Şanghay Zirvesi, Çin'in liderliğindeki yeni dünya düzenini şekillendiriyor

Rusya, Pekin ile stratejik iş birliğini güçlendiriyor... Hindistan, ‘Batı karşıtı kampın’ tarafına geçiyor

Çin ve Rusya devlet başkanları ile Hindistan Başbakanı, pazartesi günü Tianjin'de düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi'nin açılışında bir araya geldi. (EPA)
Çin ve Rusya devlet başkanları ile Hindistan Başbakanı, pazartesi günü Tianjin'de düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi'nin açılışında bir araya geldi. (EPA)
TT

Şanghay Zirvesi, Çin'in liderliğindeki yeni dünya düzenini şekillendiriyor

Çin ve Rusya devlet başkanları ile Hindistan Başbakanı, pazartesi günü Tianjin'de düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi'nin açılışında bir araya geldi. (EPA)
Çin ve Rusya devlet başkanları ile Hindistan Başbakanı, pazartesi günü Tianjin'de düzenlenen Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi'nin açılışında bir araya geldi. (EPA)

Çin'in pazartesi günü ev sahipliği yaptığı Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Zirvesi, kuruluşundan neredeyse çeyrek asır sonra örgütün ikinci doğuşu olabilir. Rus çevreleri, üye ülkelerin, özellikle Rusya, Çin ve Hindistan'ın öncelikleri için ortak bir temel oluşturan ve önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilen zirvenin sonuçlarını bu şekilde değerlendiriyor.

sfgthy
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Çinli mevkidaşı Şi Cinping (Reuters)

Rus analistlerin önemli bir kısmının edindiği izlenim, Rusya-Çin iş birliği mekanizmalarının genişlemesiyle veya bazı büyük medya kuruluşları tarafından ‘düşmanca’ olarak nitelendirilen zirvenin Batı'ya gönderdiği mesajlarla sınırlı değil. Hindistan'ın ‘Batı karşıtı kampa geçişi’, zirvede en dikkat çeken olaydı. Zirvede, Hindistan ile Çin arasındaki geleneksel gerilimleri geride bırakmaya yönelik adımlara atıfta bulunuldu.

Batı'ya karşı duran zirve

Zirvenin sonuç bildirisinde, genel olarak Batı'nın ve özel olarak ABD'nin benimsediği ‘tek taraflı önlemler’ karşısında Rusya'nın bakış açısının benzeri görülmemiş bir şekilde yakınlaştığı ve ‘jeopolitik çatışmanın yoğunlaştığı koşullarda küresel istikrarı destekleme’ konusunda ortak bir istek olduğu belirtildi.

Moskova, ortak bildirinin özellikle daha adil bir uluslararası sistem inşa etmek için mekanizmalar konusunda Rusya ve Çin'in anlatısını teyit eden güçlü ve yeni tonunu vurguladı. Ayrıca, dünya halklarının kahramanca eylemlerinin tarihsel hafızasını ve İkinci Dünya Savaşı'ndan çıkarılan dersleri koruma ihtiyacını vurguladı. Buna ek olarak, istikrarlı uluslararası ilişkiler ve sürdürülebilir kalkınmanın temeli olan devletlerin iç işlerine karışmama ve güç kullanmama ilkelerine bağlı kalınması çağrısında bulundu.

ŞİÖ üye ülkeleri ayrıca, uluslararası kalkınma sorunlarının ele alınmasında çatışmayı reddeden bir siyasi çizgi izlemeyi taahhüt ettiler ve terörizm, ayrılıkçılık ve aşırılıkçılıkla ortak mücadeleyi sürdürme kararlılıklarını yinelediler.

ŞİÖ, terörizmi her türlü biçimiyle şiddetle kınadı ve terörizmle mücadelede çifte standartların kabul edilemez olduğunu vurguladı. ŞİÖ üye ülkeleri, üye ülkeler arasında iş birliğini derinleştirmek için öncelikli görevleri ve temel yönelimleri belirleyen 2035 yılına kadar geçerli olacak bir ‘kalkınma stratejisi’ kabul etti.

