Suriye Erdoğan'a Akdeniz’deki doğalgaz ittifaklarını yeniden şekillendirebileceği yeni bir kart verdi

Türkiye'nin Şam'daki enerji hedefleri, İsrail'in Avrupa ve Körfez ülkeleri arasındaki ekonomik koridorun bir parçası olma hedeflerinden bazılarına çomak sokacak

Türkiye’nin 2020 yılında Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi’ni Güney Kıbrıs deniz yetki alanına göndermesi uluslararası taraflarca kınandı (Reuters)
Türkiye’nin 2020 yılında Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi’ni Güney Kıbrıs deniz yetki alanına göndermesi uluslararası taraflarca kınandı (Reuters)
TT

Suriye Erdoğan'a Akdeniz’deki doğalgaz ittifaklarını yeniden şekillendirebileceği yeni bir kart verdi

Türkiye’nin 2020 yılında Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi’ni Güney Kıbrıs deniz yetki alanına göndermesi uluslararası taraflarca kınandı (Reuters)
Türkiye’nin 2020 yılında Oruç Reis Sismik Araştırma Gemisi’ni Güney Kıbrıs deniz yetki alanına göndermesi uluslararası taraflarca kınandı (Reuters)

İnci Mecdi

Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu, Suriye’de Beşşar Esed rejiminin düşmesinden günler sonra Ankara'da gazetecilere yaptığı açıklamada, Şam ile enerji kaynaklarının keşfedilmesi amacıyla Akdeniz'de deniz sınırlarının belirlenmesi için müzakerelere başlanacağını söyledi.

Bakan Uraloğlu, uluslararası hukuka bağlı olduklarını bir kez daha vurguladı. Bu açıklama akıllara, Türkiye'nin 2019 yılında Libya'nın batısında Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH) ile yaptığı ve Avrupa Birliği (AB) ile Doğu Akdeniz ülkelerinin yasadışı olarak nitelendirdiği anlaşmayı getirdi.

Türkiye ile Suriye arasında imzalanması muhtemel bir anlaşmaya karşı çıkan Güney Kıbrıs ve Yunanistan, anlaşmanın ülkelerinin egemenlik haklarına zarar verebileceği, Girit ve Kıbrıs gibi adaların denizcilik haklarına meydan okuyacak bir emsal oluşturabileceği uyarısında bulundu.

Rum Hükümet Sözcüsü Konstantinos Letimbiotis yaptığı açıklamada, Türkiye ve Suriye gibi iki komşu kıyıya sahip ülke arasında yapılacak herhangi bir anlaşmanın ‘uluslararası hukuk temelinde’ olması gerektiğini söyledi.

Letimbiotis, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Uluslararası hukuka, özellikle de (Ankara’nın taraf olmadığı) Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde yansıtıldığı şekliyle uluslararası deniz teamül hukukuna dayanmalı ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bölgedeki haklarını dikkate almalı.”

Türkiye Akdeniz'de nüfuz elde ediniyor

Avrupa, Doğu Akdeniz'i Rus doğalgazına önemli bir alternatif olarak görüyor. İsrail ve Mısır'ın bölgedeki enerji merkezi olacağı bölgesel bir doğalgaz pazarı kurmak amacıyla 2019 yılında oluşturulan Doğu Akdeniz Gaz Forumu (EastMed) üyeleri arasında Avrupa’dan da dört ülke yer alıyor. Mısır, İsrail ve Avrupa Komisyonu, 2022 nisanında, doğal gaz endüstrisinde güçlü bir altyapıya sahip olan Mısır'ın Idku ve Dimyat'taki sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) tesisleri aracılığıyla Avrupa kıtasına doğalgaz tedarik etmek üzere bir mutabakat zaptı imzaladı. Avrupa, Rusya’dan yapılan doğalgaz ithalatına alternatif olarak doğalgaz ihtiyacının bir kısmını Doğu Akdeniz'den karşılamaya çalışıyor. İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs, EastMed üyesi ülkeler arasındaki iş birliği çerçevesinde bir elektrik enterkoneksiyon projesi için anlaşma imzaladı.

Yunanistan açıklarında devriye gezen bir Yunan savaş gemisi (AFP)Yunanistan açıklarında devriye gezen bir Yunan savaş gemisi (AFP)

Ancak Ankara, Türkiye'nin EastMed’in dışında tutulması karşısında 2019 yılından bu yana Libya ile deniz sınırlarını belirleme anlaşması imzalamak başta olmak üzere komşularına karşı hamlelere girişti. Bu durum üzerine Fransa, 2021 kasımında Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrarı sağlamak üzere bölgeye FS AUVERGNE fırkateynini gönderdi. Ankara, Güney Kıbrıs'ın münhasır ekonomik bölgesi (MEB) içindeki alanlarda enerji kaynakları arama çalışmaları yürütmekle tehdit eden sismik araştırma gemilerini defalarca kez bölgeye gönderdi. Bu sular üzerinde hak iddia eden Türkiye, bir ada devleti olarak Güney Kıbrıs'ın 12 deniz milinin ötesinde bir MEB’e sahip olma hakkını tanımıyor.

Suriye ile deniz sınırlarının belirlenmesine yönelik yeni bir anlaşma imzalayacağını duyuran Ankara, bölgesel aktörler arasındaki şiddetli rekabet bağlamında Doğu Akdeniz'de yeni bir nüfuz alanı oluşturmaya çalışıyor. Zira Ankara, Güney Kıbrıs'ın MEB’inin büyük bir kısmının ya kendi kıta sahanlığı ile çakıştığını ya da 1974'ten bu yana Türkiye askerinin bulunduğu ve başka hiçbir ülke tarafından tanınmayan Kıbrıslı Türklerin yoğun yaşadığı Kuzey Kıbrıs’a ait olduğunu savunuyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, şu an Suriye’de iktidarda olan muhaliflerle güçlü bir ilişkiye sahip. Şam, Ankara'nın Doğu Akdeniz'deki MEB iddialarını tanımaya daha istekli olabilir. Bununla birlikte Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile devam eden anlaşmazlıklarda konumunu güçlendirebilir.

