İran Dini Lideri düşman ABD ile diyaloğun kapısını açıyor

Rejimin liderliğinin pozisyonlarında yeni bir rasyonalizm aşamasının belirtileri açıkça ortaya çıkmaya başladı

İran Dini Lideri (solda) ve Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan (Reuters)
İran Dini Lideri (solda) ve Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan (Reuters)
TT

İran Dini Lideri düşman ABD ile diyaloğun kapısını açıyor

İran Dini Lideri (solda) ve Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan (Reuters)
İran Dini Lideri (solda) ve Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan (Reuters)

Hasan Fahs

Yeni hükümetin çalışmalarına başlamasının ardından İran rejiminin Dini Lideri Ali Hamaney ile kabinesi, yürütme ve siyasi ekibiyle birlikte Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın bir araya geldiği ilk toplantının, bir sonraki aşamanın yol haritasını çizdiği söylenebilir. Dini Lider ayrıca bu ekibin gayretlerinin ve ekonomik, sosyal, politik, bilimsel ve hatta diplomatik düzeydeki eylem planının temelini oluşturması gereken ve 13 madde şeklinde sıraladığı önceliklerini de belirledi.

Dini Liderin konuşmasında ekonomi ve ülke içinde reform yönlerine ve İran'ın yaşadığı krizlerin, özellikle de ekonomik krizlerin çözümüne odaklanılması gerektiğine net bir şekilde odaklanıldı. Ancak Dini Lider'in değindiği ve herhangi bir reform ve kurtarma süreci için temel ve önemli bir anahtar teşkil edebilecek sondan bir önceki nokta, sonuçları ve uluslararası toplumla diyalog ile olan bağlantısı açısından açık ve netti.

Rejimin Dini Lideri, düşmanla diyaloğun, rejimin dış güçlerle mücadele politikasının dayandığı ilke ve prensiplerle çelişmediğini belirtti. Bu pozisyon, netliği ve dolaysızlığı açısından türünün ilk örneği olabilir. Bu tanımlama ile kastedilenin, İran İslam rejiminin ve devriminin düşmanları listesinde İsrail'den sonra ikinci sırada yer alan ABD ile diyaloğun mümkün olduğu imasından uzak olmadığına dair bu kadar açık ve doğrudan ilk pozisyon olabilir. 

Dini Lider hükümete, özellikle diplomatik düzeyde ve dış ilişkilerde çalışmalarının başında açık ve net direktifler verdi. Cumhurbaşkanı ve yeni Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'nin, yeni hükümetin tüm güçler ve taraflarla diyaloğa açık olduğu ve nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılması ve yaptırımların sona erdirilmesi için çalışması konusunda benimsedikleri pozisyonlara atıfta bulundu. Tüm bunlar, bu pozisyonların rejimin benimsediği yüksek politikaların genel çerçevesiyle tutarlı olduğu ve bu sürecin gelişiminin bu politika ve emellerle çelişmediği anlamına geliyor.

Yeni hükümetin ABD ile diyalog imkânı konusunda ciddi adımlar atmasının önünü açan bu yeşil ışık, rejim liderliğinin pozisyonlarında belirtileri açıkça ortaya çıkmaya başlayan yeni bir rasyonalizm aşamasına işaret ediyor. Özellikle de cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında aday Pezeşkiyan'ın sonuçlar açıklanıp cumhurbaşkanı ve rejimin iç ve dış politikalarının uygulanmasından sorumlu yürütme otoritesinin başı ilan edilmeden önce benimsediği sloganlara derin devlet çevrelerinin katı ve karşıt bir tavır almadığı göz önüne alındığında. Dini Lider daha önce eski cumhurbaşkanı İbrahim Reisi liderliğindeki bir önceki hükümete de bu yeşil ışığı yakmıştı fakat hükümet bu fırsatı değerlendiremedi ve bu diyaloğu reddeden ideolojik pozisyonlara ve gruplara boyun eğdi.

Yeni hükümetin veya yürütme otoritesinin yaptırımlar çemberinden çıkmak için diyaloğa öncelik verme konusunda ısrar etme arzusu ile Dini Lider'in bu diyaloğun mümkün olduğuna ilişkin olumlu tutumunu tekrarlaması arasındaki yakınlaşma mutlak değildi. Tam aksine Dini Lider, bu konuya rejimin genel duruşuna uygun olacak kısıtlamalar getirmeye çalıştı. Bu nedenle de şunu vurguladı: “bu hükümet düşmana umut bağlamamalıdır ve düşmanın ne yapacağını görmek için beklemelidir. Elbette bu, hükümetin düşmanla bir aşamada ilişkilerde bulunmasıyla çelişmiyor ama sorun şu ki, ona (düşmana) umut bağlamamalı ve güvenmemeliyiz.”

