Japonya Çin’in estirdiği fırtınalar ve ABD’nin değişen koruma şemsiyesi karşısında sessiz bir kaygı içinde

Trump, Osaka, Hiroşima, Kyoto ve Tokyo'yu kapsayan saha turunun ardından Çin Devlet Başkanı ile görüşmesinin arifesinde koordinasyon sağlamak üzere bölgeye geldi

Fotoğraf: Majalla
Fotoğraf: Majalla
TT

Japonya Çin’in estirdiği fırtınalar ve ABD’nin değişen koruma şemsiyesi karşısında sessiz bir kaygı içinde

Fotoğraf: Majalla
Fotoğraf: Majalla

İbrahim Hamidi

Son yirmi yıl içinde Japonya'yı birkaç kez ziyaret ettim. Her ziyaretim farklı bir dönemin aynası oldu. Japonya, ruhunu değiştirmeden sürekli yenilenen bir ülke. Vücudu yaşlanıyor, ama gözleri hala parlak. Her gidişimde dış dünyadan habersiz, geçmişin ve geleceğin sessizce sohbet ettiği bir zaman laboratuvarına giriyormuşum gibi hissediyorum. Japonya yaşlanmıyor, yavaşça olgunlaşıyor, her dönemin kendi dili ve endişeleri olduğunu bilen bilge bir adam gibi, ya da Japonlar böyle düşünüyor.

Bu sefer ki yolculuğuma Osaka'dan başladım. Burası gürültü olmadan kalabalığı yöneten bir şehir. Kuyruklar makul bir hızda ilerliyor, teknoloji gösterişten çok bir araç olarak kullanılıyor ve kamu tesisleri ortak mülkiyet olarak değerlendiriliyor. Ne sokaklarda gürültü ver ne de hayatın ayrıntılarında kendini gösteren ilerlemede abartı.

Expo 2025'e veda etmeye ve bayrağı Expo Riyad 2030'a devretmeye hazırlanan Osaka’ya geldim. Yıllar önce bu etkinliğe hazırlandığını görmüştüm. Şimdi de sonunu görmek için geri döndüm. Nahif selamlamalar, disiplinli alkışlar ve düzenin sınırında yürüyen müzik, sadece bir etkinlik değil, 20. yüzyılda mucizesini yaratan Japonya ve 21. yüzyılda rüyayı yeniden tanımlayan Suudi Arabistan olmak üzere iki rönesans süreci arasındaki bir köprü görevi görüyordu. Disiplinden hırsa, deneyimden yenilenmeye olan iki dönemi ve iki vizyonu özetleyen sembolik bir an.

Sergi salonlarında, yapay zekaya (AI) adanmış olanlar da dahil olmak üzere birçok standın arasında dolaştım. Salonlar soğuk ışıkla aydınlatılmıştı, ekranlarda değişen görüntüler geçiyordu, robotlar sanki insanları taklit etmeyi öğreniyormuş gibi hareket ediyorlardı. Osaka'da ilerleme, bir yarıştan çok bir tefekkür gibi görünüyor. Dünya, Çin'in yükselişinden ve büyük güçler arasındaki yarıştan bahsetse de Japonya üçüncü bir yolu, yani sabır yolunu izliyor.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Osaka, Expo 2025 çerçevesinde yeniliklerle göz kamaştırmaktan çok, kullanışlılığıyla ikna ediyor, işlevsellik katan ve hayranlık uyandıran mütevazı bir gelecek sunuyor. Tüm seyahatim boyunca ‘Japonya, sakin tavrından ödün vermeden, deniz, hava ve ekonomi alanlarında ‘sınırları’ zorlayan ve kendine güveni artan dev bir komşuyla nasıl yaşıyor?’ sorusu zihnimi meşgul etti.

Pusulanın düzeltilmesi

Osaka'dan hızlı trenle Hiroşima'ya gittim. Kısa bir yolculuktu, ama beni geleceğin gürültüsünden anıların ağırlığına taşıyacak kadar uzundu. Pirinç tarlaları çarpıcı bir geometrik düzen içinde uzanıyordu ve küçük evler sanki ders veriyormuş gibi sıralanmıştı.

Tokyo içerideki bu kırılgan durumla dışarıdaki dengesini korumaya çalışırken ABD ile güçlü bir ittifak ve kapsamlı bir güvenlik anlaşmasına sahip.

