Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
TT

Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)

Macid Kayali

Aynı büyüklükte ve etkide tarihsel olaylar, farklı koşullara ve verilere rağmen şu ya da bu şekilde tekrarlandı. Buradaki ders, aktörün gücünü abartmasında, hesaplanmamış bir hareketinden kaynaklanan felaket niteliğindeki yansımaları ve olumsuz tepkileri öngörememesinde veya tahmin edememesinde yatmaktadır.

Bunun uluslararası düzeydeki bir örneği, Japon ordusunun Pearl Harbor'a ani saldırısı (1941/Hawaii) ve limanda bulunan Amerikan deniz filosunu yok etmesidir. Ancak bu ezici zafer, Japonya halkı için bir felakete dönüştü. Zira ABD’nin savaşa girmesi, savaşı Müttefiklerin lehine sonlandırmak için atom bombasını kullanması ve Japonya'ya teslim olmayı dayatması ile İkinci Dünya Savaşı'nın seyrini değiştirdi.

Yine 11 Eylül 2001'de el-Kaide üyeleri uçakları kaçırıp New York'taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ait İkiz Kuleleri vurarak yıkmayı başardılar. Bu durum, eylemi Amerikan emperyalizmine ve onun adaletsiz politikalarına karşı bir intikam olarak gören başta Arap dünyası olmak üzere tüm dünyada pek çok duygu uyandırdı. Ancak ABD, kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Felakete dönüşen zaferlerin Arap düzeyindeki örneklerine gelince, Haziran 1967 savaşından ve özellikle de Karama Muharebesi'nden (1968) sonra Ürdün’de Filistin ulusal hareketinin yükselişine tanık olduk. Bu yükseliş öyle bir noktaya vardı ki Filistinli örgütler kendilerini otorite olarak görmeye, hatta bazı kesimler “direnişin otoritesinden başka otorite yok” sloganı atmaya başladılar. Bu da Eylül 1970 olaylarının patlak vermesine yol açtı ve bunun sonucunda da Filistin ulusal hareketi bu ülkeden ihraç edildi, Filistinli mültecilerin en yoğun olduğu bölgede faaliyet göstermekten mahrum kaldı.

ABD, 11 Eylül'de kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Sorun şu ki, aynı şey Lübnan'da da (70'lerin ortalarından itibaren) tekrarlandı. Filistin ulusal hareketinin nüfuzu öyle büyüdü ki devlet içinde devlet haline geldi. Bu, (diğer nedenlerin yanı sıra) Lübnan iç savaşının patlak vermesine yol açtı ve böylece Suriye ordusunun Lübnan'a girişini meşrulaştırdı, kolaylaştırdı. Bunun sonucunda Lübnan Suriye rejiminin kontrolü altına girdi. Bu durum şu ana kadar devam eden tüm feci etkileri ile daha sonra Lübnan'ın Hizbullah aracılığıyla İran rejiminin kontrolü altına girmesiyle devam etti.

Böylece Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Aynı bağlamda, pek çok kişi Saddam rejiminin Kuveyt'i işgalini (1990) Irak ordusunun ve Arap milliyetçiliğinin bir “zaferi” olarak değerlendirmekte gecikmedi. Ancak bu aceleci, yüzeysel duygular, Irak için halen etkilerinden kurtulamadığı büyük bir siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik felakete yol açtı. Buna bir de Kuveyt ve Arap-Arap ilişkilerine olumsuz yansımaları eklendi.

2006'da Hizbullah iki İsrail askerini esir aldı. İsrail buna, güney Lübnan köyleri ile Beyrut’un güney banliyösünü yerle bir eden bir savaş ile karşılık verdi. Savaş 1.200 Lübnanlının ölümüyle sonuçlandı. Öyle ki Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, böyle bir tepki ile karşılaşacağını bilseydi Hizbullah’ın bu eylemi gerçekleştirmeyeceğini vurguladı. Ancak Hizbullah, bu savaştan yararlanarak Lübnan'a hakim oldu ve Suriye devrimi patlak verdiğinde silahlarını Suriyelilere karşı kullandı.