Bu yaklaşımın temelinde, Dini Liderin ABD ile diyaloğun ciddi bir şekilde yeniden başlatılması anlamına gelen hükümetin diyalog sürecini başlatmasının önünü açma yönündeki ciddi niyetinin olduğu görülüyor. Bu temel ve niyet, eski dışişleri bakanı Muhammed Cevad Zarif'in hükümet ekibine dönmesi ve stratejik meselelerden sorumlu cumhurbaşkanı yardımcılığı görevinden istifa etmeden önce kendisine verilen görev ile de ifade buldu. Zarif, eski yardımcısı ve şimdiki Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ile bu diyaloğa ve müzakerelere liderlik edecek bir ekip oluşturdular.

Bu nedenle, bir sonraki aşamanın gerekliliklerine ilişkin tahminler ve İran müzakere ekibinin uygulamak zorunda kalacağı mekanizmalar, Dini Lider tarafından çizilen ve başlatılması için yeşil ışık yakılan genel çerçeveyle tutarlı olmalıdır. Bu, bir sonraki aşamanın, hızla ama acele etmeden İranlı müzakereci ile Amerikalı müzakereci arasında doğrudan diyaloğa geçebileceği anlamına geliyor ve bu müzakereler ilk aşamada nükleer anlaşma kriziyle ilgili konular ve İran'ın ekonomik yaptırımlar çemberinden çıkarılmasına yönelik mekanizmalarla sınırlı kalabilir.

İran müzakere ekibinin bu aşamada müzakerelerin kapsamını bölgesel dosyaları da kapsayacak şekilde genişletme yetkisi olmayabilir. Özellikle de İran'ın bu müzakere sürecine girme konusundaki tutumunun hâlâ rejimin üst düzey ve askeri liderlerinin Hamas Siyasi Büro başkanı İsmail Heniyye'ye düzenlenen suikasta, bunun sonucunda İran'ın egemenliği ile ulusal güvenliğinin maruz kaldığı ihlale yanıt verme konusundaki kararlı adımıyla bağlantılı göründüğü göz önüne alındığında. Nitekim Dini Lider, hükümet ile görüşmesinde bununla ilgili bulunduğu tek imada, İran'ın güçlerinin boyutlarından biri olarak kabul edilen İran'ın stratejik derinliğine ve bölgesel gücüne odaklandı.

Tahran ile Washington arasında doğrudan diyalog aşamasına geçmek, iki taraf arasında, özellikle de İran tarafında ilişkilerin normalleştirilmesi sürecine gitmek anlamına gelmiyor. Bu da diyaloğun, nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılması ve yaptırımların kaldırılmasıyla ilgili tartışmalı konularda çözüme ve bu anlaşmada yapılması beklenen değişikliklerin niteliği konusunda uzlaşıya varmak amaçlarıyla sınırlandırıldığı anlamına geliyor. Kaldı ki, Arakçi de daha önce 2015’teki anlaşmanın olduğu gibi yeniden canlandırılmasının zorluğuna işaret etmişti.

Tahran ile Washington arasındaki ilişkilerin en azından konsolosluk düzeyinde yeniden canlandırılması çağrısında bulunan seslerin varlığına rağmen, bazı konularda düşmanla diyalogdan bahseden Dini Lider'in tutumundan net olarak anlaşılan, bu adımı, iki tarafın bir sonraki aşamada aralarındaki güven duvarını yeniden inşa edebilme becerisiyle doğrudan bağlantılı kılıyor.

Dini Lider ile Cumhurbaşkanı ve hükümet arasındaki görüşmede dikkat çekici olan husus, İran'ın İsrail saldırısına yanıtıyla ilgili herhangi bir konuşmanın geçmemesidir. Her ne kadar Cumhurbaşkanı, Yüksek Milli Güvenlik Kurulu'nun başkanlığını yürütüyorsa da bundan hiç bahsedilmemesi, açıkça Dini Lider'in bu hükümetten beklenen önceliklerin altını çizmeye ve hükümetin veya yürütme otoritesinin yetki alanına girmeyen askeri ve güvenlik meseleleri ile hükümetin yetkisindeki dahili, diplomatik ve ekonomik meseleleri ayırmaya çalıştığı anlamına geliyor. İran’da askeri ve güvenlik meseleleri, Dini Lidere bağlı ve genel komutanı olduğu askeri ve güvenlik teşkilatı ile koordinasyon içinde Dini Liderin münhasır yetkileri kapsamına giriyor.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.