Şinkansen (Japonya'da Japan Railways tarafından işletilen yüksek hızlı demiryolu ağı) ile gidilebilecek uzaklıktaki Hiroşima pusulasını yeniden ayarlıyor. Tarihin eşiğinde yürüyen bir şehir. Burada hiçbir şey sıradan değil. Havanın kendisi bile yıkımın bir ders haline getirilebileceğini hatırlatıyor. Barış Parkı'nda, yıkılmış kubbenin yanında ağaçlar sallanıyor ve üniformalı okul çocukları çiçekler taşıyor. Ağaçların dallarına yüzlerce kağıttan turna asıyorlar. Her kağıt turnanın üzerinde kurbanlar için barış, umut ve anma sözleri yazılı. Turistler, eski ABD Başkanı Barack Obama'nın anılarla barışmak için cesaretle ziyaret ettiği kemerin altında fotoğraf çekilmek için sıraya giriyor.

df
1945 yılında Hiroşima'ya atılan atom bombasının kurbanları ve şehrin anısına ithaf edilen Barış Müzesi’ndeki ‘Barış Alevi’ anıtı, 30 Mayıs 2025 (AFP)

Burada hafıza, bir slogan ya da intikam için bir bahane değil, etik konusunda bir ders olarak karşımıza çıkıyor. Ziyaretçiler Barış Müzesi'ne girdiklerinde gerçeği olduğu gibi görürler, sonra da her zamanki gibi işleyen şehre geri dönerler. Trajedi, hatırlatılmak için değil, yönetilmek için öğretilir. Gerçeklere saygı duyarak insanlara saygı duymak, bir davranış kuralı haline gelmiştir. Düzen ve medeniyete yönelik bu eğilim, yalnızca sosyal bir davranış değil, bir savunma biçimidir. Japonya'da bir konuşmacı, ülkesinin ‘yenilginin anlamını erken öğrendiğini ve buna düzenle yanıt vermeye karar verdiğini’ söyledi. Japonların çoğu açıkça “İkinci Dünya Savaşı'nda yenildik. Japonya yenildi ve teslim oldu” demekten çekinmiyor ve ‘yenilgi’ ifadesi yumuşatılmıyor.

Dar sokaklar, geniş sorular

Hiroşima’dan Kyoto’ya kadar dil değişir ama fikir aynı kalır. Dar sokaklar boğucu değil, çünkü yollar işaretlidir. Tapınaklar ikonlar olarak değil varlıklar olarak yönetildikleri için faaldir. Yaşlı satıcılar bile bu felsefeyi basit bir cümleyle ‘sakinlik, dinleme ve organizasyon’ olarak özetliyor. Huzur, mimaride saklı. Japonya'nın bugün Çin'in yükselişi ve çevresindeki değişen dünya hakkındaki endişelerini nasıl sakin bir şekilde yönettiğini açıklayanda bu hesaplı sakinliktir.

Asla uyumayan başkent Tokyo'da, kültürel yoksunlukla ilgili endişeler somut siyasi ve ekonomik sorunlara dönüşüyor. Burada her şey, hatta şehrin kendisi sanki insan hassasiyetiyle çalışan bir saatmiş gibi, kesin bir hızda ilerliyor. Shibuya'nın gökdelenlerinden Ginza'nın mağazalarına, imparatorluk bahçelerine kadar her ayrıntı hesaplanmış, her sessizlik bilinçli olarak planlanmıştır. Ancak bu disiplinin arkasında gizli bir endişe yatıyor. Kafelerde ve sohbetlerde sürekli olarak, yükselen Çin, tehditkâr Kuzey Kore ve ağırlığıyla yakınlarda beliren Rusya konuşuluyor. Ginza İstasyonu’nun yakınlarındaki bir kafede, genç bir adam “Biz temkinli bir nesiliz. Babalarımızın ihtişamı ile Çin çağında en zayıf halka olma korkusu arasında yaşıyoruz” diyor.

y6u7
ABD tarafından 80 yıl önce nükleer bombayla hedef alınan Hiroşima'nın genel görünümü (Al Majalla)

“Korkmuyorlar, sadece kendilerini gözden geçiriyorlar.” Bu cümle, Japonların genel ruh halini özetliyor. Çünkü onlar bağırmak yerine sessizce gözden geçirmeyi, acele etmek yerine düşünmeyi tercih etti. Ancak bu sefer yeni bir şey var; siyasi fırtınalar. Bir uzman, Liberal Parti hükümetinin çöküşü, yolsuzluk iddiaları, boğucu enflasyon ve popülizmin yükselişi gibi içeride eşi benzeri görülmemiş krizlerin yaşandığını söyledi. Aynı uzman, Japon popülizminin Batı'daki popülizmin bir kopyası olmadığını, daha çok ‘demografik endişe ve ekonomik zorlukların bir karışımı’ olduğunu ifade etti. Binlerce adadan oluşan bir ülke olan Japonya, büyük bir nüfus yaşlanmasıyla karşı karşıya. Bu durum göçmenleri ekonomik bir zorunluluk haline getirirken, aynı zamanda sosyal gerginliğin artmasına da neden oluyor.