Suriye Erdoğan'ın elini güçlendiriyor

Suriye'deki yeni durum, Türkiye'nin bölgede bir enerji merkezi olarak hareket edebilmesi için fırsat sunuyor. Gözlemcilere göre Suriye'nin istikrara kavuşması Katar’daki doğalgaz sahalarını Suudi Arabistan, Ürdün ve Suriye üzerinden Türkiye'ye bağlayacak boru hattı projesini yeniden canlandırabilir, ancak böyle bir boru hattı inşa etmenin 25 milyar dolar civarında olacağı tahmin edilen maliyeti, özellikle de LNG sevkiyatının şu anda daha ekonomik bir seçenek olması nedeniyle, projeyi mali açıdan uygulanamaz hale getirebilir. Yunan basınında yer alan haberlere göre Suriye'nin batısını, Suriye'yi Ürdün ve Mısır'a bağlayan ve Mısır ve İsrail doğalgazını Avrupa'ya taşıyabilecek olan mevcut Arap Doğalgaz Boru Hattı'na bağlamak da gündemdeki bir diğer proje.

Londra merkezli Chatham House Enstitüsü tarafından hazırlanan bir rapora göre Türkiye, iç savaşta kazanan tarafı desteklediği için Suriye'nin çatışma sonrası geleceğini şekillendirmede güçlü bir konuma sahip. Yenilenen kârlı inşa ihalelerini almaya hazır olan Türk şirketleri, Suriye ile olası bir deniz sınırı anlaşmasından da faydalanabilir. Bu anlaşma Doğu Akdeniz'i yeniden şekillendirebilir ve Güney Kıbrıs pahasına her iki ülkeye de ekonomik faydalar sağlayabilir.

Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia'da aktardığı analize göre İtalya Siena Üniversitesi'nde araştırmacı olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika istihbarat ve güvenlik analisti Roberta La Fortezza, Suriye'deki son gelişmelerin ve Şam'daki yönetim değişikliğinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bölgedeki mevcut enerji haritasını yeniden şekillendirebileceği yeni bir kart verdiğini söyledi. La Fortezza, Türkiye'nin ülkedeki kilit altyapının yeniden inşasını desteklemek için Şam ile anlaşmalar yapabileceğini ve yeni Suriye yönetiminden uzun vadede Türkiye'nin çıkarlarını korumak için kullanabileceği önemli siyasi pozisyonlar elde edebileceğini belirtti.

Akdeniz'deki jeopolitik nüfuzunu arttırmak ve Avrupa'nın enerji merkezi haline gelmek Türkiye'nin stratejisinin başlıca hedeflerinden biri. İtalyan araştırmacı, Suriye ile imzalanacak Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşması, Kıbrıs adasının kuzeyinin ya da Ankara'nın tanımlamasıyla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) de dahil edilmesini içerebileceğini, bunun için de Şam'ın uluslararası alanda tanınmayan bu cumhuriyeti tanıması gerektiğini, bunun da Ankara'nın Doğu Akdeniz'deki enerji kaynakları üzerindeki iddialarını güçlendireceğini belirtiyor.

“Mavi Vatan” doktrini

Türkiye’nin Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz olmak üzere üç denizi kontrol edecek şekilde genişletilmesini öngören ‘Mavi Vatan’ doktrinindeki rolüyle tanınan müstafi Tümamiral Cihat Yaycı daha önceki yorumlarında, “Suriye’nin yeni hükümetinin Türkiye ile bir MEB Antlaşması imzalaması durumunda GKRY’nin Suriye’ye önerdiği deniz alanından yüzde 12 daha fazla deniz yetki alanı kazanacaktır” ifadelerini kullandı. Milliyet gazetesinde yar alan bir haberde, Suriye'deki değişimin Türkiye üzerinden Avrupa'ya uzanan yeni bir enerji koridoru için nasıl fırsat yarattığına dair bir analiz yayınladı.

Bu yenilenen hedefler, geçtiğimiz ay İstanbul'da düzenlenen ve Türk yetkililerin Azerbaycan, Libya ve Özbekistan gibi büyük gaz üreticilerinin yanı sıra, Gürcistan gibi transit ülkelerin ve Doğu Avrupa'daki ithalatçıların temsilcilerini ağırladığı büyük bir enerji zirvesinde açıkça görüldü. Ankara Türkiye'nin, doğudaki ve güneydeki doğalgaz üreticileri ile batıdaki pazarlar arasında önemli bir geçiş noktası olmasını istiyor.

Chatham House'dan Karim Elgendy’ye göre mevcut enerji altyapısı bu hedefler için iyi bir temel oluşturuyor. Azerbaycan doğalgazını Avrupa'ya taşıyan Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı'nın (TANAP) Türkiye'nin transit ülke olarak uygunluğunu şimdiden kanıtladığını belirtiyor. Türkiye’de yedi gaz boru hattı, beş LNG terminali, üç yüzer depolama ünitesi ve iki yeraltı depolama tesisi bulunuyor.

Zorlu bir rakip olarak İsrail

Ancak gözlemciler İsrail'in Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki nüfuzunu kabul etmeyeceğini, özellikle de EastMed’e Avrupa'ya ihraç edilen enerji için bölgesel bir merkez olmak üzere katıldığını söylüyor. Bu dosya, Avrupa'ya enerji ihraç etmek için Güney Kıbrıs ve Yunanistan ile kapsamlı projelere sahip olan Tel Aviv için önemli bir jeopolitik silah olma özelliği taşıyor. Bu projelerden en önemlisi, dünyanın en uzun ve en derin yüksek voltajlı doğru akım hattı olması planlanan Büyük Deniz Enterkonnektörü’nün inşası. AB, 2030 yılına kadar tamamlanması öngörülen projeyi finanse etmekle ilgilendiğini daha önce açıklamıştı.

