Libya'da yeni bir 'iç savaş' türü: Artık mermiler değil, para konuşuyor

Ülkenin zenginliğini kontrol etme mücadelesi çerçevesinde yeni bir savaş türü yaşanıyor

Libya Merkez Bankası'nın Trablus'taki merkezinde nöbet tutan polis memurları, 27 Ağustos 2024 (AFP)
Libya Merkez Bankası'nın Trablus'taki merkezinde nöbet tutan polis memurları, 27 Ağustos 2024 (AFP)
TT

Libya'da yeni bir 'iç savaş' türü: Artık mermiler değil, para konuşuyor

Libya Merkez Bankası'nın Trablus'taki merkezinde nöbet tutan polis memurları, 27 Ağustos 2024 (AFP)
Libya Merkez Bankası'nın Trablus'taki merkezinde nöbet tutan polis memurları, 27 Ağustos 2024 (AFP)

Ben Fishman

Libya Merkez Bankası Başkanı Sıddık el-Kebir'in kendisine ve çalışanlarının güvenliğine yönelik tehditler nedeniyle ülkeden kaçması ve bankanın faaliyetlerinin fiilen durma noktasına gelmesinin ardından bankanın geleceğine ilişkin tartışmalar şiddetlenirken, Libya derin bir kaosun içine sürüklenmeye devam ediyor. Bu durum Libya'nın finansal sistemini tehlikeye atarken, ülkenin bankacılık sisteminin istikrarına yönelik uluslararası güveni de sarstı.

Libya’da bu kez geçmişte yaşanan iç savaşların aksine ülkenin önemli zenginliklerinin, özellikle de Merkez Bankası ve petrol üretim faaliyetlerinin kontrolü etrafında dönen bir mücadele yaşanıyor. Gayrimeşru olan yönetici sınıfı, bu kaynakları sömürerek kişisel çıkarları için ülkeyi daha fazla kaosa sürüklüyor. Uluslararası taraflardan istikrarı desteklemede etkili olabilecek müdahale gelmezken, bankacılık sistemindeki kriz geçici olarak çözülse bile, Libya'nın siyasi manzarası daha da kötüleşebilir.

Ülkenin istikrarına yönelik Birleşmiş Milletler (BM) tarafından desteklenen ve 2 Eylül'de açıklanan son girişim, Libya'nın siyasi kurumlarındaki karmaşık durumunu ortaya koydu. Merkez Bankası'nın geleceğine ilişkin anlaşmada, 2014 yılında seçilen Temsilciler Meclisi (TM), 2015 tarihli Libya Siyasi Anlaşması uyarınca kurulan Devlet Yüksek Konseyi (DYK) ve Başkanlık Konseyi yer aldı. TM ve DYK nadiren anlaşabilecekleri ortak bir zemin bulabildiklerinden anlaşmaya varmaları alışılmadık bir tablo ortaya çıkardı. Ancak bu kez Merkez Bankası'nın geleceği konusunda ortak bir zemin bulabildiler. Bu zeminde Sıddık el-Kebir yeniden Merkez Bankası Başkanlığına atanabilir ya da yeni bir geçiş süreci başlatılabilir.

xsdvf
Misrata'da bir banka şubesindeki Libya parası biriminden banknotlar (AFP)

Libya’da 2019-2020 iç savaşının ardından 2021 yılında, Libya Siyasi Diyalog Forumu'nun (LSDF) çıktılarından biri olan ve üç üyeden oluşan Başkanlık Konseyi, özellikle de yetkilerinin çoğunu iki yılı aşkın bir süre önce görev süresi dolan ve halen görevde kalmaya devam eden Ulusal Birlik Hükümeti'ne (UBH) ve UBH Başbakanı Abdulhamid ed-Dibeybe’ye devrettiği için etkisiz kalırken, son finansal krizin arkasında da Dibeybe’nin Kebir ile olan anlaşmazlığı yatıyor.

Ancak Sıddık el-Kebir'i ‘anayasal hakkı’ olduğu gerekçesiyle görevden alan Başkanlık Konseyi oldu. Bu şüpheli yasal iddiaya hemen itiraz edildi. Öte yandan Kebir’in yerine geçici olarak Abdulfettah el-Abdulgaffar atandı. 2 Eylül’de yeniden yapılandırılan Libya Merkez Bankası’nın X hesabından bankanın ‘her zamanki çalışmalarına geri döndüğü’ paylaşımı yapıldı.

Abdulgaffar, geçtiğimiz cuma günü düzenlediği basın toplantısında, hiçbir verinin gizlenmeyeceğini belirterek, ‘şeffaflık ve bankayla ilgili tüm verilerin denetleyici makamlara açıklanması’ sözü verdi. Her ne kadar yeni Libya Merkez Bankası artık fiziki merkezi ve SWIFT işlemlerini kontrol ediyor olsa da bankacılık krizine küresel olarak kabul gören bir çözüm bulunmadan, bankanın uluslararası ilişkilerinin normale dönmesi pek olası görünmüyor. Banka kamu sektörü çalışanlarının çoğunun maaşlarını dinar olarak ödeyebilse de daha geniş kapsamda bankacılık sistemi risk altında olduğundan, yerel para biriminin değeri muhtemelen düşmeye devam edecek.

Bankacılık krizine küresel olarak kabul gören bir çözüm bulunmadan, bankanın uluslararası ilişkilerinin normale dönmesi pek olası görünmüyor.

Libya'nın ulaşabileceği anlaşmalar yıllardır Halife Hafter, dış güçler ya da her ikisi tarafından engellendi. Hafter, Libya siyasi anlaşması için yapılan müzakereler sırasında, her defasında önerilere itiraz etmenin bir yolunu buldu. Onu destekleyen Batılı taraflar da en az onun kadar suçlu. Özellikle Hafter’in 2019 yılında Trablus'a başlattığı saldırı, onu desteklemenin boşuna olduğunu kanıtladı. Seçimlerin 2021 yılı sonlarında yapılması kararlaştırıldığında, Hafter'in adaylığı seçimlerin süresiz olarak ertelenmesine yol açan ana faktörlerden biriydi.

Mısır sürekli olarak Hafter'i desteklerken, Türkiye 2020 yılında Trablus'u Hafter’in saldırısından kurtarmak için müdahale etti. Ancak Hafter bugün en endişe verici ittifakını, özellikle Libya'nın petrol üretimini manipüle etmek söz konusu olduğunda, Libya'nın servetini kullanma fırsatının elinden kaçmasına izin vermeyecek olan Rusya ile kurmuş durumda.

Libya Ulusal Petrol Şirketi (NOC) tarafından yapılan açıklamaya göre ağustos ayı başlarında Halife Hafter'in oğlu Saddam Hafter, Libya'nın güneybatısındaki Şarara petrol sahasında üretimi durdurdu ve temmuz ayı sonlarında yaklaşık 1,3 milyon varil olan günlük üretimi 300 bin varil azalttı.