Su üzerinde uzanan bu adalar, tehditlerin aynasında kendilerini seyrediyorlar. Önceki ziyaretlerimde, Rusya ile barış anlaşması konuşuluyordu ve merhum Başbakan Abe Şinzo, tartışmalı ada meselesini sonuçlandırmak ve Tokyo'nun 80 yıldır beklediği barış anlaşmasını imzalamak için Başkan Vladimir Putin ile 28 kez bir araya gelmişti. Şimdi ise durum değişti. Rusya'nın Ukrayna'yı işgalini kınayan sesler yükseliyor ve eski anlayışlılığın artık mümkün olmadığına dair bir his hakim. Çin'in artan nüfuzu ve Senkaku Adaları'ndaki statükoyu değiştirme çabaları ile Kuzey Kore'nin füze denemeleri de Japonların sabrının sınırlarını hatırlatarak endişeleri artırıyor.

Tokyo içerideki bu kırılgan durumla dışarıdaki dengesini korumaya çalışırken ABD ile güçlü bir ittifak ve kapsamlı bir güvenlik anlaşmasına sahip. Fakat İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombası atılmasıyla aldığı yenilgiden bu yana, geleneksel anlamda güç kullanımı veya ordu kurulması anayasa tarafından yasaklı olmaya devam ediyor. Japonya, kuzeyde Rusya, doğuda Kuzey Kore, güneyde ve batıda Çin gibi sorunlu ülkelerle çevrili. Güvenliği için Washington ile olan ittifakına güvense de bu kez Washington'da başkanlık koltuğunda Biden değil Trump oturuyor.

Japonları en çok, Çin'in Tayvan'ı ilhak etme olasılığı endişelendiriyor. Çünkü Tayvan’da gerginliğin herhangi bir şekilde tırmanması, Japonya'nın güney adalarına mülteci akını ve Okinawa'daki ABD üslerinin kullanılması anlamına geliyor.

Japonya’da yaklaşık 200 bin kişilik bir öz savunma gücü var, ancak gençleri bu güce katılmaya ikna etmek giderek zorlaşıyor. Bir uzman, “Ordu fikri hala hassas bir konu. Dünya değişti ve savaşlar artık tarih kitaplarında kalmadı” değerlendirmesinde bulundu. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan kalma silahlar müzelerde sergilenmeye devam ediyor. Eski Başbakan Kişida Fumio hükümeti, Rusya'nın Ukrayna'yı işgalinin ardından savunma bütçesini artırmış ve 2027 yılına kadar askeri harcamaları gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) yüzde 2'sine çıkarmak için bir plan uygulamaya başlamıştı. Bu rakam, son 70 yılın en yüksek seviyesi.

Güneyden endişe rüzgarları esiyor

Ancak bu kez endişe kuzeyden değil, güneyden geliyor. Ekonomik ve askeri gücüyle Çin, denizde ve havada Japonya’nın sabrını sınamaya devam ediyor. Arka planda ise, bu rekabetin Japonya'nın aleyhine Donald Trump ve Şi Cinping başkanları arasında bir uzlaşmaya dönüşeceğine dair artan bir korku var.

sdf
Liberal Demokrat Parti lideri Sanae Takaichi, Tokyo'daki Temsilciler Meclisi'nin olağanüstü oturumunda Japonya'nın yeni başbakanı seçildikten sonra, 21 Ekim 2025 (AFP)

Uzmanlardan biri, “Tokyo, Trump ve Xi arasında kendi arkasından yapılabilecek olası bir ticaret anlaşmasından endişe duyuyor” yorumunda bulundu. Bu yüzden Japonya, Trump'ın 28 Ekim'de Güney Kore'de Çin devlet başkanıyla görüşmesinden önce ülkeyi ziyaretine hazırlık olarak, ‘Demir Leydi’ olarak anılan Takaiçi Sanae’nin başbakanlığında yeni bir hükümet kurdu.

Aynı uzman şunları söyledi:

“Biden, Çin'in Tayvan'a yönelik tek taraflı herhangi bir hamlesine karşı olduğunu defalarca söyledi. Bugün Şi, Trump'ın Tayvan'ın tek taraflı herhangi bir hamlesine karşı olduğunu söylemesini istiyor. Cümleyi tekrarlamak ve bağlamını biraz değiştirmek, caydırıcılık dengesini değiştiriyor.”