Üç ülke ayrıca İsrail açıklarındaki doğalgaz sahasını Güney Kıbrıs ve Yunanistan'dan geçecek bir boru hattıyla İtalya'ya bağlayacak ve yıllık 10 milyar metreküp doğalgaz kapasitesiyle Avrupa için Rusya’nın doğalgazına alternatif olacak bir projeye de sahip. Ancak proje bazı teknik ve jeopolitik engellerle karşı karşıya. Bunlardan biri olarak ABD iki yıl önce projeye verdiği desteği geri çekti. Buna karşın EastMed projesinin Güney Kıbrıs ve Yunanistan yerine kendi topraklarından geçmesini isteyen Türkiye, Suriye'nin batısına bir boru hattı inşa ederek ve (Suriye, Ürdün ve Mısır'ı birbirine bağlayan) mevcut Arap Doğalgaz Boru Hattı’na bağlanarak, İsrail ve Mısır gibi bölgesel doğalgaz üreticilerine Avrupa pazarlarına giden bir rota sunabilir ve potansiyel olarak EastMed projesini engelleyebilir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrailli mevkidaşı Herzog'u 2022 yılında Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasında resmî törenle karşıladı (Reuters)Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrailli mevkidaşı Herzog'u 2022 yılında Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasında resmî törenle karşıladı (Reuters)

İsrail merkezli düşünce kuruluşu Begin-Sadat Stratejik Araştırmalar Merkezi (BESA) tarafından yayınlanan bir makalede siyaset bilimci Elai Rettig, Türkiye'nin Suriye'deki enerji hedeflerinin İsrail'in Avrupa ve Körfez ülkeleri arasında Hindistan-Ortadoğu-Avrupa Ekonomik Koridorunun bir parçası olma hedeflerinin bazılarını baltalayacağını savundu. Katar ve Türkiye arasında yeni bir doğalgaz boru hattının inşa edilmesi, bu güzergâhın karayolları, demiryolları ve elektrik kabloları gibi ek altyapılarla tamamlanmasını kolaylaştıracak ve böylece Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve diğer Körfez ülkelerinin Doğu Akdeniz'e ulaşmak için Ürdün ve İsrail üzerinden tamamen yeni bir koridor inşa etmek yerine bu hatta bağlanarak Türkiye üzerinden Avrupa'ya doğalgaz ve diğer ürünleri ihraç etmeleri daha kolay olacak.

BAE'nin Katar ve Türkiye ile transit ortak olmak istemeyeceği aşikâr. İsrail’in de özellikle Avrupa ve ABD'deki potansiyel yatırımcılara, bölgesel ekonomik planların önemli bir bileşeni olarak Güney Kıbrıs ve Yunanistan ile bir Doğu Akdeniz ekonomik koridoru kurulması fikrini sunmaya devam etmesi gerekiyor.

Endişe kaynağı olarak Türkiye

İsrail'in bakış açısına göre Türkiye'nin mevcut bölgesel stratejisi sadece enerji meselesi açısından değil, her şeyden önce Ankara'nın Suriye'deki konumu açısından da endişe kaynağı olmaya devam ediyor. İsrail, enerji konusunda Doğu Akdeniz'de Türkiye karşıtı bir eksende, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile ilişkilerini kademeli olarak güçlendirebilir. Yunanistan ve İsrail arasında 23 Aralık 2024 tarihinde imzalanan ve İsrail'den Yunanistan üzerinden AB ülkelerine yeşil enerji koridoru oluşturmayı ve Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail arasında yapılan ve Büyük Deniz Enterkonnektörü’nün inşasını hızlandırmayı amaçlayan enerji anlaşması bunun bir örneğidir. Ankara'nın bu anlaşmaya hemen karşı çıkması tesadüf değildir.

İsrail'in şu anki en büyük endişesi Türkiye'nin Suriye'deki konumu. İsrail için Şam'daki durumun getirdiği birinci avantajın, İran ve Hizbullah'ın kuzey sınırında zayıflaması olduğuna şüphe yok. Ancak Ankara tarafından desteklenen Sünni radikal grupların yükselişi ve İsrail sınırındaki varlıkları, Şiilerin varlığı ve Hizbullah üyelerinin Suriye'ye sızma ihtimalinden daha az olmayan uzun soluklu bir tehlike yaratıyor. İsrail, Suriye’deki yeni yönetimin kötüleşmesinden ve ülkeyi iç savaş uçurumuna geri döndürmesinden korkabilir. Şam'da Türkiye yanlısı Sünni İslamcı bir hükümetin kurulması ve yeni Suriye'nin Türkiye'nin çıkarlarını savunma eğiliminde olması, İsrail'in bölgedeki çıkarlarına ve özellikle de bölgesel güvenlik fikrine ters düşer.

Muhtemel ittifaklar

Ancak Ankara, Doğu Akdeniz'de doğalgaz arama çalışmalarında İsrail ile iş birliği yapmak istiyor. Gazze Şeridi’ndeki savaştan önce iki ülke Türkiye'den İsrail'in en büyük açık deniz doğal gaz sahası ve güney Avrupa ülkelerine doğalgaz taşıyacak olan Leviathan doğalgaz sahasına sualtı boru hattı inşa etmek için bir proje başlatmaya hazırlanıyordu. Gazze Şeridi’ndeki savaştan sonra Avrupa başkentlerindeki gözlemciler, bölgedeki yeni gelişmelerin Doğu Akdeniz ülkeleri ile Türkiye arasında çatışma yerine daha fazla iş birliğine yol açabileceğini düşünüyorlar.

Öte yandan bu gelişmeler Mısır, Yunanistan, İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan, Türkiye, Suriye, Mısır ve Suudi Arabistan'ı birbirine bağlayan çok yönlü enerji projeleri aracılığıyla daha geniş bir bölgesel iş birliğine yol açabilir. Bu projeler toplu olarak, bölgesel enerji güvenliğini destekleyecek, ekonomik iş birliğini teşvik edecek ve bölge ülkeleri arasındaki karşılıklı bağımlılığı arttırarak, jeopolitik gerginliklerin azaltılmasına yardımcı olacak yeni bir enerji altyapısına dönüşebilir.

Arap Doğalgaz Boru Hattı

Türkiye’nin Katar ile bir boru hattı inşa etme planları İsrail'in çıkarlarına zarar verebilirken, Elai Rettig, Türkiye’nin bir başka planının İsrail'in doğal gaz ihracatı için yeni pazarlar açmasına yardımcı olabileceğini söylüyor. Geçtiğimiz ay boyunca Türkiye, Suriye üzerinden Arap Doğalgaz Boru Hattı'na bağlanma olasılığını yeniden değerlendirdi. 2003 yılında açılan Arap Doğalgaz Boru Hattı, başlangıçta Mısır'ın Ürdün ve Suriye'nin kuzeyine doğalgaz ihraç edebilmesi için inşa edilmişti. 2006 ve 2008 yıllarında boru hattını Türkiye'ye uzatma projesi için imzalar atıldıysa da 2009'da özellikle mali anlaşmazlıklar ve Mısır'ın ihraç edilebilir doğal gaz stoklarının azalması nedeniyle bundan vazgeçildi. Bugün boru hattı temelde İsrail'e hizmet ediyor. İsrail doğalgazını Ürdün ve Mısır'a taşıyan boru hattının Suriye bölümü kullanılmıyor. Boru hattı yılda yaklaşık 10 milyar metreküp doğal gaz taşıyabilecek kapasiteye sahip. Bu miktar boru hattının ilave kompresör istasyonlarıyla donatılması halinde 15 milyar metreküpe çıkarılabilir.