Şarara petrol sahasındaki petrol üretimi 24 Ağustos itibariyle günlük 600 bin varilin altına düşerken NOC, Halife Hafter'in Libya Merkez Bankasının kontrolünü ele geçirmek için kapattığı birçok sahada ‘mücbir sebep’ ilan etti. Ardından petrol üretimi günlük 300 bin varile geriledi. Şu an sadece ülkenin en batısında yer alan Vaha petrol sahası tam kapasiteyle çalışıyor.

sdevrgtbh
Libya'daki petrol kuyuları (Reuters)

NOC tarafından mücbir sebep ilan edilmesinin ardından, küresel petrol fiyatları yüzde 2-3 oranında yükseldi. OPEC+ çerçevesinde üye ülkelerin petrol üretiminde artışa gitmeleri ve Çin'in petrol talebinin azalması gibi diğer faktörler nedeniyle petrol fiyatları istikrara kavuşmuş olsa da Libya'nın petrol üretimindeki dalgalanmalar, üretim değişikliklerinin küresel petrol fiyatları üzerinde nasıl önemli bir etkiye sahip olmaya devam edeceğini gösterdi.

Bir enerji analiz firması, Vaha petrol sahasının düşük seviyelerde de olsa faaliyette kalması ve Arap Körfezi Petrol Şirketi (AGOCO) tarafından işletilen sahaların çalışmaya devam etmesi halinde, Libya’nın petrol üretiminin günlük 300 bin ila 400 bin varil civarında istikrar kazanmasını beklediğini açıkladı.

Diğer uzmanlar ise daha iyimserler ve krizin daha çabuk çözüleceğini düşünüyorlar. Bugün petrol istasyonları, talebi karşılayabilmek için stok petrolü kullanıyorlar. Ancak bu stok tükenmeye başladı ve tükendiğinde üretimin durmasının etkileri daha da belirginleşecek. Petrol sahaları kısa süre içinde yeniden faaliyete geçse bile hemen sonuç alınması mümkün değil.

Şarara petrol sahasındaki petrol üretimi 24 Ağustos itibariyle günlük 600 bin varilin altına düşerken NOC, birçok sahada ‘mücbir sebep’ ilan etti.

ABD şimdi daha önce yapılan ve Avrupa ülkeleriyle birlikte Libya'da istikrarın sağlanmasını engelleyen Libyalı ve uluslararası aktörler üzerinde yeterli baskı kuramadığı siyasi müzakerelerin aksine, Libya Merkez Bankası krizini ele almak için daha güçlü.

BM Libya Destek Misyonu (UNSMIL), Libya Merkez Bankası krizini çözmek üzere bir forum düzenledi. ABD, söz konusu müzakereleri desteklemek için kabul edilebilir ve şeffaf bir çözüme ulaşılana kadar bankaları Libya Merkez Bankası ile işlem yapmamaları konusunda uyarmakla tehdit edebilir. Büyük bankalar, Libya Merkez Bankası ile dolar işlemlerini durdurduğundan, ABD'nin UNSMIL’in başlattığı süreci desteklemesinin, geleneksel olarak Libya’daki istikrarı bozan tarafların çabalarının çok daha ötesinde önemli bir etkisi olacağına şüphe yok.

ABD ve Avrupalı müttefiklerinin atacağı en cesur adım, Libya’da uzun yıllardır devam eden çatışmayı çözmek için çalışmak ve ülkenin istikrara kavuşması amacıyla, siyasetçilerden ziyade teknokratlar tarafından yönetilecek yeni bir hükümetin kurulmasına yardımcı olmak olacak. Böyle bir hükümetin silahlı grupların tehditleriyle karşı karşıya kalacağı aşikâr, ancak bu gruplar fonlardan mahrum bırakılırsa, böyle davranmaktan vazgeçebilirler. Belki bu aynı zamanda Libya'da alternatif halk koalisyonlarının kurulmasını ve Libya'ya uzun süredir bireysel banka hesapları gibi davranan siyasi elitin değişmesi için zaman ve alan oluşmasını sağlar.

*Bu makale Şarku'l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



Rusya, İsrail ile Suriye arasında güvenlik anlaşması için gizli arabuluculuk yapıyor

İsrail askerleri, işgal altındaki Golan Tepeleri ile Suriye’yi ayıran tampon bölgede, Dürzi köyü Mecdel Şems yakınlarında zırhlı personel taşıyıcı üzerinde (AFP)
İsrail askerleri, işgal altındaki Golan Tepeleri ile Suriye’yi ayıran tampon bölgede, Dürzi köyü Mecdel Şems yakınlarında zırhlı personel taşıyıcı üzerinde (AFP)
TT

Rusya, İsrail ile Suriye arasında güvenlik anlaşması için gizli arabuluculuk yapıyor

İsrail askerleri, işgal altındaki Golan Tepeleri ile Suriye’yi ayıran tampon bölgede, Dürzi köyü Mecdel Şems yakınlarında zırhlı personel taşıyıcı üzerinde (AFP)
İsrail askerleri, işgal altındaki Golan Tepeleri ile Suriye’yi ayıran tampon bölgede, Dürzi köyü Mecdel Şems yakınlarında zırhlı personel taşıyıcı üzerinde (AFP)

Tel Aviv’deki siyasi kaynaklar, Rusya’nın İsrail ile Suriye arasında bir güvenlik anlaşmasına varılması amacıyla gizli arabuluculuk yürüttüğünü, bu sürecin ABD yönetiminin bilgisi ve onayı dâhilinde ilerlediğini açıkladı.

İsrail devlet televizyonu Kan 11, Azerbaycan’ın şu anda üst düzey yetkililerin katıldığı toplantı ve görüşmelere ev sahipliği yaptığını; temasların Bakü’de sürdüğünü bildirdi.

Bilgi sahibi bir güvenlik kaynağı, Rus arabuluculuğuna rağmen İsrail ile Suriye arasındaki temaslarda hâlâ bir boşluk bulunduğunu, ancak son haftalarda sınırlı da olsa ilerleme kaydedildiğini söyledi.

Kan 11’e konuşan kaynaklar, Moskova ile Şam’ın ilişkileri güçlendirmek için çalıştığını; Rusya’nın geçen ay Lazkiye kıyı bölgesine asker ve askeri teçhizat sevk ettiğini aktardı. Aynı kaynaklar, İsrail’in Suriye’nin güneyinde Türkiye’nin varlığını pekiştirme girişimleri yerine, Rusya’nın sahadaki varlığını tercih ettiğini kaydetti.