Ancak ortak çıkarlar ve örgütün üye ülkelerinin karşı karşıya olduğu yeni zorluklar hakkında yapılan konuşmalardan, dünya nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan ve üye ülkeleri küresel gayri safi yurt içi hasılanın (GSYİH) yaklaşık dörtte birini üreten bu grubun, üye ülkelerin güvenliğine yönelik yeni tehditlerle mücadele için küresel bir merkez haline gelmeye yönelik adımlar atmaya karar verdiği anlaşıldı. Örgütün 10 daimî üye ülkesi olduğu, bunların en önemlilerinin Çin, Rusya ve Hindistan'dan oluşan dev üçlü olduğu ve ayrıca 14 gözlemci statüsünde ülke bulunduğu biliniyor.

ghyuı
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin (Reuters)

Ancak yeni olan husus, örgütün üye devletlerinin, ‘gözlemci’ ve ‘diyalog ortağı’ statülerini yeni bir ‘ŞİÖ ortağı’ statüsünde birleştirmek için bir yol belirlemiş olmaları. Bu, üyelik sayısının daha da artmasına kapı açıyor ve gözlemci devletler için bu ortaklığı ek bir kazanç haline getiriyor. Bu da ekonomik politikada ve krizlerin çözümü için ortak yollar belirlemede daha geniş bir rol oynama fırsatlarını daha da artırıyor.

Ortak bildiride yansıtıldığı üzere, zirvenin sonuçlarına ilişkin bu Rus anlayışı, zirve sırasında yapılan ikili görüşmelerde doğrudan teyit edildi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping arasındaki görüşmede, ‘iki ülke arasındaki benzeri görülmemiş düzeyde yüksek iş birliği’ övgüyle karşılandı.

Putin, “Savaş kardeşliği, karşılıklı güven ve iş birliği ile ortak çıkarları savunmadaki kararlılığın hatırası, kapsamlı ortaklık ve stratejik iş birliğinin temelini oluşturmaktadır” dedi. Toplantıya vesile olan İkinci Dünya Savaşı'nın 80’inci yıldönümüne atıfta bulunan Putin, “Avrupa ve Asya'daki askeri operasyonlarda zaferin elde edilmesinde iki ülkenin oynadığı hayati rol, tarihi gerçeği ve adaleti savunmak için hazır olduğumuzun kanıtı. Büyükbabalarımız ve babalarımız barış ve özgürlük için ağır bir bedel ödedi. Bunu unutmuyoruz, hatırlıyoruz. Bu, bugün ve gelecekteki başarılarımızın temelidir” ifadelerini kullandı.

Stratejik ortaklığı pekiştirmek için atılacak adımlar

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ise “Rusya ve Çin, İkinci Dünya Savaşı'nın başlıca kazananlarıdır” dedi. Rusya ile Çin arasındaki ilişkilerin zamanın sınavından başarıyla geçtiğini ve ülkeler arası ilişkiler için bir model haline geldiğini vurgulayan Şi, “Çin, iki ülkenin halklarının kalkınmasında birbirlerini desteklemek ve uluslararası adaleti savunmak için Rusya ile iş birliği yapmaya hazır... Çin, daha adil ve rasyonel bir küresel yönetim sistemi oluşturmak için Rusya ile iş birliği yapmaya hazır” şeklinde konuştu.

Şi, ülkesinin Rusya ile üst düzey ilişkileri güçlendirmeye ve her iki ülke için önemli konularda tutumlarını koordine etmeye devam edeceğini vurguladı.

Birleşmiş Milletler (BM), ŞİÖ, BRICS bloğu ve G20 gibi uluslararası forum ve platformlarda model iş birliği projeleri oluşturulması ve çıkarların ve iş birliğinin daha derinlemesine entegrasyonunun teşvik edilmesi gerektiğini vurguladı.

İki devlet başkanının görüşmesi kapsamında, çeşitli alanlarda iş birliğini derinleştirmek için adımlar atması dikkat çekici. Önemli stratejik projelerle ilgili anlaşmalar da dahil olmak üzere yaklaşık 20 önemli belgenin imzalanmasıyla, iki ülke enerji ve gaz tedariki dahil olmak üzere birçok alanda stratejik ortaklıklarını hızla pekiştirmeye çalışıyor gibi görünüyor. Rusya'nın Gazprom şirketi, Sibirya'nın Gücü boru hattı üzerinden gaz arzını artırmak ve ağı yeni bir boru hattıyla tamamlamak için Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) ile stratejik anlaşmalar imzaladığını duyurdu. Böylece Sibirya'nın Gücü boru hattı (Rusya'dan Çin'e uzanan bir gaz boru hattı) güzergâhı üzerinden yapılan tedarik, yıllık 38 milyar metreküpten 44 milyar metreküpe çıkarılacak.

