Arakçi'nin bölgedeki ziyaret turu Gazze'yi mi, Lübnan'ı mı yoksa İran'ı mı kurtarmak için?

Bölgenin büyük jeopolitik değişimlerle karşı karşıya olduğu bir dönemde Arakçi'nin bölgedeki ziyaret turunun amacı ne?

Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'yi Kahire'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti, 17 Ekim 2024 (Mısır Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesi)
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'yi Kahire'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti, 17 Ekim 2024 (Mısır Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesi)
TT

Arakçi'nin bölgedeki ziyaret turu Gazze'yi mi, Lübnan'ı mı yoksa İran'ı mı kurtarmak için?

Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'yi Kahire'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti, 17 Ekim 2024 (Mısır Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesi)
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'yi Kahire'deki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti, 17 Ekim 2024 (Mısır Cumhurbaşkanlığı resmi internet sitesi)

Amr Imam

İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'nin Ortadoğu’daki sekiz ülkeyi kapsayan bölgesel turu resmi olarak Gazze Şeridi ve Lübnan'daki gerilimi azaltmayı ve çatışmalara çözüm aramayı amaçlasa da seçtiği ülkeler, özellikle yeni bir bölgesel düzenin ortaya çıkmasına yönelik İran'ın hırsları ve korkuları hakkında çok şey ortaya koyuyor. Bu ülkeler; etki alanları, potansiyel destekçiler ve potansiyel arabulucular olmak üzere üç farklı kategoriye ayrılıyor.

İranlı Bakan’ın bölgesel turu, İran'ın nüfuzu altındaki Arap başkentlerinde, Tahran'ın Batı ile çatışmasında ulusal çıkarlarına ulaşmak amacıyla kontrolünü genişletmek ve gücünü yansıtmak için milislerini ve devlet dışı aktörleri kullandığı nüfuz bölgelerinde destek ve dayanışma mesajı vermek ve hatta bu başkentlerin ‘koruyucusu’ olarak hareket etmeyi amaçlıyor. Arakçi, Beyrut, Şam ve Bağdat'ta hükümet yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde, ülkesinin Lübnan ve Gazze Şeridi’ndeki çatışmaları sona erdirmek için aktif çaba sarf ettiğini göstermeye çalıştı.

zxscdfv
İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi (AFP)

Arakçi’nin söz konusu ülkelerin başkentlerine yaptığı ziyaretin asıl amacı müttefik güçlere, milislere ve devlet dışı aktörlere İran'ın var olduğu ve onları güçlü bir şekilde desteklemeye devam edeceği, onları terk etmeyeceği ve savaşlarında yalnız bırakmayacağı konusunda güvence vermekti.

Arakçi, İran'ın Yemen'de desteklediği Husi milislerinin liderleriyle İran'ın bir diğer nüfuz alanı olan Yemen'i ziyaret edemediği için Umman'ın başkenti Muskat'a yaptığı ziyaret sırasında bir araya geldi.

İranlı Bakan, Tahran'a yakın gruplara, bölgenin bu grupların sonunu getirebilecek büyük jeopolitik değişimlerle karşı karşıya olduğu bir dönemde güvence verdi. Hamas'ın Siyasi Büro Başkanı İsmail Haniyye'nin 31 Temmuz'da Tahran’ın merkezinde suikasta uğraması bu güçlerin çöküşünün başladığının açık bir göstergesiydi. Ancak asıl büyük gösterge, İran destekli Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ın Beyrut'ta öldürülmesi ve ardından İsrail'in 17 Ekim'de Hamas'ın yeni Siyasi Büro Başkanı ve aynı zamanda Hamas’ın Gazze'deki en üst düzey saha komutanı olan Yahya es-Sinvar'ın tesadüfen öldüğünü açıklamasıydı.

İran'ın hidra-kafalı canavarlarından birini vuran ya da yok eden her saldırı ile İran giderek zayıflıyor ve bölgedeki gücünün ve etkisinin bir kısmını kaybediyor.

Husi milisleri, 17 Ekim'de ABD Hava Kuvvetleri tarafından B-2 Spirit hayalet bombardıman uçakları kullanılarak gerçekleştirilen yoğun hava saldırılarına maruz kaldı. Saldırılarda Yemen'in çeşitli bölgelerinde bulunan beş silah deposu hedef alındı.