Dün (çarşamba) Suriye Dışişleri Bakanı Esad eş-Şeybani Moskova’yı ziyaret ederek Rus mevkidaşı Sergey Lavrov ile görüştü ve iki ülke ilişkilerinin stratejik düzeye taşınmasının hedeflendiğini belirtti.

İkili ilişkilerdeki en dikkat çekici gelişme ise Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, 15 Ekim’de Suriye’de geçiş döneminin başkanı Ahmed eş-Şera’yı kabul etmesi oldu. Görüşmede taraflar, stratejik ve siyasi ilişkilerin güçlendirilmesi ile enerji ve gıda alanlarında iş birliğinin önemine vurgu yapıldı.

İsrail’in Rusya ile iyi ilişkiler sürdürdüğü ve Tel Aviv’in Suriye dosyasında Moskova ile çıkar paylaşımı konusunda uzlaşı aradığı biliniyor. Mayıs ayından bu yana Putin ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, Suriye başta olmak üzere çeşitli başlıkları ele alan dört uzun telefon görüşmesi yaptığı ifade ediliyor.

scd
Suriye Dışişleri Bakanı Esad Şeybani’nin, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile Moskova’da çarşamba günü gerçekleştirdiği görüşmeden bir kare  (SANA)

Suriye Dışişleri Bakanlığı Enformasyon İdaresi, mayıstaki temasların ardından yaptığı açıklamada, Putin’in Suriye’yi bölmeye yönelik her türlü İsrail müdahalesini kesin biçimde reddettiğini ve Moskova’nın yeniden imar ile istikrarın sağlanmasına desteğini yinelediğini duyurmuştu.

cdfr
Suriye Dışişleri Bakanı Esad Şeybani ile Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın, Şam’da düzenlenen ortak basın toplantısından bir kare (EPA)

Tel Aviv’de ise “Türkiye nüfuzuna karşı Suriye’de Moskova ile ortak çıkarlar bulunduğu” değerlendirmesi yapılıyor. Maariv gazetesine göre Rusya, hem Türkiye hem de İsrail ile iyi ilişkiler sürdürüyor ve iki ülke arasında gerilimin tırmanmasını engellemeye çalışıyor. Aynı zamanda, tüm tarafların—Suriye dâhil—onayıyla ülkedeki pozisyonlarını korumayı hedefliyor.

dfgt
Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, İstanbul’da cumartesi günü ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Thomas Barrack ile yaptığı görüşmeler sırasında, Suriye Dışişleri Bakanı Esad Şeybani’nin de hazır bulunduğu an (EPA)

ABD’nin İsrail-Suriye güvenlik düzenlemelerinde başat rolü üstlenmesine rağmen, Washington’un Rusya dâhil diğer müttefiklerden gelecek “olumlu katkılara” kapıyı kapatmadığı belirtiliyor.

Eski diplomat ve Suriye-Ortadoğu uzmanı akademisyen Mihail Harari’ye göre, Ahmed eş-Şera’nın Suriye’yi temkinli ve dengeli biçimde yönetmesi, ülkeye bölgesel ve uluslararası destek kazandırdı. Harari, İsrail’in Suriye’de kaosun sürmesini isteyen bir aktör gibi görünmekten kaçınması gerektiğini savundu.

Şarku’l Avsat’ın Harari’nin Maariv’de yayınlanan makalesinden aktardığı analize göre İsrail’in çıkarlarını sağlıklı yönetebilmesi için Şam ile bir güvenlik anlaşmasını hızla sonuçlandırması gerekiyor. Harari, son savaşta elde edilen askerî kazanımların siyasi kazanca dönüştürülmesinin, mevcut “pasif” tutumla mümkün olmayacağını ifade etti.


İsrail-Yunanistan-GKRY Zirvesi: Akdeniz'de bölgesel bir eksen

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 22 Aralık 2025'te Kudüs'te düzenlenen üçlü toplantının ardından yapılan ortak basın toplantısında GKRY Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile el sıkışıyor. (AFP)
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 22 Aralık 2025'te Kudüs'te düzenlenen üçlü toplantının ardından yapılan ortak basın toplantısında GKRY Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile el sıkışıyor. (AFP)
TT

İsrail-Yunanistan-GKRY Zirvesi: Akdeniz'de bölgesel bir eksen

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 22 Aralık 2025'te Kudüs'te düzenlenen üçlü toplantının ardından yapılan ortak basın toplantısında GKRY Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile el sıkışıyor. (AFP)
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, 22 Aralık 2025'te Kudüs'te düzenlenen üçlü toplantının ardından yapılan ortak basın toplantısında GKRY Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis ile el sıkışıyor. (AFP)

Ömer Önhon

Başbakan Binyamin Netanyahu, bu hafta onuncu üçlü zirve için Yunan ve Kıbrıslı mevkidaşları Kiriakos Miçotakis ve Nikos Hristodulidis'i Kudüs'te ağırladı. Zirvenin ardından yayınlanan ortak bildirinin temel noktaları şöyleydi:

• Güvenlik, savunma ve askeri konularda mevcut üçlü iş birliğinin güçlendirilmesi.

• Deniz yollarının ve hayati altyapının yenilenen tehditlerden korunmasında koordinasyonun derinleştirilmesi.

• Enerji sektöründe ortak projelerin geliştirilmesi, elektrik şebekelerinin birbirine bağlanması ve yenilenebilir enerji girişimlerinin geliştirilmesi.

Netanyahu, üçlü zirveyi bugüne kadar yapılan tüm toplantıların en önemlisi olarak nitelendirdi. İlk üçlü zirve, Doğu Akdeniz'de doğal gaz rezervlerinin keşfedildiği 2016 yılında yapılmıştı. O dönemde Türkiye'nin İsrail ve özellikle Mısır ve bazı büyük Körfez ülkeleri başta olmak üzere çeşitli Arap devletiyle ilişkileri oldukça gergindi. Bu ittifak tarafından kurulan üçlü mekanizmanın özü, “Türkiye'ye karşı birleşik bir cephe oluşturmak ve doğal gaz kaynaklarının en uygun şekilde değerlendirilmesi için iş birliği yapmak” üzerine kurulu.

Basın toplantısında bir İsrailli gazetecinin, Türkiye'ye mesajlarının ne olduğu yönündeki sorusuna Netanyahu, Türkiye'nin adını anmadan şu yanıtı verdi: “Kimseyle çatışma arayışında değiliz. Bu, uluslararası kuralları, normları ve istikrarı savunmak için kurulmuş bir ittifaktır ve umarız test edilmek zorunda kalmaz.”

Daha sonra yine Türkiye'nin adını anmadan şunları ekledi: “Topraklarımız üzerinde yeniden imparatorluklar kurabileceklerini hayal edenlere şunu söylüyorum; bu olmayacak. Kendimizi savunmaya kararlıyız ve bunu yapabilecek durumdayız.”