Karim Elgendy’ye göre yeni ve istikrarlı bir Suriye devletinin kurulması ihtimali, Türkiye'nin bu potansiyelden faydalanması için bir fırsat yaratıyor. Türkiye, Suriye'nin batısına bir gaz boru hattı inşa ederek ve (Suriye, Ürdün ve Mısır'ı birbirine bağlayan) mevcut Arap Doğalgaz Boru Hattı’na bağlanarak, İsrail ve Mısır gibi bölgesel doğalgaz üreticilerine Avrupa pazarlarına mevcut LNG alternatiflerinden ticari olarak daha uygun bir rota sunabilir.

Eğer Türkiye, Arap Doğalgaz Boru Hattı'nın Suriye bölümünün yeniden kullanıma geçmesini sağlamayı başarırsa, İsrail teorik olarak doğalgazı Ürdün üzerinden kuzeye, Türkiye'ye ve oradan da Avrupa'ya taşıyabilir. Böyle bir planın, İsrail ile Türkiye arasındaki diplomatik ilişkilerde önemli bir iyileşme olmadan ve İsrail ile Suriye'deki yeni yönetim arasında normalleşme sağlanmadan gerçekleşmesi pek olası değil. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmese bile Ürdün ya da Mısır'ın İsrail doğalgazının ‘son kullanıcısı’ olarak kalması ve Türkiye'ye satılması halinde İsrail doğalgazı yine de Türkiye'ye ulaşabilir. Benzer bir düzenleme son iki yıldır yürürlükte. İsrail doğalgazı Mısır'a ihraç ediliyor, Mısır da bu doğalgazı sıvılaştırarak Türkiye'ye ve başka yerlere ihraç ediyor.

Sınırlı iş birliği

Ancak bu senaryo Mısır, İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Filistin, Ürdün, İtalya ve Fransa'yı kapsayan EastMed için gerçek bir zorluk teşkil edebilir. Elgendy ayrıca İsrail'in doğalgaz boru hattıyla Türkiye'ye dolaylı da olsa doğalgaz satmak için yapacağı herhangi bir anlaşmanın Güney Kıbrıs ve Yunanistan tarafından İsrail'le olan çıkarlarını zedeleyici olarak görülebileceğine dikkati çekti.

Bu yüzden İsrail, Güney Kıbrıs ve Yunanistan'ın endişelerini giderecek adımlar atmak zorunda. İsrail, Türkiye üzerinden doğalgaz ihraç etme fırsatının Doğu Akdeniz'de ortak altyapıyı geliştirme planlarına engel olmayacağını açıkça belirtmeli. Arap Doğalgaz Boru Hattı'nın Suriye bölümünün yeniden kullanıma geçmesi planları gerçekleşse bile, İsrailli enerji şirketleri, doğalgaz için Suriye ve Türkiye'ye ana transit ülkeler olarak güvenmek istemeyecek ve bunu sadece ihtiyatlı bir şekilde ve sınırlı miktarlarda kullanacaklar. Dahası, İsrailli enerji şirketleri, kısmen borç geri ödeme sorunları nedeniyle, İsrail doğalgazını Türkiye'ye satmak için son kullanıcı olarak sadece Mısır ve Ürdün ile yetinmeyi istemiyorlar. Portföylerini çeşitlendirmek için Güney Kıbrıs ile LNG ortak girişimi gibi yeni pazarlara daha doğrudan bir yol tercih ediyorlar.



Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
TT

Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)

Independent Arabia

Otuz yıldır, entelektüel ve kültürel söylemlerde küreselleşme veya bazılarının deyimiyle ‘gezegenselcilik’ ile ilgili yeni terimler ortaya çıktı. Bu hareketin ön saflarında, çalışmalarının niteliği nedeniyle tanınmış olanlar ve anonim kalanlar olmak üzere, bu yeni hümanist yaklaşımı ortaya koyan etkili sesler yer aldı.

Dünya, ünlü Amerikalı yazar Thomas Friedman'ı, uluslararası ilişkiler ve ticarette yeni bir çağın habercisi olan ‘Küreselleşmenin Geleceği: Lexus ve Zeytin Ağacı’ adlı kitabıyla tanıdı.

Ancak, duyulmayan muhalif sesler de vardı. Bu kişiler arasında olan Immanuel Wallerstein, dünyayı çekirdek, çevre ve yarı çevre ülkeleri olarak ayıran ve ekonomik küreselleşmenin dinamiklerini anlamaya yardımcı olan ‘dünya sistemi’ teorisinin geliştiricisiydi.

Küreselleşme çalışmaları alanında önde gelen Alman sosyolog Ulrich Beck, küreselleşme bağlamında ‘risk toplumu’ kavramlarına odaklanmasıyla tanınır.

Ronald Robinson ise küreselleşme ve evrensel kültürün sosyal teorisine katkıda bulunan bir tarihçiydi.

Mesele şu ki, biz burada isimleri sıralamak için değil, bu yazının özünde yatan ana sorunun cevabını aramak için bulunuyoruz: Küreselleşmenin bir geleceği var mı? Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması ve ABD’nin dünya kaynaklarını ve kontrolünü otoriter bir şekilde domine ettiği, yeni tek kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılan düzenin ortaya çıkmasıyla 1990'larda başlayan süreci tamamlama şansı hala var mı?

Bu sorular, küreselleşmenin modern bir fenomen olarak sona eriyor olabileceği ya da en azından yön değiştirip farklı bir isim altında yeni bir döneme yol açmak üzere olduğu konusunda hemfikir olan okumalar çerçevesinde gündeme getirildi.

Her halükârda tartıştığımız bu olgunun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle de dünya çapında fikir ve ticaret akışında heyecan verici bir rol oynadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Bu olgunun dünyayı her zamankinden daha fazla birbirine bağladığını, engelleri ortadan kaldırdığını ve duvarları yıktığını söylemek abartı olmaz.

Öte yandan, dünya özellikle 1960'larda Kanadalı sosyolog Marshall McLuhan'ın ‘küresel köy’ tanımının ötesine geçip akıllı telefonların temsil ettiği bir ‘dünya kutusu’ haline geldikten sonra, benzeri görülmemiş türde tehditler ortaya çıktı.