İran'ın hidra-kafalı canavarlarından birini vuran ya da yok eden her saldırı ile İran giderek zayıflıyor ve bölgedeki gücünün ve etkisinin bir kısmını kaybediyor. Belki de İran'ın mollaları (din adamları) yakında sahada yalnız olduklarını anlarlar ya da yaşanan bu hızlı gelişmeler onları şimdiden buna zorluyordur. Kahire'den bir analistin de belirttiği gibi İran, Direniş Ekseni'nin, daha doğrusu bölgedeki kendisine yakın gruplardan ördüğü ağın çökmesinin ya da zayıflamasının etkisini azaltacağını ve bölgede şekillenmekte olan çatışma karşısında kendisini yalnız bırakacağını biliyor. İsrail'in İran’ı vurmaya ve ABD'yi Ortadoğu'daki askeri çatışmalara sürüklemeye kararlı olduğu bir ortamda İran bu savaşta tek başına mücadele etmek zorunda kalacak.

Düşmanımın düşmanı

Arakçi'yi potansiyel olarak destekleyici başka bazı ülkelere ziyarette bulunmaya iten de aynı farkındalık gibi görünüyor. Bunlar, çözülmemiş anlaşmazlıklar ya da İsrail'in Gazze Şeridi’ndeki ve Lübnan'daki acımasız saldırılarının bir sonucu olarak İsrail ile ilişkileri şu anda gergin olan ülkeler.

Tel Aviv, İran'ın ekim ayı başlarında İsrail’in çeşitli bölgelerini hedef alan füze saldırılarına misillemede bulunmaya hazırlanırken Arakçi, aralarında Mısır ve Türkiye'nin de bulunduğu bu ülkelerde İran'ın tutumuna ya da atacağı adımlara destek arayarak bu gerilimlerden faydalanmaya çalışmış olabilir.

“Kahire ve Tel Aviv arasındaki mevcut gerginlikler, aralarındaki barış anlaşmasını zedeleyecek boyutta olmadığı gibi, yakın çevrelerinde ya da genel olarak bölgede aralarındaki yakın güvenlik koordinasyonunu da etkilemiyor.

Arakçi’nin Türkiye ziyaretinin nedenlerinden biri de İstanbul'da düzenlenen 3+3 Güney Kafkasya Bölgesel İşbirliği Platformu toplantısına katılmaktı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail'in Gazze Şeridi’nde yürüttüğü savaşın başlamasını takip eden haftalarda ve aylarda İsrail'in Lübnan ve Gazze'deki saldırılarını sürekli olarak eleştirmiş ve saldırıların durdurulması için güç kullanılması çağrısında bulunmuştu.

xscdvf
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, İstanbul'da düzenlenen ortak basın toplantısı sırasında İranlı mevkidaşı Abbas Arakçi ile tokalaşırken, 19 Ekim 2024 (Reuters)

Aynı zamanda Mısır ve İsrail arasındaki ilişkiler, İsrail'in Gazze Şeridi-Sina Yarımadası sınırında bulunan ve ülkenin kuzeydoğusundaki Mısır topraklarını ve Gazze ile Sina arasındaki Refah sınır kapısının Filistin tarafını da içine alan bir toprak şeridi olan Philadelphia (Salahaddin) Koridoru'nu işgal etmesi nedeniyle gergin. Mısır ayrıca Gazze Şeridi'ndeki toplu yıkım, kitlesel açlık ve İsrail'in Gazze'ye yönelik devam eden saldırılarının, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi’nin geçtiğimiz yıl çeşitli vesilelerle vurguladığı gibi, Kahire'nin ‘kırmızı çizgisi’ olarak nitelediği Filistin kıyı bölgelerindeki nüfusu Sina Yarımadası’na itmesinden çekiniyor.

Ancak Kahire ve Tel Aviv arasındaki mevcut gerginlikler iki başkent arasındaki mevcut barışa zarar vermediği gibi, yakın çevrelerinde ya da genel olarak bölgede aralarındaki yakın güvenlik koordinasyonunu da etkilemiyor. Mısır, ABD ve Katar'la iş birliği yaparak Hamas Hareketi ve İsrail arasında ateşkes ve esir takası anlaşması yapılması için çabalıyor. Bu çabalar önümüzdeki dönemde, özellikle de Yahya es-Sinvar'ın ölümünden sonra daha da ivme kazanabilir.