Netanyahu bu sözleriyle, tarihsel haksızlıkları ve korkuları öne sürmeye ve “ortak tehditler” olarak algıladığı şeylerle yüzleşmek için ittifaklar kurmaya dayalı bir politikaya geri dönüyor. İsrail'in Filistinlilere yönelik politikaları nedeniyle Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler zaman zaman gerginleşmiş olsa da 1990'larda eşi benzeri görülmemiş bir zirveye ulaşmıştı. İsrail uçakları geniş Anadolu ovaları üzerinde eğitim tatbikatları yapmış ve yüz binlerce İsrailli turist Türkiye'nin güvenli ve misafirperver ortamında tatil yapmıştı.

Ancak, Recep Tayyip Erdoğan'ın Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) 2002'de iktidara gelmesinden ve Netanyahu'nun başbakanlığından bu yana ilişkiler giderek kötüleşti.

Türk-İsrail ilişkileri, 2010 yılında İsrail güvenlik güçlerinin Gazze'ye yardım ulaştırmak için Akdeniz'deki uluslararası sularda seyreden uluslararası bir filonun parçası olan Mavi Marmara gemisine saldırmasıyla ağır bir darbe aldı. Daha sonra, İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik saldırısının ardından dibi gördü.

Bugün ise iki ülke arasında bir soğuk savaş yaşanıyor ve Suriye ile Akdeniz'de doğrudan çatışma riski bulunuyor. İsrail, Türkiye'nin Ortadoğu'daki rolünü, özellikle Suriye'deki etkisini ve varlığını bir tehdit olarak görüyor; zira bu durum, bölgedeki operasyonel üstünlüğünü, özellikle Suriye ve Lübnan'da olumsuz etkileyebilir.

Yunanistan ve Türkiye NATO üyesi, ancak Ege Denizi'nde uzun süredir devam eden anlaşmazlıklar nedeniyle ilişkileri gergin. Bu anlaşmazlıklar arasında münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığı, karasuları ve bazı ihtilaflı adaların yasal statüsü ve ilgili denizcilik hakları konuları yer alıyor. Atina ve Ankara siyasi ve teknik mekanizmalar ağını korusa ve son iki yılda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Aralık 2023'te Atina'ya, Başbakan Kiriakos Miçotakis'in Mayıs 2024'te Ankara'ya yaptığı ziyaretler de dahil olmak üzere üst düzey temaslar yeniden canlanmış olsa da temel anlaşmazlıklarda çözümsüzlük sürüyor.

Kıbrıs adası, Doğu Akdeniz güvenlik mimarisinde merkezi fay hattı olmaya devam ediyor. 1974'ten beri ada, güneyde Kıbrıslı Rumlar (uluslararası alanda tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti) ve kuzeyde sadece Türkiye tarafından tanınan Kıbrıslı Türkler arasında fiilen bölünmüş durumda. Nikosia (Lefkoşa), Kıbrıs meselesindeki pozisyonunu ilerletmek ve Türk nüfuzunu sınırlamak için uluslararası forumlardan ve ortaklıklardan sürekli olarak yararlandı. Bu bağlamda, güvenlik konuları, devam eden enerji ajandası ile birlikte İsrail, Yunanistan ve GKRY arasındaki üçlü iş birliği çerçevesinin ön saflarına yerleşti.

frgty
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, GKRY Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis ve Yunanistan Başbakanı Kiriakos Miçotakis, Kudüs'te yapılan üçlü toplantının ardından ortak basın toplantısında, 22 Aralık 2025 (AFP)

Yunanistan ve GKRY için İsrail ile iş birliğini derinleştirmenin en güçlü motivasyonu, gelişmiş teknolojik ve savunma yetenekleridir. Buna yapay zekâya olan artan ilgi, teknoloji transferi ve yüksek teknoloji sektörlerindeki yatırım bağları da dahildir. Savunma boyutu artık ikincil önemde değil; zira Yunanistan, füze topçu sistemleri de dahil olmak üzere İsrail ile büyük anlaşmalar yaptı ve Türkiye ile devam eden gerilimler arasında daha geniş hava ve füze savunma projeleri hakkında görüşmelerde bulunuyor. GKRY’nin, İsrail'in Barak-MX hava savunma sistemini teslim almaya başladığı da bildiriliyor. Türkiye bu anlaşmaya sert bir şekilde itiraz etti.

Zirveden önce üç ortağın, ortak bir “hızlı müdahale gücü” kurma niyetine dair haberler dolaşmıştı, ancak böyle bir girişim açıklanmadı. Anlatıldığına göre kavram tartışıldı, ancak nihayetinde kısmen NATO taahhütleriyle ilgili komplikasyonlardan kaçınmak, Türkiye ile gereksiz bir yüksek tansiyonu önlemek ve istenmeyen bölgesel sinyaller vermekten kaçınmak için ertelendi.

Bununla birlikte, zirveden bir gün sonra üç ülkenin askeri yetkilileri Nicosia'da ortak bir eylem planı ve Yunanistan ile İsrail arasında ikili bir askeri iş birliği programı imzaladı. Açıklanan unsurlar arasında, ortak özel operasyon birimi eğitimi ve insansız sistemler, özellikle dronlar ve elektronik savaş dahil olmak üzere yenilenen tehditler konusunda uzmanlık paylaşımı ile genişletilmiş bir ortak kara, deniz ve hava tatbikatı programı yer alıyor.

df
Türk gemisi “Mavi Marmara”, Hayfa Limanı’ndan Türkiye'ye dönüş yolculuğunda bir Türk römorkörü tarafından çekiliyor, 5 Ağustos 2010 (AFP)

Liderler ayrıca deniz güvenliğinin önemini vurguladılar ve GKRY’de Denizcilik Siber Güvenliği Mükemmeliyet Merkezi'nin kurulmasını onaylayarak, bunu deniz yollarının ve hayati altyapının korunmasıyla doğrudan ilişkilendirdiler. Bu endişeler, uzun zamandır üçlü iş birliğinin temelini oluşturan enerji ve enerji güvenliği dayanaklarıyla kesişiyor.

Önce İsrail açıklarında, daha sonra Kıbrıs açıklarında keşfedilen açık deniz gazı, son çeyrek yüzyılda Doğu Akdeniz'in enerji haritası üzerindeki rekabeti ve pazarlığı yoğunlaştırdı. Buna karşılık Türkiye coğrafi konumu, yakınlığı ve mevcut altyapısı sayesinde kendisini önemli bir bölgesel merkez olarak konumlandırıyor ve bu da onu Rusya, Azerbaycan ve Orta Asya'dan Avrupa pazarlarına gaz ve petrol için tercih edilen bir transit güzergah haline getiriyor.