İnsanoğlu nasıl neredeyse “her şeyden” korkar oldu?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

İnsanoğlu nasıl neredeyse “her şeyden” korkar oldu?

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

Abdusselam Binabdali

Fransız estetik felsefecisi Paul Virilio'ya bir röportajında ‘korku yönetimi’ terimiyle neyi kastettiği sorulduğunda “Sanırım bu terimi kullanmamın iki anlamı var. Bunlardan birincisi, korkunun artık bir ortam, bir çevre, bir dünya olduğu, bizi işgal ettiği ve endişelendirdiği” yanıtı verdi.

Geçmişte korku, savaşlar, kıtlıklar, salgın hastalıklar gibi çoğunlukla zamanla sınırlı, belirli, tanınabilir olaylarla ilişkili bir olguydu. Bugün ise bizi kucaklayan ve bir tür klostrofobi içinde sıkıştıran, bulaşıcı borsa krizleri, tanınmaz hale gelen terörizm, birden ortaya çıkan bir pandemi, ‘mesleki’ intiharlar gibi sınırlı, doymuş, küçülen dünyanın kendisidir. Korku ‘makro’ anlamda dünya ve paniktir. Ancak korku yönetimi aynı zamanda devletlerin korkuyu dönüştürme, örgütleme, yönetme, siyasete dönüştürme eğiliminde olduğu anlamına da gelir. Korku yönetimi, toplumsuz ve polissiz siyasettir. İnsanları artık kendilerini evlerinde hissedecekleri bir yer olmadığı, her yerde kendilerini rahatsız hissettikleri ve var olmayan bir yerin hayalini kurdukları yönetme şeklidir.

Korku bir yönetim aracıdır

Modern dünyada korku artık sadece yanılsamalar tarafından üretilebilen belirli bir bireyle ilgili bir duygu değil, sahte bir gerçekliği dayatan, bir ‘devlet’ ve bir idari aygıt haline gelen bir kamu gücü anlamına geliyor. Ayrıca yöneticilerin yatırım yapma ve kullanma eğiliminde olması ve bunu bir politikaya dönüştürmesi anlamında alınan bir ‘önlem’dir.

Korku, sahte bir gerçekliği dayatan, bir ‘devlet’ ve bir idari aygıt haline gelen bir kamu gücü anlamına geliyor. Ayrıca yöneticilerin yatırım yapma ve kullanma eğiliminde olması ve bunu bir politikaya dönüştürmesi anlamında alınan bir ‘önlem’dir.

Koronavirüs (Kovid-19) pandemisi krizinin ortasında, bazı Avrupa halklarının iktidardaki yetkililer tarafından alınan bazı önlemlere nasıl direndiğine hep birlikte tanık olduk. Hatta bazıları, yetkililerin krizi ‘istismar ettiklerini’ düşünüyorlar. Hatta içlerinden biri ‘hayali bir düşman korkusunun politikacıların iktidarda kalmalarını sağlamak için ellerinde kalan tek şey’ olduğunu yazdı. Dolayısıyla, iktidardaki yetkililerin aynı anda iki cephede birden çalıştıklarını gördük. Bir yandan pandemi üzerinde çalışırlarken, diğer yandan temelde kötü yönetimleri nedeniyle kendilerini eleştirenlere sürekli yanıt vermeye çalışıyorlardı. Aslında buradaki bahis konusu her zaman kötü yönetim değil, bir tür ‘korku siyaseti’ ve bunun bir iktidar aracına dönüştürülerek kullanılmasıydı.

Korkuyu gerçek bir ‘yönlendirici ilke’ olarak gören Alman filozof Hans Jonas, günümüz dünyasında doğru düşünebilmek için, ister siyasi ister bilimsel olsun, herhangi bir kararın uygunluğunu değerlendirmeden önce korkuyla, özellikle de gezegenimizin yok olma korkusuyla başlanmasını tavsiye ediyor. Bir zamanlar bir yanılsama olan korku, artık temel, hatta kurumsallaşmış bir olguya dönüştü.

zhyjuk
Paul Virilio, Fondation Cartier'de Nancy Robbins'in Moma ve Uçak Parçaları adlı heykelinin önünde poz verirken (AFP)

Bir zamanlar korkular, kişinin yaşıyla ilişkilendirilir ve sadece bir yanılsama olarak görülürdü. Büyümek ve yetişkinliğe ulaşmak korkuların üstesinden gelmek demekti. Bugün ise korku, peş peşe yaşanan ayaklanmalar, milyonların ölümüne neden olan savaşlar, iklim değişikliği kaosu, mali piyasalardaki panik havası, gıda ürünlerindeki riskler, salgın hastalık tehditleri, ekonomik ve ahlaki çöküş, bekanın tehdit edilmesi ve hatta bugün gözlemlediğimiz gibi tek bir güç ya da sağ duyusunu kaybetmiş bir kişinin elinde oyuncak ettiği topyekûn bir savaş olasılığı olarak karşımıza çıkıyor. Tüm bunlar, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde insanoğlu tarafından tasarlandığı ve deneyimlendiği şekliyle geleneksel güç dengesini altüst eden bir korku kaynağı haline geldi.