İran Dışişleri Bakanı Arakçi’nin uçağı 16 Ekim akşamı Kahire Uluslararası Havaalanı’na indiğinde Mısırlı mevkidaşı Bedir Abdulati tarafından karşılanmadı. Abdulati, ertesi gün İranlı Bakan’a ciddi bir mesaj ileterek bölgenin ‘feci bir çatışmaya’ sürüklenmesini önlemek için acilen harekete geçilmesi gerektiğini vurguladı.

Arakçi, Suudi Arabistan, Umman, Ürdün ve Katar'a yaptığı ziyaretler sırasında, İran’ın çıkarlarına yönelik bir saldırı yapılması durumunda bu ülkelerin hava sahalarının İsrail tarafından kullanılmayacağından emin olmaya çalıştı.

Mısır Cumhurbaşkanı Sisi, İran'ın en üst düzey diplomatına geniş çaplı bir bölgesel savaşın patlak vermesinin tüm bölge ülkeleri ve halkları için ciddi yansımaları olacağını söyledi. Mısır Dışişleri Bakanı Abdulati, Sisi’nin bu açıklamasından bir gün önce yaptığı açıklamada Lübnan'daki krizi sona erdirmenin bir yolunun da Lübnan ordusunun birliklerini Lübnan'ın güneyinde konuşlandırması olduğunu söyledi.

Abdulati elbette İran'ın Hizbullah'a verdiği desteğin ve Lübnan'ın yanı sıra diğer bölge ülkelerinin iç işlerine müdahalesinin, Lübnan ordusunun Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 1701 sayılı kararı uyarınca Lübnan'ın güney kesiminde kontrolü sağlamasını imkânsız hale getirdiğinin farkındaydı.

Arakçi’nin Kahire'de soğuk karşılanmasında Gazze Şeridi’nde ve Lübnan'da devam eden savaşın Mısır'a getirdiği ağır yükün yanı sıra özellikle Husilerin Kızıldeniz'in güney girişinde ve Babu’l-Mendeb Boğazı'nda ticari gemilere saldırarak nakliye hatlarını Süveyş Kanalı'ndan uzaklaştırması etkili oldu. Mısır için önemli bir döviz kaynağı olan Süveyş Kanalı’nın şimdiye kadar aylık gelirlerinde yüzde 60 oranında bir düşüş yaşandı ve bu durum Mısır'ın ekonomik sıkıntılarını daha da arttırdı.

Hayatta kalma mücadelesi

İran'ın göstermek istedikleri ile gizlemeye çalıştıkları arasındaki büyük fark, dışişleri bakanının sekiz ülkeyi kapsayan turu sırasında yaptığı bazı açıklamalarda açıkça görülüyordu. Arakçi, 13 Ekim'de Bağdat'ta ziyareti sırasında yaptığı bir açıklamada, ülkesinin bir savaş haline tamamen hazır olduğunu belirtmiş, ancak daha sonra İran'ın savaş istemediğini, aksine barış istediğini vurgulamıştı. Ancak İranlı Bakan, ülkesinin savaşa hazır olduğunu öylesine söylememişti. Zira İran, köşeye sıkıştırılırsa hayatta kalmak için dişiyle tırnağıyla savaşacak, ısıracak ve tırmalayacaktır.

xascsdv
Bahreyn Kralı Hamad bin İsa el-Halife, İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi'yi başkent Manama'da kabul etti, 21 Ekim 2024 (Reuters)

Arakçi’nin potansiyel arabulucular kategorisindeki bölge ülkelerine yaptığı ziyaret, İran'ın göstermek istedikleri ile saklamaya çalıştıkları arasındaki büyük uçurumu gözler önüne serdi. Arakçi, Suudi Arabistan, Umman, Ürdün ve Katar'a yaptığı ziyaretler sırasında, İran’ın çıkarlarına yönelik bir saldırı yapılması durumunda bu ülkelerin hava sahalarının İsrail tarafından kullanılmayacağından emin olmaya çalıştı.

Ancak Arakçi’nin bu ülkelerde daha önemli bir misyonu vardı. O da en iyi ihtimalle İsrail'in beklenen saldırılarını önlemek ya da en kötü ihtimalle İran'ın bu saldırılardan yara almadan çıkmasını sağlamak için potansiyel arabulucular aramaktı.

İranlı Bakan, bu misyona başlarken bu ülkelerin ağırlığının ve ABD de dâhil olmak üzere bazı bölgesel ve uluslararası aktörlerle yakın ilişkilerinin farkındaydı. Ancak bu misyon, İran'ın Arakçi'nin bölgesel turuna dahil olan ülkelere bunun karşılığında ne sunabileceği konusunda soru işaretlerinin ortaya çıkmasına neden oldu.