İsrail, GKRY ve Yunanistan, İsrail'den başlayıp Kıbrıs ve Girit'ten geçerek Yunanistan'a bağlanacak ve Türkiye'yi bypass edecek boru hattı aracılığıyla Avrupa'ya doğalgaz taşımak için alternatif bir rota arayışına girdiler. Ankara ayrıca GKRY, Yunanistan, İsrail, Mısır ve diğer birkaç ülkenin katılımıyla 2020 yılında kurulan Doğu Akdeniz Doğalgaz Forumu'ndan da dışlandı. Ancak, bin 900 kilometrelik kara ve deniz güzergahına sahip East-Med boru hattı olarak bilinen proje, maliyeti yüksek ve uygulanamaz olduğu gerekçesiyle reddedildi. Amerika Birleşik Devletleri'nin desteğini çekmesiyle 2022 yılında donduruldu. Ancak bugün, Ukrayna'daki savaşın yarattığı ortamda, üç ülke projeyi yeniden canlandırmaya çalışıyor.

csdf
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, New York'taki BM Genel Merkezi'nde düzenlenen BM Genel Kurulu'nun 78. oturumu sırasında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yaptığı görüşmede, 19 Eylül 2023 (AFP)

Kudüs'te bir araya gelen liderler, Hindistan, Ortadoğu ve Avrupa'yı birbirine bağlaması planlanan Hindistan-Ortadoğu Ekonomik Koridoru (IMEC) projesini ilerletme konusundaki kararlılıklarını da vurguladılar. Koridor Hindistan'dan başlıyor, Ortadoğu'daki çeşitli Arap ülkelerinden ve İsrail'den geçerek GKRY’ne ulaşıyor ve ardından Yunanistan üzerinden Avrupa'ya bağlanıyor. Hindistan, 2025’teki askeri çatışma sırasında Türkiye'yi Pakistan'ın yanında yer almak ve ona insansız hava araçları sağlamakla suçlamış ve bu durum iki ülke arasındaki ilişkilerde önemli bir bozulmaya yol açmıştı.

Üçlü (İsrail, Yunanistan ve GKRY), ortak bildiride, ABD'nin de katılımıyla “3+1” formatındaki görüşmelerinin önemini vurguladı. Başkan Donald Trump ve Recep Tayyip Erdoğan arasında, özellikle Trump yönetiminin Türkiye'ye Suriye ve Gazze'de özel bir rol vermesinden sonra sıcak bir ilişki olsa da İsrail Suriye'deki herhangi bir Türk varlığını reddediyor ve Ankara'nın Gazze için önerilen mekanizmalara katılımına şiddetle karşı çıkıyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Netanyahu, aralık ayı sonunda Washington'da Trump ile yapacağı görüşmede büyük olasılıkla bu itirazları dile getirecek. Ayrıca ABD Başkanı’na, Gazze'deki 20 maddelik barış planının uygulanmasında Türkiye'ye alternatif olarak GKRY ve Yunanistan’ı önermesi de bekleniyor.

Buna karşılık, isminin açıklanmasını istemeyen bir Türk yetkili, GKRY ve Yunanistan'ın İsrail ile yakınlaşma yoluyla Türkiye'ye baskı yapma girişimlerinin, ikili ilişkileri iyileştirme ve Kıbrıs sorununa çözüm bulma çabalarına zarar vereceğini vurguladı. İsrail ve bölgedeki bazı Arap devletlerinin Türkiye'nin katılımı konusundaki çekincelerini veya endişelerini dile getirebileceklerini ama Ankara'nın aksine GKRY ve Yunanistan'ın barış çabalarına katkıda bulunmak için gerekli güç ve bağlantılara sahip olmadığının açık olduğunu ve aslında, İsrail ile ittifaklarının onlara kazançtan ziyade bir yük gibi göründüğünü belirtti.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


2025’te ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu’... Trump İran’da ‘yarım çözümlere’ son veriyor

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
TT

2025’te ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu’... Trump İran’da ‘yarım çözümlere’ son veriyor

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, Tahran'a düzenlenen İsrail saldırılarında hayatını kaybeden üst düzey askeri subayların cenaze töreninde Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) Komutanı Hüseyin Selami'nin tabutu başında gözyaşı döküyor. (Arşiv – AFP)

Donald Trump’ın 2025’in başında Beyaz Saray’a dönmesiyle birlikte, güncellenmiş ‘maksimum baskı’ stratejisinin İran üzerindeki etkisini göstermesi bir yıldan kısa sürdü. Aylar içinde ülke, nükleer anlaşmanın yeniden canlandırılmasına ilişkin tartışmalardan, İslam Cumhuriyeti tarihinde ikinci kez kendi topraklarında yaşanan bir savaş gerçeğine sürüklendi. Bu gelişme, yaklaşık kırk yıl önce sona eren ve hafızalardaki ağırlığını hâlâ koruyan savaşın ardından geldi.

Aslında Trump’ın Beyaz Saray’a dönüş süreci başlamadan önce de savaş bulutları Tahran semalarında birikiyordu. Nükleer anlaşmanın canlandırılmasına yönelik umutlar tükenirken, İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetleri hız kazandı. Bu süreç, 12 gün süren savaşa, İsrail’in önleyici saldırıları karşısında İran’ın caydırıcılık kapasitesinin sınırlarının ortaya çıkmasına, ardından ABD’nin de sürece dâhil olmasına ve snapback mekanizmasıyla Birleşmiş Milletler (BM) yaptırımlarının yeniden devreye girmesine kadar uzandı.

Bu tabloya rağmen, söz konusu gidişat Washington’da değil, Tahran’da başladı. ABD seçimlerinden aylar önce İran’daki yönetici elit, ‘taktik bir mola’ arayışıyla Ağustos 2024’te göreve başlayan reformist Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan’ın seçilmesine yöneldi. Batı ile daha az çatışmacı bir söylem benimseyen Pezeşkiyan, kendisini füze maceralarının değil ‘ekonomik bir savaşın’ yöneticisi olarak konumlandırdı. Dış politikada ise müzakere masalarına hâkim bir ekip oluşturdu; bunun başında Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi yer aldı. Bu tercih, Batı’da yeni bir müzakere dönemine hazırlık, gerilimi düşürme ve nükleer dosyayı iki zıt ihtimale göre yeniden konumlandırma girişimi olarak yorumlandı: Kamala Harris liderliğinde Obama-Biden mirasını sürdürmeyi hedefleyen bir Demokrat yönetim ya da Trump’ın daha sert bir ‘maksimum baskı’ politikasıyla geri dönüşü.

sxadf

Donald Trump, tanıdık karizmasıyla ve daha gergin bir uluslararası ortamda yeniden ABD siyasetinin merkezine döndü. İsrail ile İran’ın müttefikleri arasında açık bir savaşın yaşandığı bu dönemde, Tahran’daki hesaplar da altüst oldu. Sicilinde Kasım Süleymani suikastı bulunan Trump, İran’daki karar vericiler için belirsiz bir figür değil, nükleer anlaşmadan çekilme ve yaptırımları sertleştirme geçmişi olan, denenmiş bir rakipti. Bu nedenle, temel yaklaşımını değiştirmeyeceği, aksine genişleteceği değerlendirmesi öne çıktı. Ekonomi ve finans alanında ‘maksimum baskı’, buna eşlik eden açık bir siyasi mesajla birlikte devreye sokuldu; İran’ın geri adımı nükleer, füze ve bölgesel dosyaların tamamında somut olmalıydı. Bu çerçevede, dolaylı müzakere turları başlamadan önce bile Tahran’ın manevra alanının giderek daraldığı görülüyordu.