Suriye deneyimi belki de felaket getiren zaferlerin en sert,  tehlikeli ve en yakın tarihli deneyimiydi, çünkü muhalefet, özellikle de silahlı örgütler, Suriye'nin yarısını kontrol ettiklerini ve rejimi yenilgiye uğratmanın eşiğinde olduklarını, geriye sadece harekete geçme saatini belirlemelerinin kaldığını düşünüyorlardı. Ancak bu sadece aceleciliği, siyasi saflığı ve gerçeklerden, Arap ve uluslararası verilerden kopukluğu gösteriyordu. Zira rejim kaldı ve Suriyelilerin yarısı yerinden edildi.

Filistin-İsrail çatışması düzeyinde de pek çok örnek var. 1981'de Lübnan-İsrail sınır cephesi, Fetih ile İsrail arasında, İsrail yerleşim yerlerinin sakinlerinden boşaltılmasıyla sonuçlanan bir roket savaşına sahne oldu. O zamanlar direniş liderleri yerleşim yerlerinin boşaltılmasını bir zafer olarak gördüler. Hatta o dönemde Fetih Merkez Komitesi üyesi olan (mevcut) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile "Zaferden yararlanmak" başlıklı özel bir kitapta bunu kaydederek, o roket savaşında elde edilen kazanımlara dikkat çekmişti. Sonunda, birkaç ay sonra İsrail Lübnan'ı işgal etti (1982) ve güçleri ve kurumlarıyla birlikte FKÖ'nün Lübnan'daki varlığına son verdi.

Bir dizi bombalı saldırı ve intihar eyleminin gerçekleştirildiği ikinci silahlı intifada döneminde (2000-2004), ilk halk intifadasından (1987-1993) farklı olarak, İsrail, tarihindeki en ağır ve en büyük can kayıplarını yaşadı (1.060 İsrailli). Hatta bir keresinde yalnızca bir ay içinde (Mart 2002) 130 İsrailli öldü. Buna bir de güvenlik açısından kendisini dokunulmaz ve güçlü bir caydırıcı devlet olarak gören bakışı dahil olmak üzere uğradığı manevi ve ekonomik kayıplar eklendi.  Ancak İsrail, tüm bunları özümseyerek, direnişin altyapısını zayıflattığı ve Batı Şeria'nın birbiri ile bağlantısını kestiği iki savaş (Savunma Duvarı ve Sağlam Yol) başlattı.  Daha sonra yerleşim yerleri inşasını teşvik ederek, Filistinlileri izole eden Ayrım Duvarı’nı, köprüleri  ve tünelleri inşa etti. Ardından Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmeyi pekiştirmek ve bu gerçeği Filistinliler için bir sorun haline getirmek için Gazze Şeridi'nden tek taraflı olarak çekildi ama ablukasını sürdürdü. Hikayenin geri kalanı ise biliniyor.

Yine Hamas, Ocak 2006'daki parlamento seçimlerini kazandıktan sonra, Haziran 2006’da Gazze sınırındaki Kerem Şalom Kapısı yakınındaki askeri bir bölgeden İsrail askeri Gilad Şalit'i esir aldı (2011'de takasla serbest bırakıldı). Bu başarılı bir eylemdi, ancak İsrail daha sonra Gazze'deki Filistinlilere misilleme saldırıları düzenleyerek 400'den fazlasını öldürdü. Dahası o tarihten itibaren Gazze Şeridi'ne uyguladığı ablukayı sıkılaştırdı.

Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Şimdi de Aksa Tufanı’nda Kassam Tugayı savaşçıları saatler süren bir operasyonla, büyük can kayıplarına yol açarak ve çok sayıda  kişiyi rehin alarak İsrail'e bir darbe indirmeyi, "yenilmez ordu" efsanesini yerle bir etmeyi başardı. Ancak İsrail bunu Filistinlilere karşı yaklaşık dokuz aydır devam eden ve Gazze'deki evlerin ve altyapının yüzde 70'ini yok eden bir imha savaşı başlatmak için bir fırsat olarak gördü. Dokuz ay içerisinde 200 binden fazla insan öldü, yaralandı, esir düştü ya da kayboldu. İsrail Gazze halkını yerinden etti, su, elektrik, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bıraktı. Filistinlileri bir korku ve sefalet içinde yaşattı. Şimdi saldırganlığın sona ermesi, İsrail ordusunun geri çekilmesi, Gazze’nin yeniden inşası ve sakinlerinin evlerine dönmesi isteniyor ki savaştan önce de durum böyleydi. Peki ama Gazze nasıl bir yere dönüştü? Yahut ondan geriye ne kaldı? Elbette Hamas savaştan belki sadece yüzde 30 etkilendi ama Gazze'deki Filistinliler yüzde 1000 etkilendi.

Bunlar ders çıkarılması gereken deneyimlerdir. Ancak burada, temennilere, kaderci bir ruha, meleklerin desteğine ya da iki ordu olarak savaşmaya değil, aksine dış verileri ve gerçek güç dengesini hesaba katan, kademeli olarak kazanımlar elde eden, düşmanın direnişin temeli olan halkı (şu veya bu örgüt değil) yormasından kaçınıp, düşmanı yormaya çalışan sorumlu bir mücadeleye dayandığı sürece, direnişin her biçiminin meşruiyetini vurgulamalıyız. Direnişin fedakarlıklar gerektirdiğini biliyoruz, ancak Filistin halkı yok oluş veya yerinden edilme kaderi ile de karşı karşıya bırakılmamalı. Zira İsrail'in gerçek hedefi budur.

Şimdi Hamas direndi ama Gazze'deki Filistinliler ezildi. Geçmişte rejimlerin “zaferi” hayatta kalıp kalmamalarına göre deklare edilirdi ve artık buna örgütlerin de dahil olmasından korkuyoruz. Peki Gazze'nin yok olmasına, halkının perişan ve çaresiz bir halka dönüşmesine yol açan bu tür "zaferler" varken, bu durumda yenilgi nedir?

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Libya: Hafter'in 2019 Anlaşması’nı benimsemesi olasılığı Doğu Akdeniz'de kartları karıştırıyor

Trablus'un 55 kilometre (34 mil) batısındaki liman ve Zaviye petrol rafinerisinin genel görünümü, 22 Ağustos 2013 (Reuters)
Trablus'un 55 kilometre (34 mil) batısındaki liman ve Zaviye petrol rafinerisinin genel görünümü, 22 Ağustos 2013 (Reuters)
TT

Libya: Hafter'in 2019 Anlaşması’nı benimsemesi olasılığı Doğu Akdeniz'de kartları karıştırıyor

Trablus'un 55 kilometre (34 mil) batısındaki liman ve Zaviye petrol rafinerisinin genel görünümü, 22 Ağustos 2013 (Reuters)
Trablus'un 55 kilometre (34 mil) batısındaki liman ve Zaviye petrol rafinerisinin genel görünümü, 22 Ağustos 2013 (Reuters)

Ömer Önhon

Libya lideri Muammer Kaddafi'nin 2011'de devrilmesinden sonra ülke, batıdaki (Trablus) Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile doğudaki (Tobruk) Temsilciler Meclisi'nin desteklediği Libya Ulusal Ordusu arasındaki bir iç savaşa sürüklendi.

Çatışma sırasında Türkiye, Trablus'un yanında durdu ve doğrudan müdahalesiyle, UMH'nin Ulusal Ordu’nun saldırısı altında çökmesini engelledi.