Potansiyel arabulucu kategorisindeki ülkelerin sükunetin sağlanmasında ve bölgenin tam ölçekli bir savaşa sürüklenmesinin önlenmesinde çıkarları olduğuna şüphe yok. Ancak asıl soru şu: İran’ı özellikle de bölgesel siyasetteki sicili göz önüne alındığında dipsiz bir uçuruma düşmekten kim kurtarmak isteyecek ve bu çabalar nereye uzanacak?

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.



ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
TT

ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)

ABD öncülüğünde hazırlanan Ukrayna barış planında Kremlin'i temsilen görüşmelere katılan Harvard eğitimli Rus ekonomist Kirill Dmitriev'in oynadığı rol uluslararası basında mercek altına alındı. 

ABD Başkanı Donald Trump'ın yönetimince hazırlanan 28 maddelik barış planı bu hafta Kiev'e sunulmuştu. 

Trump'ın damadı Jared Kushner ve Başkan'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'la Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) Başkanı Kirill Dmitriev, geçen ay Miami'de bir araya gelerek planın detaylarını görüşmüştü. 

Reuters'ın analizinde, 2022'de patlak veren Ukrayna savaşının ardından Washington'ın RDIF'yi yaptırım listesine aldığı belirtiliyor. Adının paylaşılmaması koşuluyla konuşan bir ABD'li yetkili, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in uluslararası ekonomik işbirliğinden sorumlu özel temsilcisi Dmitriev'in ülkeye girişi için Beyaz Saray tarafından özel izin çıkarıldığını söylüyor. 

Miami'deki görüşmeler hakkında bilgi sahibi iki yetkili, Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Sekreteri Rüstem Ümerov'un da Witkoff'la planı görüşmek için şehre gittiğini belirtiyor. 

Kaynaklar, Witkoff'un bu ziyarette Ümerov'a planı anlattığını ifade ediyor. Ayrıca ABD'nin planı çarşamba günü Türkiye aracılığıyla Ukrayna'ya ilettiğini söylüyor. Beyaz Saray taslak metni perşembe günü doğrudan Kiev'e sunmuştu. 

Ümerov ise süreçte sadece "teknik rol" oynadığını ve ABD'li yetkililerle planın detaylarını görüşmediğini savunuyor. 

ABD'li yetkililer, Trump yönetiminin Dmitriev'le görüşmesinin "istihbarat içinde endişe yarattığını" da belirtiyor. CIA'in yorum taleplerine yanıt vermediği aktarılıyor. 

Gençken Stanford ve Harvard gibi prestijli Amerikan üniversitelerinde eğitim gören Dmitriev'in adı, ABD'de 2016'da yapılan başkanlık seçimlerine Rusya'nın müdahale ettiği iddialarına yönelik soruşturmayı yürüten eski Özel Yetkili Savcı Robert Mueller'in raporunda da geçiyor. 

Dmitriev'in Trump'ın ilk döneminde Washington-Moskova ilişkilerini yeniden tesis etmek için temaslarda bulunduğu belirtiliyor. Bu dönemde Dmitriev özellikle Kushner'la birebir diyaloğa geçmiş.

Raporda, Dmitriev'in Irak savaşında sivillerin öldürülmesindeki rolüyle gündeme oturan ABD'li özel güvenlik şirketi Blacwater'ın CEO'su Erik Prince'le 2019'da görüştüğü de belirtiyor. Trump destekçisi Prince'le Rus ekonomistin ABD-Rusya ilişkilerini ele aldığı yazılıyor.

Diğer yandan Dmitriev, Trump yönetiminden eleştiri de almıştı. Ekonomist, Trump'ın Rus petrol devlerine geçen ay yaptırım uygulama kararını eleştirmiş, bunun fiyatları artıracağını söylemişti. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent ise Dmitriev'e çıkışarak onu "Rus propagandacısı" diye nitelemişti. 

Independent Türkçe, Reuters, BBC, Guardian


Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla
TT

Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla

Shirley Yu

ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz ekim ayında Güney Kore’nin Busan şehrinde Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yapacağı görüşme öncesinde yaptığı “G2 yakında toplanacak!” açıklaması sadece diplomatik bir nezaket gösterisi değildi. Trump, tek kutuplu dünyanın sonrasındaki dönemde ABD’nin rolünü radikal şekilde yeniden tanımlayan bir hamleyle Amerikan siyasetinde uzun süredir modası geçmiş olarak kabul edilen bir kavramı yeniden gündeme getirdi.