‘Maksimum baskının’ geri dönüşü

Donald Trump, yemin töreninden iki haftadan kısa bir süre sonra, 4 Şubat 2025’te imzaladığı başkanlık ulusal güvenlik memorandumu ile ‘maksimum baskı’ politikasını daha sert ve ayrıntılı bir çerçevede yeniden devreye soktu. Memorandumda üç temel hedef belirlendi: İran’ın nükleer silah ya da kıtalararası balistik füzelere ulaşabileceği herhangi bir yolu kapatmak, Batı’nın terör listelerinde yer alan ağlarını ve vekil güçlerini dağıtmak ve balistik füze cephaneliği ile asimetrik kapasite geliştirme faaliyetlerini sınırlandırmak.

Uygulama aşamasında Hazine Bakanlığı’na en üst düzeyde ekonomik baskı uygulanması, yaptırımların sıkı şekilde denetlenmesi ve deniz taşımacılığı, sigorta ve liman sektörlerinin Tahran veya onunla bağlantılı aktörlerle çalışmaması yönünde uyarı rehberleri yayımlanması görevi verildi. Dışişleri Bakanlığı’na ise önceki muafiyetlerin gözden geçirilmesi ya da iptali, müttefiklerle birlikte snapback mekanizması kapsamında BM yaptırımlarının yeniden tamamlanması ve İran petrol ihracatının sıfıra indirilmesi için çalışma talimatı verildi. Buna paralel olarak Adalet Bakanlığı, ABD içindeki İran bağlantılı lojistik ağlar ve paravan yapılarla ilgili soruşturmalar yürütmekle görevlendirildi.

Bu adımlarla Trump’ın daha önce sıkça dile getirdiği “İran’ın nükleer silah edinmesine izin vermeyeceğiz” söylemi, ekonomi, iç güvenlik ve diplomasi alanlarını tek bir baskı hattında birleştiren kapsamlı bir uygulama çerçevesine dönüştü.

t
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi ve ekibi, 19 Ağustos'ta Roma'da düzenlenen ikinci tur görüşmeler sırasında (Reuters)

İran cephesinde ilk tepki, inkâr ile temkinin birleşimi oldu. Dini Lider Ali Hamaney müzakere kapısını tamamen kapatmadı, ancak sonuna kadar da açmadı. Trump’tan özel bir aracıyla iletilen mesaja, Tahran kısa bir yanıt verdi ve bu temas üzerinden dolaylı bir müzakere süreci başlatıldı. Bu çerçevede, Steve Witkoff ile Abbas Arakçi’nin başkanlığındaki İran heyeti arasında, Avrupalı ve bölgesel arabulucuların katılımıyla beş tur dolaylı görüşme yapıldı.

Kamuoyuna açık açıklamalarda Arakçi, Washington’un taahhütlerine saygı göstermesi halinde ‘müzakerelere hazır olunduğunu’ ve İran’ı yeniden küresel ekonomiye entegre edecek ‘dengeli bir anlaşmanın’ mümkün olabileceğini dile getirdi. Kapalı kapılar ardında ise İran tarafı, Washington ile bazı Avrupa başkentleri arasındaki görüş ayrılıklarını ve Trump ekibi içindeki sert kanada yönelik hassasiyetleri kullanarak manevra alanını genişletmeye çalıştı; bu çelişkilerin anlaşma şartlarında bir esnekliğe dönüşmesi umudu taşındı.

Beş tur görüşme

Buna rağmen, beş turun tamamında temel görüş ayrılığı değişmeden kaldı. Washington, nükleer eşiğe yakın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun İran’dan çıkarılmasında ısrar ederken, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) tüm hassas tesislerde tam denetim yetkisine yeniden kavuşturulmasını ve izlenecek herhangi bir sürecin, balistik füze menzilleri ile İran’ın bölgesel faaliyetlerinin kilit başlıklarını ele alacak net bir takvim içermesini şart koştu.

frgt
İsrail hava savunma sistemi Tel Aviv üzerindeki füzeleri önledi. (AP)

Tahran ise geleneksel önceliklerinde ısrarcı oldu. Petrol ve mali yaptırımların ön koşul olarak kaldırılması, yeni bir anlaşmadan hiçbir ABD yönetiminin çekilmeyeceğine dair güvence verilmesi, füze dosyasının bağlayıcı bir metnin dışında tutulması ve bölgedeki müttefikleriyle ilişkilerinin ‘istikrarsızlaştırıcı davranış’ olarak tanımlanmasının reddedilmesi bu başlıkların başında geldi.

Bu nedenle her tur, neredeyse aynı sonuçla tamamlandı: Metinlerin teknik ayrıntılarında sınırlı ilerleme, siyasi özünde ise tıkanıklık.

Arka planda ise İran ile UAEA arasındaki ilişki giderek daha gergin bir alana kaydı. UAEA, yıllardır beyan edilmemiş bazı sahalarda tespit edilen uranyum izlerine ilişkin açıklama talep ediyor; ayrıca 2015 anlaşmasından ABD’nin çekilmesinin ardından aşamalı olarak devre dışı bırakılan ya da sökülen kamera ve ölçüm sistemlerinin yeniden kurulmasını istiyor. 2025’e gelindiğinde, İran’ın yüzde 60 oranında zenginleştirilmiş uranyum stokunun, UAEA uzmanlarının ifadesiyle ‘siyasi irade oluştuğu takdirde nükleer eşiğe ulaşma süresini ciddi biçimde kısaltacak’ bir düzeye ulaştığı değerlendirildi. Batılı başkentler açısından program, maddi ilerleme ile siyasi belirsizliğin iç içe geçtiği bir tabloya dönüşürken, Tahran cephesinde UAEA dosyası bu kez hukuki ve teknik araçlarla yürütülen ‘maksimum baskı’ kampanyasının bir uzantısı olarak görüldü.