Daha sonra ateşkes sağlandı ve bir ulusal uzlaşma süreci başladı. Doğu ve batıdaki iki güç merkezi arasındaki süregelen ayrılığa rağmen, ateşkes yürürlükte kalmaya devam ediyor.

Son zamanlarda, 2019 yılında Trablus ile Ankara arasında imzalanan Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması nedeniyle Doğu Akdeniz'de Türkiye, Yunanistan, Mısır ve Avrupa Birliği arasında gerginlik yeniden tırmandı.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi'nin 2019 anlaşmasını onaylama olasılığı, başta Yunanistan olmak üzere birçok Doğu Akdeniz ülkesinde endişelere yol açtı.

Anlaşma, Libya ile Türkiye arasındaki deniz sınırlarını belirliyor ve Türkiye'nin kıta sahanlığı ile münhasır ekonomik bölgesinin batı sınırlarını çiziyor. Doğu Akdeniz'de uluslararası hukuk kapsamında tanınmış sınırlar bulunmuyor; bu sınırlar, devletler arasındaki anlaşmalar ve mutabakatlarla belirleniyor.

Ankara ile Trablus arasındaki anlaşmaya ek olarak, Mısır, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail de dahil olmak üzere diğer Doğu Akdeniz ülkeleri arasında başka deniz yetki alanları anlaşmaları da imzalanmış bulunuyor. Ne var ki bu anlaşmalarla belirlenen deniz yetki alanlarının ve sınırların çakışması durumunda zorluklar ortaya çıkıyor.

Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Mısır ile birlikte 2019 anlaşmasını gayrimeşru deklare etmişti.

O zamandan beri siyasi coğrafyada ve çeşitli taraflar arasındaki ilişkilerin niteliğinde önemli değişiklikler yaşandı. Türkiye, Trablus ile güçlü ilişkilerini sürdürürken, son dönemde iç savaş sırasında aşırı gerginlik yaşadığı Tobruk ve Halife Hafter ile ilişkilerini iyileştirmeye başladı.

Yunanistan'ın 2019 anlaşmasının sonuçlarına ilişkin iddialarına gelince, Türkiye bunları görmezden geldi ve önemsiz gördü. TBMM, Deniz Yetki Alanları Anlaşmasını 5 Aralık 2019'da onayladı ve anlaşma Birleşmiş Milletler'e resmen bildirildi

Bu yakınlaşmanın bir parçası olarak, Temsilciler Meclisi Başkanı Akile Salih, Halife Hafter'in oğlu ve Libya Ulusal Ordusu Kara Kuvvetleri Komutanı Saddam Hafter ve Hafter güçlerinin birkaç üst düzey komutanı son aylarda Ankara'ya resmi ziyaretlerde bulundu.

Türkiye'nin Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi diğer bölgesel taraflarla ilişkilerini etkileyen derin siyasi krizin sona ermesi de Tobruk ve Ankara arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesinde önemli bir etken oldu.

Yunanistan'ın 2019 anlaşmasının sonuçlarına ilişkin iddialarına gelince, Türkiye bunları görmezden geldi ve önemsiz gördü. TBMM, Deniz Yetki Alanları Anlaşmasını 5 Aralık 2019'da onayladı ve anlaşma Birleşmiş Milletler'e (BM) resmen bildirildi.

Asıl anlaşma daha sonra Ankara'ya Libya karasularında petrol ve doğalgaz arama hakkı tanıyan ek uzatmalarla desteklendi.

dfvgthy
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan (sağda) ve Libya UMH Başbakanı Abdulhamid Dibeybe, 12 Nisan 2021'de Ankara'daki Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşen görüşmenin ardından düzenlenen imza töreninde fotoğraf çektiriyor (AFP)

Yunanistan ve diğer bazı tarafların ileri sürdüğü iddia ve itirazlar karşısında Libya, 27 Mayıs 2025'te BM'ye sözlü bir nota gönderdi ve bu nota 1 Temmuz'da resmen yayımlandı. “Akdeniz'deki kıta sahanlığının dış sınırlarını” gösteren bir haritanın eşlik ettiği notada, Türkiye ile 2019 yılında imzalanan mutabakat zaptının “uluslararası hukuka dayalı adil bir çözüm” olduğu vurgulandı.

