinin düşürülmesi ve erken seçime gidilmesi çağrıları bunun bir göstergesidir. Aynı zamanda Hamas'ın elindeki İsrailli rehinelerin ailelerinin rehinelerin serbest bırakılmalarını sağlayacak bir anlaşma yapılması taleplerini destekleyen protesto gösterilerindeki artış da bu durumun bir işareti.
Tüm bunlarla birlikte, savaş nedeniyle laiklere tanınmayan ayrıcalıklardan yararlanan, vergiden ve askerlikten muaf tutulan ve yine de devletin kimliğini kendi lehlerine değiştirmek isteyen ultra Ortodoks Yahudilerin de askere alınmaları çağrıları ülkede bölünme yarattı.
İsrail'in imaj kaybıyla birlikte, İsrail'in dünya Yahudileri için güvenli bir sığınak olduğu fikrinin sarsılırken tüm dünyada bazı Yahudi kesimleri nezdindeki itibarı da zedelendi. Kendi ülkelerinde daha güvende olan İsrailli Yahudiler, hükümetlerinin Filistinlilere karşı düşman, faşist ve ırkçı politikalarının kurbanı oldular.
İsrail’in, Nekbe'ye rağmen Filistinlilerin varlığının üstesinden gelmesi ve onları siyasi haritadan silmesi mümkün görünmüyor.
Ayrıca İsrail'in Filistinlilere karşı yürüttüğü soykırım savaşı, dünya Yahudilerinin bir kısmında Holokost'un (Nazilerin Yahudi soykırımı) hatırlanmasına ve İsrail’in Filistinlilere karşı Nazilerin Yahudilere karşı izlediği politikanın aynısını izlediği, bu devletin kendileri ve yaşadıkları ülkeler için siyasi, ahlaki ve güvenlik yükü haline geldiği izlenimi uyanmasına yol açtı. ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya'da önde gelen Yahudi isimlerin yanı sıra Yahudi aydınlar, sanatçılar ve akademisyenler tarafından yapılan tarafından açıklamalarda ve Yahudilerin bu ülkelerde Gazze’deki savaşa karşı düzenlenen protesto gösterilerine katılmaları sırasında okunan bildirilerde İsrail'in Yahudileri ya da tek başına Holokost'u temsil ettiği iddiası ve antisemitizmi İsrail karşıtlığıyla bir tutulmasına karşı çıkıldı.
Filistin tarafında ise Nekbe'ye (İsrail güçlerinin Filistinlilere ait yüzlerce köy ve kasabayı yok ettiği Büyük Felaket) rağmen İsrail'in bu halkın varlığının üstesinden gelememiş ve onları siyasi haritadan silememiş gibi görünüyor. Hatta bu savaş Netanyahu hükümetinin isteklerinin aksine, elbette Batı vizyonuna göre olmak kaydıyla bağımsız bir Filistin devleti kurulması ve Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı verilmesi fikrini, özellikle de sadece Filistin-İsrail çatışmasından çıkış yolları bulmak için değil, aynı zamanda İsrail'in bölgedeki varlığını normalleştirmek için de bir anahtar olarak yeniden gündemin üst sıralarına taşıdı. Hatta ve hatta Hamas'ın çabalarının Arap ülkelerinin ve uluslararası kamuoyununun nazarında yeni Nekbe'den sonra Filistin'in durumunu yeniden düzenlemek için en uygun merci haline gelen Filistin Yönetimi'nin konumunu güçlendirdiği ya da başka deyişle normalleştirdiği bile söylenebilir. Hani derler ya: “Bazen rüzgarlar gemilerin istemediği taraftan eser.”
*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.