Ancak, bugün dünyada birçok küreselleşme eğilimi nedeniyle büyük bir endişe hakim. Bunların başında, küresel savaşları tetikleme tehdidi oluşturan silahlı çatışmaların geri dönüşü, eşit kalkınma fırsatlarından yoksun bir gezegen ve ekolojik ve çevresel felaketlerin darbeleri altında inleyen bir dünya geliyor.

Öyleyse kafası karışık insanlık bundan sonra nereye gidebilir? Küreselleşmiş dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? Elbette, bunu yargılayacak konumda değiliz, ancak en azından felsefi açıdan sorular, cevaplardan daha önemli olmaya devam ediyor. Peki, nereden başlayacağız?

Küreselleşme eski mi, yoksa yeni bir fikir mi? Belki de buradan başlayıp küreselleşme fikrini incelemeliyiz: Bu fikir modern mi, yoksa eski bir insan yapısı mı?

Kısacası, insanlık gelişmiş medeniyetler boyunca birçok bağlantı ve ayrılık biçimi tanıdı. Ancak dünyayı tek bir bütün haline getirecek tek bir sistem fikri, 1940'ların başına kadar hiç duyulmamıştı. 1940 yılında Cumhuriyetçilerin ABD başkan adayı Wendell Willkie'nin ‘tek dünya’ fikrine Amerikalılar hayran kalmıştı.

O dönemde Wendell Willkie, küreselleşmenin eşanlamlısı olan ‘tek dünya’ sloganını ortaya attı ve milliyetçiliğin beslediği ırkçılık ve emperyalist sömürünün olmadığı bir dünya çağrısında bulundu.

Profesör Samuel Zipp, ‘Bir İdealist: Wendell Wilkie'nin Savaş Döneminde Tek Dünya Kurma Arayışı’ (The Idealist: Wendell Willkie’s Wartime Quest to Build One World) adlı kitabında “Tek dünya bize yeter. İnternetin olmadığı günlerde, bu ifadenin, insanlık ve duygusal birlik arzusu gösteren idealist bir ifade olarak nasıl karşılanacağını tahmin etmek zor değil” yazıyor:

Wilkie'nin vizyonu o dönemde naif bulunmuş olsa da bize küreselleşmenin ilk dönemlerindeki görüş hakkında bir fikir veriyor. Burada ‘Bu çağrı o dönemde meyve verebilir miydi?’ sorusu ortaya çıkıyor.

cdfrg
Küreselleşmiş bir dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa artık onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? (Unsplash)

Bilinen cevap, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünyanın bir kez daha yaklaşık kırk yıl sürecek ve ‘Soğuk Savaş’ olarak bilinen başka bir küresel savaşla karşı karşıya kaldığıdır. O dönemde dünya, Atlantik ve Varşova olmak üzere iki kampa bölünmüştü ve bu da birleşik, küreselleşmiş bir dünya fikrini geçmişte kalan bir şey haline getirmişti.

Willkie, ‘tek dünya’ ifadesini kullanan ilk isim değildi; ondan önce de yazarlar ve düşünürler, buharlı gemiler, telgraflar, telefonlar, uçaklar, borsalar ve radyonun mesafeleri kısaltıp zamanı hızlandırarak uzak yerler ve kültürler arasındaki iletişimi artırdığına dair açıklamalarda bulunmuştu.

Willkie'nin bu haykırışı, modern küreselleşmenin yolunun ABD’de başladığını, ancak entelektüel öncülerin ABD’de olmadığını mı ima ediyor?

1990'lardaki küreselleşme ve farklı bir gezegen

Özetle 1945 yılındaki İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden 9 Kasım 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasına kadar geçen yaklaşık kırk yıl, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasındaki gizli Soğuk Savaş’la damgalandı ve bu da dünya çapında iki kampın oluşmasına neden oldu. Söz konusu dönem, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasında gizli bir Soğuk Savaş’la damgalandı ve dünya iki kampa bölündü. Bazı ülkelerin attığı küçük adımlar, o dönemde geçerli olan ‘bizimle değilseniz, bize karşısınız’ formülü nedeniyle, tarafsızlık durumunun oluşmasını sağlayamadı.

O zamanlar küreselleşme kavramı henüz ortaya çıkmamıştı ve bazıları McLuhan'ın vizyonunu sorguluyor, bunun özellikle radyo, televizyon ve yazılı medya aracılığıyla bilgi iletişimi kavramıyla sınırlı olduğuna inanıyordu.

Her ne kadar bütün bunlar, Doğu Avrupa halklarında devrim yaratmada bilinçli ve açık bir rol oynayarak onları Sovyet Demir Perdesine karşı ayaklanmaya itmiş olsa da tek bir küreselleşmiş dünya fikrini yaratacak kadar etkili olamadı.

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyet cumhuriyetlerinin dağılmasının başlaması, tek kutuplu bir güçle sonuçlanan yeni bir kozmik başlangıcı işaret etti. O gün, ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ veya Amerikan tek kutupluluğu terimini ortaya attı.

O dönemde birçok sosyolog, ABD’ye bağımlılık çağının başladığına ve Washington’daki düşünürler ve planlamacılar ile altı kıtadaki partilerin öncülüğünde küreselleşme çağının ölüm ilanı yazılmaya başlandığına inanıyordu.

Küresel ekonominin yüzünü ve insan toplumlarının koşullarını değiştiren dinamik bir hareketin bundan 35 yıl önce başladığına şüphe yok. Değerli fırsatlar yaratan bu eğilimler, birçok ülke ve bölgede hızlı ekonomik büyümeyi kolaylaştırarak, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) 2000 yılında yaklaşık 5 trilyon ABD dolarından 2016 yılında 75 trilyon ABD dolarına ve 2024 yılında 111 trilyon ABD dolarına yükselmesine katkıda bulunmuştu.

Ancak bugün, üretim ve işgücü piyasalarındaki değişimler, teknolojideki hızlı ilerlemeler ve küresel iklim değişikliği aracılığıyla radikal değişiklikler ortaya çıktı. Bu durum, dünya meselelerini izleyenlerin, özellikle ciddi endişe yaratan dördüncü bir eğilim çerçevesinde küreselleşmenin geleceğini haklı olarak sorgulamasına neden oluyor. Bu eğilim, ulusların sağlığı ve popülizmin geri dönüşüyle ilgilidir ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra faşizm ve Nazizmin çöküşünden bu yana Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşik olan liberal ve demokratik yolları tehdit ediyor.