Notada “ne Yunanistan'ın ne de Mısır'ın, uluslararası hukuka uygun olarak Libya ve Türkiye arasında belirlenen deniz alanlarında egemenlik haklarına sahip olmadığının da altı çizildi.

Yunanistan, 2019 tarihli anlaşmanın Girit'in varlığını görmezden geldiğini iddia ederek, egemenlik haklarının ihlali olarak gördüğü bu durumdan derin endişe duyduğunu ifade ediyor

Libya, 20 Haziran'da BM'ye tutumunu yineleyen, Yunanistan'ı, 2019 anlaşmasının kapsadığı bir alan olan Girit'in güneybatısındaki iki deniz bloğunu Exxon Mobil Şirketi’ne kiralayarak egemenlik haklarını ihlal etmekle suçlayan ek bir muhtıra sundu.

Benzer bir bağlamda, Avrupa Konseyi, 26 Haziran'da düzenlediği toplantıda, deniz anlaşması ve Libya'dan Avrupa Birliği'ne yönelik göç akımlarını ele aldı. Bu iki konu, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İtalya'nın talebi üzerine gündeme alındı.

AB liderleri, Libya kaynaklı göç akımları konusundaki endişelerini dile getirerek, bunların Avrupa güvenliği üzerindeki olası etkileri konusunda uyardılar. Ayrıca, Türkiye ile Libya arasındaki deniz anlaşmasının üçüncü ülkelerin egemenlik haklarını ihlal ettiği, deniz hukuku hükümlerine aykırı olduğu ve bu ülkeler için hukuki sonuçlar doğuramayacağı değerlendirmesinde bulundular.

tyjuk
Libyalı askeri komutan Halife Hafter, 5 Eylül 2024'te Libya'nın güneyindeki Sabha kentinde ülkenin kalkınması ve yeniden inşası konulu bir konferansta (AFP)

Türkiye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Öncü Keçeli ise, anlaşmanın uluslararası hukuk kapsamında tam meşruiyete sahip olduğunu vurgulayarak, Avrupa Konseyi'nin kararlarını reddetti.

Libya Parlamentosu da, Avrupa Konseyi'nin kararlarını sert ifadelerle reddeden bir açıklama yayınlayarak, uluslararası anlaşmalar yapma yetkisinin yalnızca Libya'nın anayasal organlarına ait olduğunu ve ülkenin dış politikasına dışarıdan herhangi bir yönlendirme girişiminin kabul edilemez bir ihlal olduğunu vurguladı.

Yunanistan, egemenlik haklarının ihlali olarak gördüğü bu durumdan derin endişe duyuyor ve 2019 tarihli anlaşmanın Girit'in varlığını göz ardı ettiğini iddia ediyor. Yunanistan Dışişleri Bakanı Giorgos Gerapetritis, Türkiye-Libya anlaşmasını “temelsiz, geçersiz ve uluslararası hukuka aykırı” olarak nitelendirdi.

Mısır'ın Yunanistan'ın tutumuna katılması veya Ankara ile yeniden gerginlik yaşaması pek olası değil. Türkiye-Mısır ilişkilerinin mevcut durumu, iki ülkenin olası herhangi bir anlaşmazlığa diplomatik çözümler aramaya devam etmesine olanak tanıyor

Yunanistan Dışişleri Bakanı, Türkiye'nin Libya'daki etkisini dengelemek ve daha fazla diplomatik kazanım elde etmek, ayrıca Libya Temsilciler Meclisi'nin deniz yetki alanı anlaşmasını onaylamasını engellemek için iki ardışık ziyaret gerçekleştirdi. Ek olarak, Libya ile iki ülkenin münhasır ekonomik bölgelerinin sınırlarını belirleyecek bir anlaşma imzalamaya çalıştı. Bu anlaşma, onaylanması halinde Yunanistan’a Türkiye-Libya anlaşmasına itiraz etme konusunda yasal bir zemin sağlayacaktır.