Korkuların birikimi

Bu potansiyel, sadece bireyler düzeyinde değil, aynı zamanda birçok hükümetin dengesini kaybettiği bir siyasi panik halini de tetikledi. Böylece korku artık kişilikte olgunlaşmamışlık ve zayıflığa işaret eden özel bir psikolojik durum olmaktan çıkıp yaygın bir sosyal durum haline geldi. Freudyen psikopatiden hızla sosyopatiye geçtik. Günümüzde bazı düşünürler korkuyu sadece meşru bir duygu olarak değil, bundan da öte, terk edilmesi aptallık olacak ek bir kişilik özelliği ve ‘korkan kurtulur’ deyişindeki gibi bir bilgelik işareti olarak görüyorlar. Sanki korku ‘meşru bir hak’ ya da en azından insanın yenilenmesinin bir belirleyicisi haline gelmiş gibi.

Korku artık o kadar karmaşıklaştı ki kendini nesneleştirdi ve benmerkezci bir hal aldı. Buna ‘korkunun korkusu’ denir. Nerede ve ne zaman olursak olalım peşimizi bırakmayan bir korkudur.

Zamanımızın korkuları, kaynaklarının birikmesi ve çokluğu özelliklerine sahip. Bu özellikler karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiriyor. Yakın zamana kadar korkularımızı sınırlı ve belirli faktörlere bağlıyorduk. Bunları, bilimsel bilgimizin gelişimine dair umutlarımızın hayal kırıklığına uğramasına ve özellikle yirminci yüzyılın dünyada şiddet biçimlerine ve nükleer tehditlerin ortaya çıkışına tanık olmasından sonra, bilimin ilerlemeyi sağlama ve insanlığa güvenlik ve mutluluk getirmesine dair şüphecilikle ilişkilendiriyorduk.

Ancak bugün korkumuzun kaynağı artık nükleer ya da çevresel değil, bilginin ulaşılabilirliğidir. İletişim araçlarının, özellikle de bilgi aktarımının dolaysızlığından kaynaklanan bu durum, korkuyu ‘küreselleştirdiği’ ve duyguların küresel düzeyde senkronize edilmesine olanak tanıdığı için korkuyu küresel ortamın bir parçası haline getirmede önemli bir role sahiptir. Virilio'nun da kanıtladığı üzere bu, zaman ve mekanla sınırlı lokal bir durum değildir. Her an, bir terörist saldırı, bir doğal afet, bir salgın hastalık ya da kötü niyetli bir söylentiyle bağlantılı olarak ortaya çıkabilir. Gerçek duygulardan oluşan bir topluluk yaratır, duyguları normalleştirir ve bir ‘duygular komünizminin’ temellerini atarak farklı sosyal sınıflar tarafından paylaşılan ‘çıkarlar topluluğu komünizminin’ yerini alır.

Belki de bu güncel korkunun gerçek bir korku olup olmadığını sormak ya da daha çok bir kaygı mı, temelsiz bir korku mu, yoksa sadece bir tür fobi ya da içsel bir kaygının dışsal bir nesneye dönüşmesi mi olduğunu bilmek bile artık mümkün değil. Belki de bugün yaşadığımız korku, bu anlamlandırmaların ve yorumların her üçünü de kapsıyordur. Korku artık o kadar karmaşıklaştı ki kendini nesneleştirdiğini ve benmerkezci bir hal aldığını söyleyebiliriz. Buna ‘korkunun korkusu’ denir. Nerede ve ne zaman olursak olalım peşimizi bırakmayan bir korkudur. Bu, Virilio'nun koşulları şekillendirmede ve kontrol etmede olağanüstü güç gösteren üç büyük korku türü olarak tanımladığı; nükleer bomba ile terör arasındaki dengesizlikten kaynaklanan korku, terörizm ve bilgi bombardımanı arasındaki dengesizlikten kaynaklanan korku ve son olarak biyolojik bir bombanın patlamasıyla yaşanacak büyük bir çevresel felaket korkusunun ortaya çıkmasından beri böyledir.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.