Trump’ın ‘G2’ anlayışı Soğuk Savaş dönemindeki iki kutupluluğa geri dönüş anlamına gelmediği gibi, ABD dış politikasının pragmatik olarak yeniden düzenlenmesinde de gerçek anlamda küresel güç paylaşımına doğru bir dönüşümün işareti olmadığı kesin. Aksine, bu yeni çerçeve, Washington’a tek kutuplu bir güç olarak eski sorumluluklarını yüklemeden ABD’nin çıkarlarına hizmet ediyor. Daha da önemlisi, Pekin’in fiili tepkisi, Çin’in ‘G2’ ya da diğer bir deyişle ‘İkili Grup’ etiketini sembolik olarak kabul etmesine rağmen, halen çok taraflılığa dayalı, ikili ilişkiler yerine çok taraflılığa dayalı tamamen farklı bir dünya düzeni vizyonuna bağlı olduğunu ortaya koyuyor.

Trump’ın G2’si ile Bush’un G2’si aynı değil

G2 kavramı, Amerikan siyasi çevrelerinde, şu anda yeniden kullanıldığı şekilden daha mütevazı bir biçimde ortaya çıktı. Bu kavram, 2005 yılında ABD’li ekonomist Fred Bergsten tarafından, eski ABD Başkanı George W. Bush yönetimi döneminde Çin'in ekonomik yükselişinin ardından ortaya çıkan zorluklara pratik bir çözüm olarak önerildi.

Çin'in küresel sistemde sorumlu bir aktör haline gelmesini gerektiren uluslararası konularda iki ülke arasında iş birliği mekanizmalarına acil ihtiyaç vardı. G2 kavramı, Pekin’in küresel ekonomik çöküşü önlemek için koordinasyon çabalarında önemli bir rol oynadığı 2008 küresel finans krizi sırasında zirveye ulaştı.

Çin bugün, bu kavramın ilk ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı.

Ancak Washington, G2 kavramının Amerikan karar vericilerin kabul edilemez bulduğu; ABD ile Çin arasında eşitliğin dolaylı olarak tanınmasına atıfta bulunması nedeniyle bu çerçeveyi hızla terk etti. Eski ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin son döneminde, bu fikir sessizce rafa kaldırıldı ve yerine stratejik rekabet retoriği ve ‘Amerikan Yüzyılı’ doktrini geldi.

Pekin G2’yi resmi olarak tanımadı, ancak sembolik çekiciliğini de kaybetmedi. Şi Cinping yönetimindeki Çin tarafından yapılan ‘Doğu'nun yükselişi ve Batı'nın gerileyişi’ hakkında tekrar eden açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Pekin, kendini bir süper güç olarak konumlandırmaya çalışıyor. G2 de özünde Çin'e istediğini veriyor. Zira Çin, ABD'ye neredeyse eşit bir rakip haline geldiğinin dolaylı olarak kabul edilmesini istiyor.

29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)

Karşılıklı zarar verme garantisi ve yeni baskı

ABD Başkanı Donald Trump'ın 2025 yılında ‘iki süper güç grubu’ fikrini benimsemesi, stratejik hesaplamalarda temel bir değişimi yansıtıyor. Bu değişim, yükselen güçlerin ABD liderliğinde küresel sorumlulukları üstlenmelerini amaçlayan Wilson dış politikası kapsamında ortaya çıkan kavramdan tamamen farklı. Trump ise Çin'i kontrol altına alınamayacak bir güç olarak gören ve çıkarlar mantığına göre onunla bir arada var olmanın gerekli olduğunu savunan, daha katı bir Jacksoncı gerçekçiliğe dayanıyor.

Çin bugün, bu kavramın ilk kez ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde de ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı. Trump, teknolojik kısıtlamalar ve ittifaklar yoluyla baskı uygulayarak Çin'i dizginleme girişimlerinin artık mümkün olmadığı ve bir düşmanı yenmek imkansız olduğunda, hassas bir güç dengesi içinde onunla başa çıkmanın daha iyi olduğu sonucuna varmış gibi görünüyor.

ABD ve Çin şu anda ekonomik olarak birbirleriyle derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır ve her iki liderin de kabul ettiği gibi, aralarındaki tam bir ayrılık gerçekçi ve olası değil.