Yunanistan Dışişleri Bakanı ilk ziyaretini 6 Haziran'da Bingazi'ye gerçekleştirdi. Burada Doğu Libya’nın komutanı Halife Hafter, Yunan heyetini güçlerinin Racma'daki karargahında kabul etti. Gerapetritis daha sonra 15 Temmuz'da tekrar Libya'yı ziyaret etti ve bu kez Trablus’taki yetkililer ile temaslarda bulundu.

Yunanistan Dışişleri Bakanı, Trablus'ta Cumhurbaşkanlığı Konseyi Başkanı Muhammed Menfi ve Başbakan Abdulhamid Dibeybe ile bir araya geldi. Görüşmeler, verimli olarak nitelendirildi ve iki tarafın özellikle ekonomik, ticari ve kültürel alanlarda ortak iş birliğini destekleme ve güçlendirme yollarını, göç ve deniz yetki alanlarını belirleme konularını ele aldığı belirtildi. Ne var ki bilgi sahibi kaynaklar, Yunanistan'ın deniz yetki alanı anlaşması imzalama önerisi konusunda herhangi bir ilerleme kaydedilmediğini ve Yunan tarafını tatmin edecek olumlu bir göstergenin görünmediğini bildirdi.

8 Temmuz'da, yani Yunanistan Dışişleri Bakanı'nın Trablus ziyaretinden birkaç gün önce, Doğu Libya'da yerel yetkililerin resmi bir ziyarette bulunan bir Avrupa Birliği heyetini geri göndermesi dikkatleri çekti. Heyette Yunanistan Göç Bakanı Thanos Plevris, İtalya ve Malta'dan mevkidaşları, AB İçişleri ve Göç Komiseri de yer alıyordu.

Buna paralel olarak Yunanistan, Tobruk ile yakın ilişkileri olan Mısır ile de görüşmeler yürütüyor. Yunanistan Dışişleri Bakanı, Mısırlı mevkidaşı Bedir Abdulati ile 4 Haziran'da Kahire'de bir araya geldi. Toplantının amaçlarından biri, Mısır'dan Halife Hafter'i 2019 anlaşmasını onaylama planlarını sürdürmemeye ikna etme talebinde bulunmaktı.

Türkiye ve Mısır, Libya meselesiyle ilgili olarak karşılıklı meydan okumalarda bulunmuş ve aralarındaki gerginlik, iki ülke güçleri arasında doğrudan bir çatışma olasılığı konusunda endişelere yol açmıştı, ancak böyle bir çatışma yaşanmadı. Kahire, Libya ve Türkiye arasındaki Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması konusunda çekincelere sahip olsa da, Yunanistan'ın tutumuna katılması veya Ankara ile yeni bir gerginliğe girmesi pek olası görünmüyor. Türkiye-Mısır ilişkilerinin mevcut durumu, iki ülkenin olası anlaşmazlıklara diplomatik çözümler aramaya devam etmesine olanak tanıyor.

Brüksel'de ise Yunan diplomatlar, Avrupa Birliği'ni rakiplerine baskı yapmaya zorlamaya yönelik her zamanki çabalarını sürdürüyorlar. Atina'nın eylemleri hızlanmış gibi görünse de, Libya ve Türkiye arasındaki hakim eğilim, iş birliğini güçlendirme ve ilişkileri iyileştirme yönünde olduğundan, olayların gidişatını durdurmaları pek olası değil. Bununla birlikte, Yunanistan artık Türkiye'nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde bir baskı aracı olarak kullanabileceği yeni bir koz elde etti.