Nebil Fehmi
“Ne yazık ki bu tehlikeli göstergeler, başkalarıyla siyasi bir arada yaşamanın reddedilmesiyle Orta Doğu'ya kadar uzandı. İsrail tarafının Filistin kimliğini yalnızca siyasi kimlik açısından değil, aynı zamanda toplumsal kimlik açısından da ortadan kaldırmaya yönelik açık girişimleri de bunu yansıtıyor.”
Son aylarda birçok toplantı ve konferansta Ukrayna savaşı, Ortadoğu'daki durum ve Gazze'de tanık olduğumuz soykırım girişimleri çerçevesinde uluslararası sistemin geçirdiği dönüşümler ve istikrarından bahsediliyor. Bu toplantı ve konferanslara bizzat katılım ya da kendisi hakkında bilgi alma yoluyla, yasakların tehlikeli bir şekilde ihlal edildiğini, hem Doğu hem de Batı bloğunda yer alan ülkelerin pozisyonlarında bariz ve tuhaf çelişkiler görüldüğünü takip ediyorum. Bu bende uluslararası sistemin temellerinin ve kurallarının içerik ve biçim açısından asgari düzeyde bile saygı ve ilgi görmediği, şiddetli huzursuzlukların ve ciddi tehlikelerin yaşanacağı bir döneme girdiğimiz hissini uyandırdı.
Uluslararası sistemin Avrupa ve Ortadoğu arenalarının ötesine uzandığına dair kesin inancıma ve her zaman sonuçların genelleştirilmesinden veya tahminlerin abartılmasından kaçınmaya özen göstermeme rağmen, Ukrayna ve Gazze olaylarında yaşanan gelişmelerin, içerisinde son derece tehlikeli ve çalkantılı bir dönemeçte olduğumuzun sinyallerini taşıyor olmasından derin endişe duyuyorum. Bu sinyallerin en önemlilerinden biri, ülkeler arasındaki ilişkilerin seyrinin sıfır toplamlı oyun ve denklemler (zero sum game) olarak adlandırılan, tarafların karşı tarafa karşı tam zafer kazanmaya çalıştığı bir yöne geri dönmesidir.
Rusya, Batı'nın eğilimlerine tepki olarak Ukrayna'yı işgal ederek hata yaptı, süper güç ve ihlalleri kavramına göre hareket etti. Batı, tamamen durmuş olan diplomasi yerine askeri çatışmaya öncelik vererek bir hata yaptı. Nitekim Rusya ile diyaloğa girmeyi, hatta çoğu forumda temsilcileriyle birlikte bulunmayı reddediyor. Her ikisi de Batı-Rusya çatışmasının varoluşsal hale geldiğini düşünüyor. Bu çatışmada Batı, uluslararası toplumda büyük bir ülke olarak Rusya ile bir arada yaşamayı reddediyor ve ona diz çöktürmek, siyasi ve ekonomik olarak orta ölçekli bir ülke rolünü kabul ettirmek istiyor. Diğer tarafta Rusya, Batı'nın tüm hamlelerinin bu hedefe ulaşmaya ve Batı hegemonyasını güvence altına almaya yönelik entegre bir plan çerçevesinde olduğuna inanıyor. Şu anda her bir tarafın diğerine dair bakış açısında açık bir çelişkinin ve diğeriyle birlikte yaşama ve barışçıl siyasi rekabete yönelik azalan arzunun yönettiği bir çatışmanın içinde bulunuyoruz.
Bazıları hemen Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarından beri uluslararası ilişkilerin her zaman bir galibi ve bir kaybedeni olduğuna dikkati çekebilirler, ancak bu eksik bir özettir. Soğuk Savaş sırasında bile güç dengesi teorileri, rakip devletlerin ayakta kalmalarına ve onlar ile bir arada var olma varsayımlarına dayanıyordu. Soğuk Savaş Batı bloğunun lehine sonuçlandığında, tanınmış nüfuz alanlarına ve başkalarının çıkarlarına en azından geçici olarak saygı gösterildi. Güç dengesi tamamen Batılı ülkeler lehine ve diğer bloğun aleyhine çökene kadar ve hatta Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra bile bir arada yaşama, en azından resmi olarak devam etti. Nüfuzunun büyük ölçüde azalmasına rağmen, Rusya'ya 1991'de Madrid Barış Konferansı'na ev sahipliği yapması davetinde bulunulması bunun kanıtıdır. Nüfuz alanlarının etrafındaki resmi olmayan bariyerler kaldırılıncaya ve Ukrayna çatışmasının işaretleri hazırlanıncaya kadar, göreceli bir arada yaşama devam etti. Son zamanların en tehlikeli uluslararası göstergelerinden biri de uluslararası ilişkilerde artan militarizasyondur. Bu tehlikeli gösterge, en tehlikeli ve öldürücü silahlar olan nükleer silahlara sahip olmanın ve kullanımının haklı gösterilmesini, sadece caydırıcı bir silah değil, askeri operasyonların gereklerine göre operasyonel olarak kullanılabilecek bir silah olduğu gerekçesinin kullanılmasını, bir tarafın kullanmakla tehdit etmesini, diğerinin ise bu silahları karşı tarafın sınırlarına yakın bir yere konuşlandıracağını söyleyerek karşılık vermesini kapsıyor.