Bu açıdan bakıldığında, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde ABD ve Çin liderleri arasında gerçekleşen görüşme, Washington ile Pekin arasında uzun süredir devam eden çatışmada geçici bir ateşkes olarak değerlendirilebilir. Trump'ın gerilimi durdurma kararı, iki gücün hayati küresel alanlarda hakimiyet kurduğunu ve her ikisinin de birbirine eşit zarar verebilecek durumda olması nedeniyle tek taraflı baskının artık etkili olmadığını kabul ettiğini yansıtıyor. Ancak, ekonomik zararda bir denge sağlanması, mutlaka istikrarlı bir ortaklık kurulduğu anlamına gelmiyor. Bu daha çok, karşılıklı kayıpların garantisi üzerine kurulu kırılgan bir istikrarı, güven veya gerçek iş birliği yerine karşılıklı yıkım korkusuna dayalı bir istikrarı işaret ediyor.

ABD’nin tutumundaki bu değişiklik özünde gerçekçi olsa da ilkelere veya değerlere dayanmıyor. Trump, Şi ile yaptığı görüşmeyi ‘harika’ olarak nitelendirerek, bunun sonucunda ‘muazzam miktarda soya fasulyesi ve diğer tarım ürünleri’ elde edildiğini belirtti. Bu ifadeler, iki tarafı bir araya getiren konuların eşit ülkeler arası küresel ortaklık değil, iki büyük güç arasındaki ticari bir anlaşma olduğunu gösteriyor. Trump, G2 çerçevesini, çok taraflı çerçevelerin ve geleneksel ittifakların kısıtlamaları dışında ikili anlaşmalara varmak için uygun bir araç olarak görüyor. Böylece Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Avrupa Birliği (AB) ve Washington’ın diğer ortakları gibi kurumlardan uzak bir şekilde müzakere etme imkanı buluyor.

Gümrük vergisi indirimi anlaşmaları, nadir toprak elementleri düzenlemeleri ve fentanil kaçakçılığıyla mücadele kapsamındaki taahhütler, bu anlaşma temelli diplomasinin en göze çarpan özellikleri olarak ortaya çıkıyor. Ancak bunlar hiçbir şekilde iki gücün liderliğindeki ortak bir küresel düzenin temelini oluşturmuyor.

Trump’ın G2 vizyonu, Soğuk Savaş'a geri dönüş demek değil

Trump'ın G2 vizyonu, Bush döneminde ortaya çıkan vizyonla aynı değil. Bunun yanında hiçbir şekilde Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasına geri dönüşü de temsil etmiyor. O dönemde dünya, ideolojik ve askeri ayrılıklarla karşı karşıya olan iki süper güç olan Sovyetler Birliği ve ABD arasında bölünmüştü. Çoğu ülke bu iki süper güçten birine katılmak zorunda kalmıştı. Avrupa bağımsız bir güce sahip değildi, Asya ise ideolojik vekalet savaşlarının yaşandığı arenaydı.

Ancak bugün dünya tamamen farklı yapısal koşullar altında işliyor. Avrupa, gücü azalmasına rağmen, önemli ekonomik ve normatif ağırlığa sahip bağımsız bir kutup olmaya devam ediyor. Japonya ve Güney Kore artık sadece ABD’nin müttefikleri değil, kendi bölgesel hedefleri olan stratejik aktörler. Hindistan, ABD ve Çin'in etkisi arasında bağımsız konum arayan gerçek bir süper güç olarak ortaya çıkmıştır. Brezilya'dan Nijerya'ya ve Vietnam'a kadar uzanan Küresel Güney, rakip bloklarla ittifak kurmak yerine stratejik bağımsızlık peşinde.

Karşılıklı olarak ekonomik bağımlılık, iki kutupluluğun anlamını tamamen değiştirdi. Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği ekonomik olarak birbirinden ayrıydı. Güçleri, küresel ekonomiye entegrasyonlarına değil, askeri güçlerine ve ideolojik çekiciliklerine dayanıyordu. Bugün ise ABD ve Çin ekonomik olarak derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdalar ve her iki ülkenin liderinin de kabul ettiği üzere tamamen ayrılmaları ne gerçekçi ne de olası bir durum.

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor.