Küreselleşmenin peşinde koşmak, sürdürülebilir kalkınma için bir umuttu ve küresel ekonomik büyümenin güçlü bir motoru olarak hizmet etti. Küreselleşme, otuz beş yılı aşkın bir süredir gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insanın yaşam koşullarının iyileştirilmesinde önemli ve hatta öncü bir rol oynadı. Ancak bugün, 21’inci yüzyılın üçüncü on yılının ortasında, siyasi ve ekonomik bir tepki var gibi görünüyor. Bu tepki Washington'da başladı ve özellikle de korumacılığın geri dönüşü, gümrük vergilerinin açıklanması ve kaba kuvvet mantığının hakim olmasıyla birlikte serbest ticaret dünyasına inanan diğer ülkelerde de yankı buldu. Bu, insanlığın nihayet tanıdığı küreselleşmeye vurulmuş büyük bir darbe mi?

Küreselleşme: Son mu, yeni bir dönem mi?

Küreselleşmenin hikayesini benzeri görülmemiş bir ciddiyet ve objektiflikle düşünmek için duran en iyi finans ve ekonomi stratejistleri arasında, Credit Suisse'in Uluslararası Varlık Yönetimi Bilgi Departmanı'nın eski başkanı ve birçok önemli uluslararası pozisyonda görev yapmış Michael O'Sullivan da yer alıyor. O'Sullivan, 2022 yılının mayıs ayında küreselleşmenin geleceğini sorgulayarak, bu fenomenin sonuna mı geldiğimizi, yoksa başkalarının dediği gibi yeni bir döneme mi girdiğimizi sordu. O'Sullivan’ın tahminine göre her halükarda yeni bir dünya düzeni geliyor ve bu düzenin 2030 yılına kadar şekillenmesi muhtemel, ancak kimse bunun nasıl bir şekil alacağını bilmiyor. Ancak, bu okumada önemli olan soru, küreselleşmenin gerilemesini ve bu gerilemenin arkasındaki eğilimleri nasıl ölçebileceğimiz sorusu.

Özetle küreselleşme yaygın ve popüler bir olgu olmaya devam etmekle birlikte, özellikle iletişim şeklimiz, çevremizi saran medya, finansal ve diğer kaynaklarımız gibi insan yaşamı üzerindeki geniş kapsamı ve etkisi nedeniyle gizemle sarılı. Küreselleşmeyi nicel olarak ölçmek için ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı, finansal akışların yoğunluğu, fikir ve veri akışı, internetin ve göçün nasıl değiştiği gibi faktörlere bakıyoruz.

Ancak son zamanlarda dünya daha bölgeselleşmiş ve çok kutuplu hale gelmiş görünüyor. Örneğin, Çin'in Hong Kong'daki eylemleri, Kovid-19 salgını karşısında ülkeler arasında iş birliğinin olmaması, Ukrayna'da yaşananlar, ticaret savaşları ve birçok ülkede kademeli bağımsızlık eğilimi gibi. Bunların hepsi, küreselleşmiş bir dünyada yaşanmayacak veya farklı şekilde yaşanacak olayların birer örneği.

Ancak, son otuz yılda küreselleşmenin etkilerinin farklılık gösterdiği açık ve bugün bu farklılık net olarak görülüyor.

Örneğin, en küreselleşmiş ülkeler İsveç, İsviçre ve İrlanda gibi küçük ülkeler ve bu ülkeler, vergi sistemleri sayesinde küreselleşmenin en kötü sonuçlarından biri olan büyük gelir eşitsizliklerini önleyebildiler.

Ancak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde durum aynı şekilde olmamıştı. Bu ülkelerde sosyal sınıflar arasındaki uçurum genişlemiş ve en kapitalist sınıflar arasında bile sosyal dengesizlik ortaya çıkmıştı.

Çin gibi kutuplaşmaya aday ülkeler ise küreselleşmeyi ekonomik güçle karşılanması gereken bir ABD’nin önerisi olarak görürken, Rusya gibi bir ülkede askeri seçenek ön plana çıktı.

Bu bağlamda, yine ‘Küreselleşmeye son darbe nihayet ABD’nin içinden mi vuruldu?’ sorusu ortaya çıkıyor.

Kanıtlar, ABD’nin en büyük müttefikinin liderlerinin bunu yaptığını gösteriyor. Peki ya uzak ülkelerin geri kalanı ya da belki de rakipleri ve düşmanları ne olacak? Bu öneri ne olacak?

İngiltere ve küreselleşmenin sonu

ABD Başkanı Donald Trump'ın geçtiğimiz nisan ayında ikinci kez göreve gelmesinden yaklaşık üç ay sonra, İngiltere'de küreselleşmenin bittiğine dair kesin bir görüş olduğu görülüyordu.

İngiltere İşçi Partisi lideri ve Başbakan Keir Starmer, 6 Nisan'da, BBC'ye verdiği röportajda “son yirmi yıldır bildiğimiz küreselleşme sona erdi” dedi. Başbakan Starmer, aynı hafta İngiliz gazetesi The Sunday Telegraph'ta yayınlanan bir makalede aynı görüşü yineleyerek, “Bildiğimiz dünya sona erdi” diye yazdı. Peki, bu en yakın ve en sadık müttefikin ABD’nin sorumlu olduğuna inanmasına neden olan neydi?

Kanıtlar, özellikle Trump yönetiminin İngiltere’ye yüzde 10'luk bir temel gümrük vergisi uygulamasının ardından, suçun Başkan Trump'ta olduğunu gösteriyor. Bu, çeşitli vergi oranlarına sahip bazı ıssız bölgeler de dahil olmak üzere dünyadaki çoğu ülkeyi hedef alan ve ‘Kurtuluş Günü’ olarak adlandırılan bir dizi karşılıklı gümrük vergisinin bir parçasıydı.

Trump’ın tanımları, küreselleşmiş iş birliği fikrini sona erdirdi ve ekonomik açıdan korumacılık ve emperyalist üstünlük yoluyla bireyciliği yeniden ortaya çıkardı. Bu da eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un (2007-2010) İngiliz gazetesi The Guardian'da acı dolu bir makale yazmasına neden oldu.