12 günlük savaş

Paralel bir hatta ise bölgenin tamamı, 7 Ekim 2023’teki sarsıntının etkilerini yaşamayı sürdürdü. Aksa Tufanı Operasyonu, Lübnan sınırından Kızıldeniz’e uzanan hatta İsrail ile İran’ın vekil güçleri arasında iki yıl süren yüksek yoğunluklu bir gölge savaşının önünü açtı. İsrail’in Suriye’de Devrim Muhafızları Ordusu’yla (DMO) bağlantılı konvoylara ve mevzilere yönelik her saldırısıyla birlikte, caydırıcılığın temel unsurlarından biri olan belirsizlik giderek aşındı. Buna karşın Tahran, karşı karşıya gelmeyi vekil güçler üzerinden yönetme ve doğrudan kendi topraklarından çatışmaya girmekten kaçınma tercihine bağlı kaldı. Ancak bu denge, 12 gün süren savaşla kökten değişti. İlk kez İran ile İsrail arasındaki çatışma İran toprakları üzerinde yaşandı. Bu gelişme, Kasım Süleymani’nin şekillendirdiği ‘savaşı sınırların ötesine taşıma’ doktrinini temelden sarstı.

12 günlük savaşın ilk günlerinde İsrail, İran içinde füze üsleri ve ana komuta merkezlerinin yanı sıra zenginleştirme zinciriyle bağlantılı tesisler ile bazı araştırma ve geliştirme altyapılarını hedef alan bir dizi nokta atışı saldırı düzenledi. DMO’nun sahadaki üst düzey komutanlarından bazıları hayatını kaybetti. Bununla birlikte nükleer programda görev alan fizikçiler, mühendisler ve teknik sorumlular da hedef alındı. Bu saldırılar, maddi altyapıdan ziyade askerî ve teknik hiyerarşinin tepesini vuran bir darbe olarak değerlendirildi.

sdfg
İsrail'in Tahran’daki İran Yayın Kurumu binasına düzenlediği saldırının ardından duman yükselirken, arka planda İran başkentinin en önemli simgelerinden biri olan Milad Kulesi görülüyor, 16 Haziran 2025 (Reuters)

Bundan birkaç gün sonra çatışma daha derin bir aşamaya taşındı. Gece Yarısı Çekici adı verilen operasyonda, hayalet bombardıman uçakları ve siber uzayda yürütülen saldırılar devreye sokularak erken uyarı ve izleme sistemlerinin bir bölümü devre dışı bırakıldı. Operasyon kapsamında zenginleştirme döngüsündeki kilit noktalar, santrifüj üretim ve montaj merkezleri ile nükleer altyapının bazı hassas birimleri hedef alındı. Bu saldırılar, teknik ve güvenlik gerekçeleriyle İran’ı bazı faaliyetlerini geçici olarak durdurmak zorunda bıraktı. Nükleer program tamamen ortadan kaldırılmadı; ancak ağır bir sınavdan geçti ve mevcut haliyle İran caydırıcılığının, siyasi ve askerî koşulların örtüştüğü durumlarda nükleer projenin kalbine yönelik hedefli bir saldırıyı engelleyemediği ortaya çıktı.

gtyu76
İran Dini Lideri Ali Hamaney, devrimin yıldönümü arifesinde, 7 Kasım'da İran Hava Kuvvetleri komutanlarına yıllık konuşmasını yapıyor. (Arşiv – AFP)

Bu askerî sarsıntı, yönetici elit içindeki çatlakların daha görünür hale gelmesini hızlandırdı. Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, kamuoyu önünde ‘İran topraklarında ikinci bir savaş riskine’ dikkat çekerek, ‘karşı tarafın nükleer tesisleri hedef almaya hazır olduğunu kanıtladığını’ söyledi. Bu açıklama, dolaylı biçimde müzakere hattının tamamen göz ardı edilmesinin giderek artan bir güvenlik maliyeti doğurduğuna işaret ediyordu. Buna karşılık daha sert kanat, savaş sonrasında yapılacak herhangi bir değerlendirmeyi ‘düşmana ödül’ olarak nitelendirdi. Bu kesim, askerî kayıpların müzakere masasına dönüşle ilişkilendirilmesini kesin bir dille reddetti.

İç farklılıklar

Bu atmosferde Dini Lider Ali Hamaney, savaşın yarattığı sarsıntıya ilkeyi değiştirmek yerine danışma mekanizmalarını yeniden düzenleyerek karşılık vermeyi tercih etti. Eski Meclis Başkanı ve en yakın danışmanlarından Ali Laricani’yi Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi’nin başına getiren Hamaney, ayrıca bu konseyin çatısı altında yeni bir ‘Savunma Konseyi’ kurulmasına onay verdi. Söz konusu yapı, savaş, nükleer program ve müzakere sürecine ilişkin daha bütüncül değerlendirmeler sunmak üzere askerî komutanlar ile hükümet ve güvenlik yetkililerini bir araya getiriyor.

Görünürde amaç, 12 günlük savaş deneyiminin ardından istişare tabanını genişletmekti. Ancak fiiliyatta bu adım, önceki hesapların yetersiz kaldığının kabulü ile nihai kararın, caydırıcılık ve müzakere dosyalarını birlikte yöneten dar bir çevrede tutulması yönündeki ısrarın birleşimini yansıttı.

ergt
ABD Savunma Bakanlığı'nda 22 Haziran 2025 tarihinde düzenlenen basın toplantısında, İran'a yönelik ABD bombardıman uçağı saldırısının operasyonel zaman çizelgesi sunuldu. (Arşiv – AFP)

Savaş sonrası görüş ayrılıkları yalnızca askerî performansın değerlendirilmesiyle sınırlı kalmadı; daha temel bir soruya uzandı: ‘Gece Yarısı Çekici Operasyonu sonrasında nükleer dosyayla ne yapılmalı?’ Tahran’da, saldırıya verilecek en iyi yanıtın ‘kontrollü nükleer belirsizliği’ derinleştirmek olduğu görüşü güç kazandı. Bu yaklaşım, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’ndan resmî bir çekilmeyi değil, gri bir alanda konumlanmayı öngörüyordu. Buna karşılık başka bir eğilim, net bir müzakere hattı olmaksızın sürdürülecek belirsizliğin, caydırıcı bir unsur olmaktan çıkıp yeni önleyici saldırıları teşvik eden bir faktöre dönüşebileceği ve nükleer tesislerin hedef alınmasının olağanlaşacağı uyarısında bulundu. Bu iki yaklaşım arasında pratik tutum dar bir dengeye oturdu: Trump’ın talep ettiği ‘sıfır zenginleştirme’ türü tavizlere kapalı durmak, ancak köprüleri tamamen yakmaktan da kaçınmak. Böylece kriz, güç dengelerinde bir değişim beklenene kadar geçici olarak yönetilmeye çalışıldı.