İki taraf ayrıca, uçak endüstrisinde iş birliğini geliştirme konusunda da anlaştı. Şarku’l Avsat’ın Rusya'nın en büyük haber ajanslarından Ria Novosti’den aktardığına göre Moskova, uçak motoru üretim teknolojilerini Çin'e aktarabilir. Genel olarak, iş birliğini genişletmeye yönelik yeni anlaşmalar enerji, havacılık, yapay zekâ, tarım, eğitim ve medya gibi çeşitli alanları kapsıyor. Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) da Çin pazarındaki Rus şirketlerini ve Rusya pazarındaki Çinli şirketleri desteklemek için stratejik bir ortaklık başlatıldığını duyurdu.

Yeni bir uluslararası sistem

Rusya ve Çin liderleri arasındaki toplantıda, ortak sonuç bildirisinde Ukrayna krizi ve Putin'in ABD Başkanı Donald Trump ile Alaska'da yaptığı son görüşmeye hiçbir atıfta bulunulmaması dikkat çekici. Rus analistlere göre bu ihmal, Washington'a, Moskova ile Pekin arasındaki ittifakın yeni bir aşamaya geçtiğini ve ABD'nin iki taraf arasında bir ayrılık yaratma ya da Moskova ile yakınlaşmasını Çin'e karşı kullanma çabalarını baltaladığını açıkça gösteren bir sinyal. Ria Novosti, Chapman Üniversitesi iletişim ve küresel çalışmalar profesörü Wenshan Jia'nın, ‘ikili toplantı ve ŞİÖ Zirvesi’nin dünyaya Batı hegemonyasının mantığından farklı yeni bir yönetim modeli gösterdiğini’ söylediğini aktardı. Jia, zirvenin ‘küresel sistemin yeniden yapılandırıldığı kritik bir dönemde’ gerçekleştiğini ifade etti.

zxsdfrg
Pazartesi günü Çin'in Tianjin kentinde düzenlenen zirve sırasında Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) liderlerinin toplu fotoğrafı (EPA)

Jia, “Ukrayna çatışması, Batı bloğu içinde artan anlaşmazlıklar ve ABD Başkanı Donald Trump'ın tek taraflı yaklaşımı (Önce Amerika) ışığında, tüm üye devletlerin ve gözlemci devletlerin katıldığı ŞİÖ Zirvesi, çok taraflı bir yaklaşım ve eşit istişareler yoluyla uluslararası topluma Batı hegemonyasının mantığından farklı yeni bir yönetim modeli sundu” dedi.

Bu bağlamda uzmanlar, ‘Rusya, Hindistan ve Çin liderleri arasındaki eşit etkileşimin, Batı'nın hâkim olduğu ve hâlâ hiyerarşi damgasını taşıyan G7 sistemine tamamen zıt bir unsur olarak öne çıktığını’ belirtti.

Bazı uzmanlar, ‘Batı medyasının ilgisinin artık ŞİÖ liderleri tarafından kabul edilen belgelere değil, Batı karşısında Rusya, Hindistan ve Çin arasındaki birliği göstermeye odaklandığını’ düşünüyor.

Rus medyasının Batılı meslektaşlarının şu anlamlı ifadesini alıntılaması dikkat çekiciydi: “Batı karşıtı güçler, Çin lideri Şi Cinping'in etrafında toplanıyor.” Bu ifadeler, Pekin'in hem toplu hem de ikili olarak ev sahipliği yaptığı toplantıların ‘Batı açısından kafa karıştırıcı çağrışımlara sahip siyasi bir hesaplaşma’ teşkil ettiğini ima ediyordu.