Brown, makalesinde 35 yıllık ‘yeni dünya düzeninin’ yasını tutuyor ve bu düzenin şu anda gözlerimizin önünde parçalandığını ve bu yeni ‘Trumpçı’ Amerikan yaklaşımını sürdürmekten başka bir yolun olmadığını savunuyor.

Gordon Brown, 12 Nisan'da, modern tarihin en kötü finansal krizleriyle başlayan ve Çin-ABD çatışmasının şimdiye kadarki en ciddi tırmanışıyla sona eren bir haftanın ardından, radikal dönüşümlerle şoklar arasında ayrım yapmanın zamanının geldiğini yazdı. Eğer bir değişiklik olmazsa, 2020'ler bu yüzyılın şeytani on yılı olarak hatırlanabilir. Bu terim daha önce tarihçiler tarafından 1930'ları tanımlamak için kullanılmıştı.

Brown'un tahminine göre bu on yılın tanımı, Kovid nedeniyle ölen 7 milyon insan ve küresel yoksulluk ve eşitsizliğin artmasıyla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda parçalanmış Ukrayna, yanmakta olan Gazze ile Afrika ve Asya'da haberlerde neredeyse hiç yer almayan zulümleri de içerecek. Bunların her biri, kurallara dayalı dünya düzeninin, güce dayalı bir düzenle şiddetli bir şekilde değiştirildiğinin kanıtı.

Okuyucu burada, sadece serbest ticaret değil, hukukun üstünlüğü ve uzun zamandır insan haklarına, demokrasiye, halkların kendi kaderini tayin hakkına ve devletler arası çok taraflı iş birliğine verdiğimiz öncelik de dahil olmak üzere eski düzenin her bir ayağı saldırı altında olduğu şeklindeki kesin bir sonuca varabilir. Buna, bir zamanlar dünya vatandaşları olarak kabul ettiğimiz insani ve çevresel sorumluluklar da dahil.

Öyleyse bu, Friedman'ın savunduğu küreselleşmenin şimdiden sona ermekte olduğu anlamına mı geliyor?

Küreselleşmenin sonu ve anti-Amerikanizm kavramı

Küreselleşmenin birçok karşıtı, bu uluslararası olgunun başarısızlığının ana nedeninin ABD olduğunu savunuyor. Tüm suçu Başkan Trump'a yüklemeden, bu sorun onun Beyaz Saray'a gelmesinden otuz beş yıl önce, bu eğilimin uluslararası bilinçte yer edinmesinden önce ortaya çıkmıştı. Peki, bunun anlamı ne?

Burada protestocular, ABD’nin son 35 yıldaki politikalarının küreselleşme için en önemli fırsatlardan birini heba ettiğini söylüyorlar. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Washington’ın ulusal kurtuluş, sosyal adalet ve salgın hastalıklar ve endemik hastalıklarla mücadele yoluyla dünyaya liderlik edecek bir ‘Sezar’ haline gelmesi için geniş bir marj alanı vardı. Sürdürülebilir küresel kalkınmaya yardım sağlamanın yanı sıra, dünyayı Sovyetler Birliği döneminde var olan ideolojik kölelikten kurtarmanın da önemi yadsınamaz.

Ancak ne yazık ki, Polonya doğumlu ‘Amerika'nın bilge adamı’ ve eski Başkan Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin ‘Seçim: Dünyayı Yönetmek mi, Dünyaya Öncülük Etmek mi’ (The Choice: Global Domination or Global Leadership?) adlı kitabında anlattığı gibi, kontrol arzusu ABD dış politikasını ele geçirmiş görünüyor.

Benzer şekilde yazarlar Eric Cazdyn ve Imre Szeman, ‘Küreselleşme Sonrası’ (After Globalization’) adlı önemli eserlerinde, özellikle üçüncü milenyumun başlangıcında Afganistan'ın işgaliyle başlayan ve ardından Irak’ın işgaliyle devam eden, ‘teröre karşı savaş’ olarak bilinen belirsiz kampanya ile birlikte, ABD’ye yönelik uluslararası düşmanlığın durumunu tanımlıyor. Amerikanlaşmanın ikiz ve nesnel karşılığı olan küreselleşme, özellikle 2001 yılında Washington ve New York'ta yaşanan olayların ardından, dünya çapında milyonlarca insanın zihninde yerleşti.

Ancak, 11 Eylül 2001 öncesinde, küreselleşme ve küreselleşme karşıtı hareketlerin artan farkındalığı, ABD’yi ana jeopolitik güç olarak görmeme eğilimindeydi.

ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra en etkili tek aktör olarak önemli ve tanınmış bir oyuncu idi, ancak henüz dünyadaki diğer taraflarla çatışmaya girmemişti.

O dönemde küreselleşmeye karşı yapılan gösteriler, büyük finans kurumlarının, özellikle Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çokuluslu şirketlerin hakimiyetini reddediyordu.

Amerikalı yazar Michael Hardt, 2000 yılında yayınlanan etkili kitabı ‘İmparatorluk’ta (Empire'da), ülkesini dünyanın kaderini ve geleceğini kontrol eden tek güç kavramıyla ilişkilendiriyor ve aslında sekiz yıl sonra olacakları öngörüyor.

thju
ABD Başkanı Donald Trump ikinci kez göreve başladıktan yaklaşık üç ay sonra, İngiltere’de küreselleşmenin bildiğimiz şekliyle sona erdiği konusunda kesin bir görüş oluşmuş gibi görünüyordu (Unsplash)

ABD’de 2008 yılında, emlak dünyasındaki iç manipülasyonlar ve Lehman Brothers gibi bazı büyük Amerikan bankalarının çöküşünün, büyük bir finansal krize yol açması bunun sebebiydi. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu kriz, herkesin ABD’nin yörüngesinde dönmesinden başka bir suçu olmayan küresel ekonomiyi de derinden etkiledi.

Bundan sonra, ABD’ye yönelik düşmanlık, tüm dünyanın Amerika'nın yeni efendilerinin elinde, dünya meselelerini ABD’nin keyfine göre yönetmek için esnek bir araç olarak gördüğü küreselleşme fikrine yönelik düşmanlığa dönüştü.