Bu da Trump ve Şi, G2 konusunda açık bir anlaşmaya varmış olsalar bile (ki varmadılar) bunun etkisinin sınırlı olacağı anlamına gelir. Süper güçler Soğuk Savaş döneminde dünyayı ideolojik bloklara bölüp vekalet savaşları ve propaganda yoluyla iradelerini dayatabilmişlerdi. Bugün ise dünyayı bölmeye yönelik herhangi bir girişimin, itiraz etme kapasitesine sahip diğer güçler tarafından derhal reddedileceğine şüphe yok. Örneğin Suudi Arabistan, ABD’nin askeri koruması karşılığında Çin ile ekonomik bağlarını koparmayacak, Vietnam dengeleme stratejisinden vazgeçmeyecek ve Hindistan, dış politikasının ABD'nin iradesine tabi olduğu bir dünyayı kabul etmeyecektir.

Pekin'in bakış açısıyla Trump'ın ikili yaklaşımının yumuşak şekilde reddedilmesi

Bu bağlamda Pekin'in, ABD Başkanı Donald Trump'ın G2 konsepti önerisine verdiği tepkisi dikkati çekiyor. Bu öneri, ABD ile Çin arasındaki göreceli eşitliği zımnen kabul etmek anlamına gelse de küresel sistemin ikili liderlik fikrini gerçek anlamda kabul etmekten uzak. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre aksine, Trump'ın sanayi politikalarından teknoloji liberalleşmesine ve Amerikan imalat sektörünün canlandırılmasına kadar uzanan ‘Önce Amerika’ gündemi, esasen 21’inci yüzyılda ABD’nin mutlak hegemonyasını pekiştirmeyi amaçlıyor.

ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)

Pekin, G2 çerçevesini açıkça reddetmiyor. Çünkü bunu yaparsa, diğer hiçbir başkanın yapmadığını yapan bir ABD başkanıyla gereksiz şekilde gerilime yol açabilir. Ancak tam olarak kabul de etmiyor. Bunun yerine Çinli yetkililer bu kavramı, iki gücün dünyaya iradesini dayattığı iki kutuplu bir sistem olarak değil, çok taraflılığa daha geniş bir bağlılık çerçevesinde iki büyük gücün ortak konularda koordinasyon kurmasına olanak tanıyan düzenleme şeklinde yeniden tanımlamaya çalışıyor. Çin Dışişleri Bakanlığı’nın bir sözcüsü yaptığı açıklamada, Çin'in gerçek çok taraflılığa bağlı kalmaya ve çok kutuplu, eşitlikçi ve düzenli bir dünya için çalışmaya devam edeceği yönündeki ülkenin kesin tutumunu bir kez daha vurguladı.

Pekin, bu şekilde G2 çerçevesini resmi olarak kabul etmekle birlikte, onun özünü reddediyor. Evet, Çin ve ABD küresel etkiye sahip büyük güçlerdir, ancak bu etki iki kutuplu dünyada değil, çok kutuplu bir dünyada geçerli.

G2 çerçevesi dışındaki güçler

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor. Bu ifadenin kullanılması, müttefik başkentlerde ABD yönetiminin onların aleyhine Çin ile anlaşmalar yapacağından endişe duyulmasına neden oldu.

Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak daha derin sorun, Avrupa, Japonya, Hindistan ve diğer ülkeleri ikincil konuma yerleştiren Trump'ın dünya görüşünde yatıyor. Bu görüş, çarpık bir stratejik gerçekliği yansıtıyor. Dünya 2025 yılında, Washington ve Pekin arasındaki ikili rekabet temelinde dönmeyecek, aksine büyük ve orta büyüklükteki güçlerin etkileşime girerek sonuçları şekillendirdiği, bölgesel ittifakların küresel rekabetin ötesinde önem kazandığı ve ekonomik ve askeri gücün otomatik olarak siyasi sadakate dönüşemediği karmaşık bir manzaraya sahip olacak.

ABD’nin tek taraflılığının ötesinde

G2 kavramı, üst düzey ikili toplantıları ifade etmek için kullanılan diplomatik bir terim olarak kullanılmaya devam edebilir. Bu da ticaretteki gerilimleri hafifleten ve belirli konularda ABD ile Çin arasında ortaklık izlenimi veren ek anlaşmaların önünü açabilir. Ancak bu kavramın ifade ettiği gibi, küresel sistem yapısının radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesinin önünü açmaz. Çin, dikkatli diplomatik diliyle, bu kavramın altında yatan varsayımları kabul etmediğini açıkça belirtti. Kendisini dünyanın eş lideri olarak değil, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyada birkaç büyük güçten biri olarak görüyor.