BM yaptırımlarının geri dönüşü

Bu tartışmalar sürerken, Avrupalı ülkelerin snapback mekanizmasını devreye sokarak İran’a yönelik BM yaptırımlarını yeniden yürürlüğe koyması yeni bir dönüm noktası oldu. Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya, İran’ın nükleer yükümlülüklerine uymadığı gerekçesiyle dosyayı BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı ve daha önce alınmış altı karar yeniden canlandırıldı. Böylece Tahran, çelişkili bir tabloyla karşı karşıya kaldı. Hukuki açıdan silah ve füze kısıtlamaları ile mal varlıklarının dondurulmasına yönelik uluslararası yaptırımlar geri döndü. Pratikte ise İran, Çin ve Rusya ile birlikte sahada çok şey değişmemiş gibi davranmayı sürdürdü. İran iç siyasetinde bu durum, “BM yaptırımları aynı anda hem var hem yok” şeklinde özetlendi.

y6u7
Tahran'da bulunan eski ABD büyükelçiliğinin duvarındaki ABD karşıtı duvar resminin önünden geçen bir İranlı (EPA)

2025 yılının sonuna gelindiğinde Trump’ın dönüşünün bilançosu Tahran açısından ağır oldu. Beş tur dolaylı müzakere somut bir sonuç üretmedi, 12 günlük savaş caydırıcılık sistemindeki açıkları gözler önüne serdi, BM yaptırımları yeniden gündeme geldi ve İran riyali tarihi dip seviyelere gerileyerek bunun yansımaları günlük hayatta, piyasalarda, akaryakıt ve gıda fiyatlarında hissedildi. Buna karşılık İran yönetimi iki temel tutumunu değiştirmedi: Trump yönetiminin talep ettiği ‘sıfır zenginleştirme’ yaklaşımını kesin olarak reddetmek ve ABD ile kapsamlı bir çatışmaya girmekten bilinçli biçimde kaçınmak. Bu çerçevede Tahran’ın ‘stratejik sabır’ olarak adlandırdığı yaklaşım, giderek ‘stratejik bir felç’ görüntüsü vermeye başladı. 12 günlük savaş ve snapback süreci, tarafların pozisyonlarını yakınlaştırmaktan ziyade, her iki tarafın da zamanın kendi lehine çalıştığına inandığını ortaya koydu. Washington, yıpranmış bir ekonomi ve değer kaybeden bir para biriminin Tahran’ı bir noktada ağır şartları kabul etmeye zorlayacağını hesaplıyor. İran’daki karar alıcıların bir bölümü ise hiçbir ABD yönetiminin kapsamlı bir savaşın maliyetini üstlenemeyeceği görüşünde ve Trump’ın görev süresinin sonunu beklemenin, taleplerine boyun eğmekten daha az maliyetli olduğuna inanıyor. Bu nedenle yeni yılın okuması, bu tıkanmışlığın sınırlarını çizme ve İran’ın önünde duran seçenekleri, ikinci bir savaş, kontrollü bir ateşkes ya da ‘maksimum baskı’ altında dayatılacak bir anlaşma ihtimalleri arasında değerlendirme çabası olarak öne çıkıyor.

Üç olası yol

2026 yılında İran’ın önünde üç temel yol beliriyor; bu yollar zorunlu olarak birbirine karşıt değil, zaman içinde iç içe geçebilir nitelikte. Birinci yol, yavaş yavaş ikinci bir çatışmaya sürüklenme olasılığı. Füze ve nükleer kapasite yeniden inşa edilirken baskı altında devam eden gelişmeler ve Hürmüz Boğazı’nda gemi aramaları ya da yeni yaptırımlara yanıt gibi temasların tekrarlanması, bu senaryoyu besliyor. Böyle bir durumda Washington ve Tel Aviv, ‘beklemektense şimdi çözüm’ yaklaşımını benimseyebilir; bir sonraki saldırı sadece tesisleri veya üsleri değil, karar mekanizmasının üst kademelerini hedef alacak şekilde planlanabilir.

İkinci yol, ekonomik ve sosyal memnuniyetsizlikten kaynaklanan protesto dalgalarının yeniden canlanmasıdır. Değer kaybeden para birimi, artan gıda ve yakıt fiyatları ve orta sınıfın aşınması, tarih boyunca yavaş reformlar için ana rezerv olmuştur. Bu senaryoda ‘maksimum baskı’ artık sadece dış bir baskı aracı değil, iç patlamayı tetikleyen bir faktöre dönüşüyor. Nükleer ve füze programında ek sıkılaşma, günlük yaşamda daha fazla daralma ve yaygın hoşnutsuzluk anlamına gelirken; Trump’ın şartlarına kısmi teslim, sokakta önceki yolun başarısızlığı olarak algılanabilir ve yeni bir protesto döngüsünü başlatabilir.

Üçüncü ve kısa vadede en olası yol ise, ‘karşılıklı dondurma’ olarak adlandırılabilecek, yazılı olmayan bir zaman kazanma stratejisidir: yüksek zenginleştirme hızının fiilen azaltılması, UAEA ile sınırlı teknik iş birliği pencerelerinin açılması ve aksın, 12 günlük savaş büyüklüğündeki sarsıntılardan kaçınacak şekilde ayarlanması. Buna karşılık ABD, durumu çözüme kavuşturmak yerine kontrol altında tutmayı kabul eder, ABD ve BM yaptırımları yerinde kalır. Bu yol radikal bir çözüm getirmez, ancak her iki tarafın da kırmızı çizgilerinden ödün vermediğini iddia etmesini sağlar; İran ekonomik olarak yıpranmaya devam eder, caydırıcılık dengesi eksik kalır ve patlama olasılığı sahnede durur.

Yılın bilançosuna bakıldığında, 2025, Trump politikalarının teorik tehdit aşamasından İran coğrafyası ve ekonomisi üzerinde somut bir gerçekliğe dönüştüğü yıl olarak öne çıkıyor: ortak bir askeri operasyon nükleer programın manevra alanını daralttı; BM yaptırımları snapback ile tekrar gündeme geldi; petrol ihracatı ve finansal ağlar üzerindeki baskı artırıldı; İran, ABD stratejisinde sınırlı kapasiteye sahip bir rakip olarak konumlandırıldı. Tahran ise nükleer belirsizlik ve zamanın lehine işleyeceği umuduna dayanan bir stratejiyle yanıt verdi. Böylece İran, 2026’ya girerken ‘maksimum baskı’ çerçevesinde sıkışmış durumda; kapsamlı bir savaşa gidecek lüksü yok, rakibinin koşullarında bir çözüme kolayca giriş yapacak esnekliği de yok. Gerçek meydan okuma artık Tahran’ın Trump gölgesinden nasıl çıkacağı değil; kademeli baskı altında, yavaş patlama veya pasif bekleyiş dışında üçüncü bir strateji üretme kapasitesine sahip olup olmadığıdır.