Ria Novosti, Batı gazetelerinden alıntı yaparak şöyle yazdı: “Gözlemciler, ŞİÖ Zirvesi’nde imzalanan anlaşmaları hatırlamayabilirler, ancak o çarpıcı görüntü uzun süre zihinlerinde kalacak... Dünyanın en kalabalık, en güçlü ve en anti-Amerikan ülkelerinin liderleri yan yana oturarak yemek yediler, güldüler ve daha yakın iş birliği yapılması gerektiği konusunda başlarını sallayarak onay verdiler. Bu, Batılı gözlemcileri tedirgin etmek için açıkça tasarlanmış bir gösteriydi. Elbette tüm bunların merkezinde Çin lideri vardı... At nalı şeklindeki masada Şi Cinping diğerlerinden uzakta oturuyordu. Onur konuğu şüphesiz Vladimir Putin'di.

Hindistan Washington'a sırtını dönüyor

Zirveden çıkan en dikkat çekici manşetlerden biri, Hindistan ve Çin arasında eşi görülmemiş bir yakınlaşma olmasıdır. Siyasi analist Alexander Nazarov, “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” diye yazdı. Bu, ABD ve Hindistan için mükemmel bir benzetmedir. Trump'ın Hindistan'a karşı sert tutumu (özellikle yüzde 50'lik gümrük vergisi uygulaması), Yeni Delhi'nin Moskova'ya karşı Batı'nın yaptırımlarını atlatmak için Moskova ile iş birliği yapmasından değil, Hindistan'ın 2024'te yüzde 6,5'e ulaşan ve özellikle Çin ve ABD'yi geride bırakan hızlı ekonomik büyümesinden kaynaklanıyor. Çin, ABD'nin dikkatini başka yöne çevirdiği sırada ekonomik bir dev haline gelerek iyi bir örnek teşkil ettiğinden, Washington Hindistan'da da aynı durumun tekrarlanmasından korkuyor.

rgtuı
15 Ağustos 2025'te Alaska'nın Anchorage kentinde ABD Başkanı Donald Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin (Reuters)

Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin Trump'ın telefonlarına dört kez cevap vermemesi, Çin'e yaptığı gösterişli ziyaret ve hem Çin hem de Hindistan'ın ilişkilerini güçlendirme ve gerginlikleri geride bırakma arzularını açıklamaları Washington'a güçlü bir mesaj gönderdi.

Ancak Hindistan, ABD ve Çin arasında nasıl bir manevra yapmaya çalışırsa çalışsın, Şanghay Zirvesi tarihi bir olaya sahne oldu. Rus analistler Hindistan-Çin ilişkilerindeki gelişmeleri beklerken, Modi'nin Putin ile görüşmesi sırasında kullandığı meydan okuyan üsluba daha fazla dikkat çekildi. Hindistan Başbakanı, Rusya Devlet Başkanı'na “Hindistan ve Rusya zor zamanlarda bile yan yana durur” dedi. Ukrayna'daki savaşı sona erdirmek için son zamanlarda gösterilen çabaları memnuniyetle karşılayan Modi, “En zor durumlarda bile Hindistan ve Rusya her zaman yan yana yürüdü. Yakın iş birliğimiz sadece iki ülkenin halkları için değil, aynı zamanda küresel barış, istikrar ve refah için de önemlidir” ifadelerini kullandı.



ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
TT

Netanyahu, Trump’ın ekibinin desteğini kaybediyor

Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)
Trump, Gazze'deki ateşkes sürecinde ikinci aşamaya yakında geçileceğini söylemişti (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump'ın ekibi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun barış sürecini sabote etmek istediğini düşünüyor.

Kimliğinin açıklanmaması şartıyla Axios'a konuşan ABD'li yetkililer, Gazze'deki ateşkes anlaşmasının gidişatının Trump ve Netanyahu arasında pazartesi günü yapılacak görüşmeyle belirleneceğini söylüyor.

Trump'ın ekibinin Netanyahu'nun süreçte atılması gereken adımları geciktirdiğini ve Gazze'ye yönelik askeri operasyonları tekrar başlatabileceğini düşündüğü aktarılıyor.

Adının gizli tutulmasını isteyen İsrailli bir yetkili de Netanyahu'nun ABD Başkan Yardımcısı JD Vance ve Dışişleri Bakanı Marco Rubio dahil Trump yönetimindeki üst düzey isimlerin desteğini kaybettiğini söylüyor.