Joseph Nye ve Vaclav Klaus arasında küreselleşmenin geleceği

Geçtiğimiz şubat ayında, ölümünden yaklaşık üç ay önce, Amerikalı siyaset teorisyeni Joseph Nye, ‘Project Syndicate’ adlı internet sitesinde karşı karşıya olduğumuz bu olgunun gerçekliğini sorgulayarak ‘Küreselleşmenin bir geleceği var mı?’ sorusunu sordu. Nye, bu soruya, küreselleşmenin geleceğini anlamak için ekonominin ötesine bakmamız gerektiği yanıtını verdi. Çünkü ona göre askeri, çevresel, sosyal, sağlık vb. dahil olmak üzere birçok başka türde küresel karşılıklı bağımlılık söz konusu.

 Nye, bilim adamlarının iklim değişikliğinin korkunç sonuçlar doğuracağını, yüzyılın sonuna kadar küresel buz tabakalarının eriyip kıyı şehirlerinin sular altında kalacağını öngördüklerini söylüyor. Kısa vadede bile iklim değişikliği, kasırgaların ve orman yangınlarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Garip bir ironi olarak, küreselleşmenin yararlı yönlerini sınırlandırırken, maliyetli yönleriyle başa çıkamıyoruz. Trump'ın ikinci başkanlık döneminin ilk adımları arasında Washington’ın Paris İklim Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü'nden (WHO) çekilmesi olacağı açık.

Peki, merhum Profesör Joseph Nye’ye göre küreselleşmenin geleceği ne olacak?

Nye, sözlerini insanlar hareket kabiliyetine sahip oldukları ve iletişim ve ulaşım teknolojileriyle donatıldıkları sürece uzun mesafeli bağlantıların bir gerçeklik olarak kalacağına dair felsefi bir bakış açısıyla sonlandırıyor. Sonuçta, ekonomik küreselleşme yüzyıllardır devam ediyor ve kökleri, Çin'in küresel altyapı yatırım programı olan Kuşak ve Yol Girişimi'nin sloganı olarak benimsediği İpek Yolu gibi eski ticaret yollarına kadar uzanıyor. Dünya savaşları ekonomik küreselleşmenin seyrini bozmuş, korumacı politikalar onu yavaşlatmış ve uluslararası kurumlar şu anda devam eden birçok değişime ayak uyduramamış olsa da teknolojiye sahip olduğumuz sürece, yararlı olmasa bile küreselleşme devam edecek.

Küresel politika teorisyeni olan eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus'un görüşleri Joseph Nye'nin görüşlerinden farklı mı?

Klaus, 16 Eylül'de Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de düzenlenen jeopolitik zirvede dünya çapında milyonlarca, hatta milyarlarca insanın aklını meşgul eden ‘post-küresel’ boyutu ele aldı.

Klaus'un katıldığı seminer, Danube Enstitüsü ve Heritage Vakfı tarafından düzenlenmişti. Seminerde sorulan soru, hala küreselleşme çağında yaşadığımız ve bu çağın sona ermek üzere olduğu gibi oldukça tartışmalı bir varsayıma dayanıyordu.

Klaus’a göre bu yanlış bir düşünce, hatta tarihin yanlış yorumlanması.

Küreselleşmenin sonu hakkındaki görüşünde, ABD’nin nüfuzu ile küreselleşme kavramı arasındaki yukarıda bahsedilen bağlantıya atıfta bulunan Klaus, bu yüzden bu düşüncenin temelinde, ABD’nin hegemonyasını yavaş yavaş kaybeden ve yeni dünya düzenini kabul etmek istemeyen bir ülke olmasının yattığını söylüyor. Ancak bu değişim, tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya doğru devam eden geçişin bir parçası.

Klaus, yazılarında asla ‘küreselleşme’ terimini kullanmaz. Ona göre küreselleşme, belirsiz bir kavramdır, gazetecilik terimidir, muğlaklıklarla doludur, çok yüzeyseldir ve ciddi tartışmaların temeli olarak işe yaramaz.

Belki de insan faaliyetlerini daha tarafsız bir şekilde uluslararasılaştırma fikrini tercih ediyordur. Çünkü dünya tarihinin siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlemelere bağlı olarak değişen derecelerde açıklık ve yakınlaşma ile karakterize bir süreç olduğunu düşünerek, küresel sahneyi yakınlaşma ve açıklık dereceleri açısından ele almanın daha yararlı ve faydalı olacağına inanıyor.

Bu düzenlemeler, farklı özgürlük derecelerinin yanı sıra siyasi sistemin doğasının da bir sonucu. Bir toplum ve ekonomi ne kadar özgürse, o kadar açıktır ve bunun tersi de geçerlidir. Bundan dolayı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden önce kullanılan terminolojiye geri dönülmesini öneriyor.

Peki, bir son var mı?

Elbette, küreselleşmenin sonunu ilan etmek, tarihin akışına aykırı olur. Zira bu, insan iletişimi açısından bir ‘insan diyalektiğidir’ ve geçmiş insan medeniyetleri tarafından binlerce yıldır biliniyor.

Ancak asıl yeni ve belki de en heyecan verici olan ise yapay zeka (AI) devrimi gerçekleştiğinde insanlığın geleceğindeki yansımaları olacak. Bu devrim, insanlığın başlangıcından beri deneyimlediklerinden tamamen farklı özelliklere, niteliklere ve kabiliyetlere sahip yeni bir dünya yaratacak.


Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
TT

Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)

Avustralya dün dünyada bir ilk olarak, 16 yaşın altındaki çocukların sosyal medyaya erişimini yasaklayan bir kararı uygulamaya koydu.

Bu karar, Facebook, Instagram, YouTube, TikTok, Snapchat ve X gibi platformların 16 yaşın altındaki kullanıcılar için hesap açmasını yasaklıyor ve mevcut tüm hesapları kapatmalarını zorunlu kılıyor. Uyumluluğu sağlamak için "makul" önlemler alınmaması durumunda 32,9 milyon dolara kadar para cezası verilebilir.


Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
TT

Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP

Kremlin, ABD Başkanı Donald Trump'ın bu yöndeki çağrısının ardından Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'nin dün Ukrayna'da yeni seçimler yapılmasına onay vermesini memnuniyetle karşıladı. Rusya Devlet Başkanlığı sözcüsü Dmitry Peskov, bu gelişmeyi "yeni bir şey" olarak nitelendirdi.

Bu arada, ABD Başkanı dün İngiltere, Fransa ve Almanya liderleriyle yaptığı telefon görüşmesinde Ukrayna barış müzakerelerindeki son gelişmeleri ele aldı. 40 dakikalık görüşme, çatışmanın çözümünde "ilerleme kaydetmeye" odaklandı.