Nükleer silahın Japonya'ya karşı kullanıldığını, nükleer silaha sahip ülkelerin her zaman nükleer silahların askeri çatışma ve savaşlara karşı caydırıcı olduğunu söyleyerek övündüklerini herkes biliyor. Ancak BM'nin kuruluşundan bu yana nükleer alanda yaşanan gelişmeler ve olaylar, sınırlı istisnalar dışında tam tersi yönde oldu. Bu istisnaların en belirgin olanları Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İsrail ve İran'ın nükleer programıyla ilgili bazı çekincelerdir.
Soğuk Savaş sırasında bile Rusya ve ABD gelişigüzel bir şekilde nükleer silah kullanımı ile tehdit etmekten kaçındı. Stratejik silahların sınırlandırılması için çeşitli müzakereler yapıldı ve hatta nükleer silaha sahip devletler 3 Haziran 2022'de bir bildiri yayınlayarak "nükleer savaştan kaçınmanın ve stratejik riskleri azaltmanın en önemli sorumlulukları arasında olduğunu" teyit ettiler. "Nükleer bir savaş kazanılamaz ve bundan kaçınılmalıdır" diye eklediler.
Ne var ki, şimdi artık nükleer silahların meşru müdafaa için meşru bir araç olarak kullanılması tehdidi tekrarlanıyor. Bu konudaki konuşmalar, söz konusu silahların kullanılmasına karşı en iyi caydırıcının "karşılıklı imha tehlikesi" olduğu yönündeki yarı çılgın teorilerin ötesine geçiyor. Ukrayna savaşı bağlamında, Rusya'ya ve uluslararası sahnede önemli bir ülke olarak konumuna yönelik artan tehditler karşısında, taktiksel nükleer silah kullanma olasılığına defalarca atıf yapıldı. Rusya’nın Sözcüsü son olarak ülkesinin Polonya'da konuşlandırılacak her türlü NATO nükleer silahını hedef alacağını belirtti.
Ne yazık ki bu tehlikeli göstergeler, başkalarıyla siyasi bir arada yaşamanın reddedilmesiyle Orta Doğu'ya kadar uzandı. İsrail tarafının Filistin kimliğini yalnızca siyasi kimlik açısından değil, aynı zamanda toplumsal kimlik açısından da ortadan kaldırmaya yönelik açık girişimleri de bunu yansıtıyor. Filistinlilerin zorla yerlerinden edilmesi, Batı Şeria'daki İsrail yerleşim yerlerinin genişlemesi, İsrailli yetkililerin Filistinlileri zorla göç ettirmenin daha iyi olacağına ilişkin birçok açıklaması, yerleşimcilerin yerleşim yerlerinin gelecekte Gazze'ye doğru genişletilmesine yönelik arzularını dile getirmelerinin yanı sıra Batı Şeria'da yaşananlar yoluyla İsrail, toplumsal ve siyasi Filistin kimliğini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Buradaki amaç, ne Filistinlilerle müzakerelerde müzakerelerin gidişatını İsrail'in lehine çevirmek ne de sadece İsrail’in yanında bir Filistin devleti kurulması fikrini ortadan kaldırmak değil. Aksine, İsrail bağımsız veya işgal altındaki Filistin toplumuyla bir arada yaşamayı kabul etmediği için Filistin kimliğini tamamen yok etmeyi ve Filistin kişiliğini silmeyi amaçlıyor.
Bölge aynı zamanda nükleer silahların ve modern teknolojilerin kullanılması, nükleer silahlara sahip olunmasının meşrulaştırılması, bunların nükleer veya diğer öldürücü silahlara sahip olmayan toplumların aleyhine, güçlü tarafın kayıplarını sınırlamak için operasyonel olarak askeri denkleme dahil edilmesi tehdidinde de bir artışa tanık oluyor. Bu bağlamda İsrailli yetkililerin Gazze'de taktik nükleer silah kullanılması yönünde aleni ve açık çağrılarını duyduk. Eski Doğu Bloğu ülkelerinde bile bazı uzmanların, İsrail'in nükleer güce sahip olmasının etkili ve yararlı bir caydırıcı olduğunu, İsrail'i Hizbullah, Suriye ve İran’dan gelebilecek tehlikeli saldırılara karşı güvence altına alan bir savunma olduğunu açıkça iddia etmesi şaşırtıcı olabilir. Nitekim geçtiğimiz günlerde katıldığım toplantılardan birinde bu iddiayı bizzat duyarak şaşırdım ve şu yorumu yaptım; bu tehlikeli öneri, nükleer silah sahibi olmayan ülkelere karşı nükleer silah kullanılabileceğini üstü kapalı olarak kabul etmekte, ülkeleri bu silahları kullanmaya teşvik etmekte, tüm sonuçları ile birlikte nükleer silahların yayılması için ilave bir motivasyon oluşturmaktadır.
Bu satırları, uluslararası alanda ve Ortadoğu'da durumun uçurumun eşiğine geldiğine ve çok tehlikeli olduğuna dair endişe verici bir uyarıyla bitiriyorum.