Kaynaklar, Washington'ın bir an evvel anlaşmanın ikinci aşamasına geçilmesini istediğini belirtiyor.

Trump'ın damadı Jared Kushner'la ABD Başkanı'nın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'un ikinci aşamaya geçiş için Türkiye, Mısır ve Katar'la yakın çalıştığı aktarılıyor. Ancak Netanyahu'nun planla ilgili Kushner ve Witkoff'la anlaşmazlık yaşadığı ifade ediliyor.

Öte yandan İsrail Savunma Kuvvetleri'nin (IDF) ateşkes ve rehine takası anlaşmasına rağmen Gazze'de saldırıları sürdürmesinin Washington'da olumlu karışlanmadığı belirtiliyor.

Kimliğinin paylaşılmamasını isteyen Beyaz Saray'dan bir yetkili, "Bazen sahadaki IDF komutanlarının önüne gelene ateş etmeye meraklı olduğunu düşünüyoruz" diyor.

Witkoff ve Kushner, geçen hafta Miami'de düzenlenen toplantıda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani ve Mısır Dışişleri Bakanı Bedir Abdulati'yle bir araya gelmişti.

Axios'un aktardığına göre taraflar, Trump - Netanyahu toplantısı öncesi ele alınacak konuları belirledi. Bunlar arasında İsrail'e ateşkese uyma ve sivil kayıpları önleme çağrısı yapılmasının yanı sıra Gazze'nin Mısır sınırındaki Refah kapısının açılmasının sağlanması da yer alıyor. Ayrıca ABD Başkanı'nın Batı Şeria'daki yasadışı yerleşimlerle ilgili endişelerini dile getirmesi bekleniyor.

Gazze savaşının sonlandırılması için ABD öncülüğünde hazırlanan 20 maddelik barış planı 10 Ekim'de devreye girmişti. Anlaşmanın garantörleri arasında Türkiye, Mısır ve Katar var.

Anlaşmanın ilk aşamasında Hamas ve İsrail arasında rehine takası gerçekleştirilmişti. Ayrıca İsrail askerleri belirlenen "sarı hatta" geri çekilmişti. İsrail ordusu Gazze Şeridi'nin yaklaşık yüzde 53'ünü kontrol ediyor.

İkinci aşamadaysa Hamas'ın silah bırakması ve Gazze'nin geleceğinde söz sahibi olmaması isteniyor. Bunun yerine Gazze Şeridi'nin yönetiminin Filistinlilerin yer alacağı bir teknokratlar komitesine geçici olarak devredilmesi planlanıyor. Trump'ın başkanlık edeceği Barış Kurulu'na ek olarak bölgeye Uluslararası İstikrar Gücü'nün (ISF) konuşlandırılması öngörülüyor.

Independent Türkçe, Axios, Times of Israel


Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)
TT

Guatemala'da bir otobüsün uçuruma yuvarlanması sonucu 15 kişi hayatını kaybetti

Olay yerindeki polis memurları (AFP)
Olay yerindeki polis memurları (AFP)

Kurtarma ekiplerinin açıklamasına göre dün, Guatemala'nın batısındaki bir otoyolda yolcu otobüsünün uçuruma yuvarlanması sonucu en az 15 kişi hayatını kaybetti.

Gönüllü itfaiye sözcüsü Leandro Amado gazetecilere yaptığı açıklamada, "Bu trafik kazasında 15 kişi hayatını kaybetti" dedi. Yaklaşık 20 yaralının yakındaki hastanelere kaldırıldığını belirten Amado, ölenler arasında 11 erkek, üç kadın ve bir çocuğun bulunduğunu belirtti.

Otobüs, henüz bilinmeyen bir nedenle yaklaşık 75 metre derinliğindeki uçuruma yuvarlandı.

Guatemala'da ölümcül trafik kazaları sık sık yaşanıyor. Şarkul Avsat’ın edindiği bilgiye göre şubat ayında, Guatemala şehrinin kuzey eteklerinde bir yolcu otobüsü uçuruma yuvarlanmış ve 54 kişi hayatını kaybetmişti.