Trump’ın vizyonu ile Çin’in vizyonu arasındaki bu uyuşmazlık -ve her ikisi ile 2025’in jeopolitik gerçekliği arasındaki uyuşmazlık- Busan’daki zirvenin gerçek sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak asıl mücadele, iki kutuplu dünyanın liderliği için ABD ile Çin arasında değil, ABD’nin tek kutupluluğunun sona ermesinden sonra ne olacağına dair karşıt vizyonlar arasında yaşanıyor. Sonuç olarak bunu sadece Trump ile Şi arasında yapılan müzakereler değil, gelecekteki dünya düzenini şekillendirmede giderek daha etkili hale gelen diğer güçlerin tercihleriyle de belirlenecektir.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Uzmanlar uyardı: "Zihin kontrol silahları" gerçek oluyor

 Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
TT

Uzmanlar uyardı: "Zihin kontrol silahları" gerçek oluyor

 Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)
Rus özel harekatçılarının kullandığı gaz nedeniyle birçok rehine bilincini kaybetmişti (Reuters)

Britanyalı bilim insanları bilinç, algı veya hafızayı değiştirebilen silahların yakın zamanda gerçeğe dönüşebileceğini söylüyor. 

Birleşik Krallık'taki Bradford Üniversitesi'nden Michael Crowley ve Malcolm Dando, Kraliyet Kimya Topluluğu tarafından yayımlanacak yeni kitaplarında, insanın sinir sistemini hedef alan "beyin silahlarının" artık yalnızca bilimkurgularda kalmayacağını savunuyor.  

24 Kasım'da yayımlanacak kitap, merkezi sinir sistemini (MMS) etkileyen kimyasalların araştırılması için yürütülen devlet fonlu çalışmaları konu ediniyor. 

Guardian'a konuşan Crowley, Soğuk Savaş'ta ve sonrasında ABD, Sovyetler Birliği ve Çin'in MMS'ye etki eden silahlar geliştirmek için "aktif çaba gösterdiğini" söylüyor. 

Bu programların insanlarda "bilinç kaybı, uyuşma, halüsinasyon, kafa karışıklığı ve felç" dahil uzun süreli bozukluklar yaratacak cihazların geliştirilmesini hedeflediğini belirtiyor. 

Araştırmacılar, 2002'de Moskova Tiyatrosu'na Çeçen militanlar tarafından düzenlenen baskını da hatırlatıyor. Rehine krizinde Rus özel harekatçılar, binanın havalandırma sisteminden içeri fentanil bazlı "uyku gazı" sıktıktan sonra operasyona başlamıştı. Rus askerler 40 ayrılıkçı militanı öldürmüş, 132 rehinenin çoğununsa gazdan etkilenerek yaşamını yitirdiği bildirilmişti.

Kitabın dünyaya bir uyarı niteliğinde olmasını istediklerini belirten Crowley şöyle devam ediyor: 

Kulağa bilimkurgu gibi geliyor ama bu, bilimsel bir olguya dönüşüyor. Bizatihi beynin savaş alanına dönüşeceği bir çağa giriyoruz. Merkezi sinir sistemini manipüle etmek için kullanılan araçlar giderek daha hassas, erişilebilir ve devletler için daha cazip hale geliyor.

Biyolojik ve kimyasal silahlarla ilgili araştırmalar yürüten Dando da tehdidin arttığı uyarısında bulunuyor: 

Nörolojik bozuklukları tedavi etmemizi sağlayan bilgiler, bilişsel işlevleri bozmak, itaatkarlık yaratmak ve hatta gelecekte insanları farkında olmadan faillere dönüştürmek için kullanılabilir.

Dando ve Crowley, Lahey'de 24-28 Kasım'da otuzuncusu düzenlenecek Taraf Devletler Konferansı'na (Conference of the States Parties/CSP) katılacak. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü'ne üye ülkelerin oluşturduğu CSP, Kimyasal Silahlar Sözleşmesi'nin denetiminden sorumlu.

Bilim insanları, gelecekte karşılaşılabilecek bu silahlara karşı şimdiden gerekli önlemlerin alınması gerektiğini söylüyor. Crowley, "Bu bir uyarıdır. Bilimin bütünlüğünü ve insan zihninin kutsallığını korumak için hemen harekete geçmeliyiz" diyor.

Independent Türkçe, Guardian, News Bytes