Büyük başkentlerde diplomasi alanında uzun süre çalışmış bir başka uzman ise şöyle dedi:

ABD uzun süredir küresel polis rolünü üstlenmiş ve pazarlarını açmıştır. Trump bunu değiştirmek istiyor. Adalet hakkında konuşuyor, ancak adaletin anlamı kişiden kişiye değişir.”

yu78ı
ABD Başkanı Donald Trump ve eski Japonya Başbakanı İşiba Şigeru, Beyaz Saray'da bir araya geldi, 7 Şubat 2025 (AFP)

Çin adeta Japonya ve diğer müttefiklerin ABD’nin müttefikliği hakkındaki sorularına yanıt verircesine istikrarlı bir şekilde ilerliyor, Asya'daki varlığını güçlendiriyor ve Rusya ve Kuzey Kore ile ittifakını derinleştiriyor. Pekin, Moskova’nın Ukrayna'ya karşı savaşını destekliyor ve Rusya’dan büyük miktarlarda petrolü satın alıyor. Putin ve Kim Jong-un'un Zafer Bayramı kutlamalarına katılımı, bölgedeki yeni ittifakın sembolik bir işareti oldu. Bir Japon uzman, bu görüntünün ardında yatanlara dair “Şi, Putin ve Kim ile ittifakında temkinli davranıyor. Kendini sorumlu bir güç olarak göstermeye çalışıyor, ancak aynı zamanda Asya'daki güç dengesini kendi tarzında yeniden şekillendiriyor” değerlendirmesinde bulundu.

Çin'in Ukrayna'sı: Tayvan

Japonları en çok, Çin'in Tayvan'ı ilhak etme olasılığı endişelendiriyor. Çünkü Tayvan’da gerginliğin herhangi bir şekilde tırmanması, Japonya'nın güney adalarına mülteci akını ve Okinawa'daki ABD üslerinin kullanılması anlamına geliyor. Bu da Tokyo'yu krizin doğrudan tarafı haline getirir. Bir askeri uzman, Japonya’nın, ‘Çin'in Ukrayna'sı olan Tayvan’ olmak istemediğini belirtti. Bu yüzden Japonya, kendi tanımını değiştirmeden savunmasını güçlendirmek için sessizce çalışıyor.

sfrgty
Hiroşima Müzesi'ndeki ABD'nin 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı sırasında şehri bombaladığı anı gösteren saat ve sayaç (Al Majalla)

Sahada ise Senkaku Adaları çevresindeki sular sinirlerin sınandığı bir test alanı haline geliyor. Japonya’nın 1895'te işgal ettiği adalar, 1969 yılında Birleşmiş Milletler’in (BM) bir raporunda petrol rezervleri olabileceği öne sürülene kadar neredeyse tamamen unutulmuştu.

O tarihten beri Çin, 1992'de Senkaku'nun Çin'e ait olduğunu iddia eden bir rapor, 2008'de gemilerinin karasularına girmesi, 2016 yılında yaklaşık 200 geminin yaklaşması ve ardından son yıllarda tekrarlanan ihlaller, en sonuncusu ise geçtiğimiz mayıs ayında bir Çin helikopterinin adanın hava sahasına girmesi gibi gerginliği tırmandıran bazı adımlar attı.

Tokyo, Washington ile olan tarihi ittifakının artık eskisi kadar güvenli olmadığını düşünüyor.

Çin şu anda üç uçak gemisine sahip ve bunlardan biri geçtiğimiz yıl eylül ayında Japonya kara sularına girdi, ikisi ise sadece iki ay sonra Japonya çevresinde tatbikatlar gerçekleştirdi. Tokyo için bunlar münferit olaylar değil, ‘düşmanca normalleşme’ olarak adlandırdığı, yani tehlike hissini azaltmak için sürtüşmeleri günlük bir olay haline getirme eğiliminin işaretleriydi. Japonya'nın yüksek perdeden ses çıkan bir tepki vermedi, yasal belgeler, aralıksız devriyeler ve sürpriz unsurunu azaltan sofistike elektronik gözetim sistemini devreye sokmak gibi önlemler aldı. Bu konuyla ilgili diplomatik bir uzman, “Japonya gerginlik istemese de zorla değişimi kabul etmiyor. Çin'e her türlü karasuları ihlalini bildiriyoruz ve sürekli iletişim halindeyiz, çünkü iletişim eksikliği yanlış anlaşılmalara giden en kısa yoldur” ifadelerini kullandı.

Caydırıcılık felsefesi

Burada iletişim, caydırıcılık felsefesinin bir parçası. Tokyo, Pekin ile ilişkilerini koparmak istemiyor, ancak ona tamamen de güvenmiyor. Bunun yanında ABD ve Avustralya filolarıyla tam koordinasyon içinde faaliyet gösteren ve Güney Kore ile ortak tatbikatlar düzenleyen, fiilen küçük bir ordu haline gelen deniz sınır muhafızlarını güçlendirmeye devam ediyor.

Diğer yandan hükümet yeni bir farkındalık kampanyası başlattı. Japonya'nın merkezinde bulunan bir müze, genç nesillere Rusya, Güney Kore ve Çin ile olan denizcilik ve egemenlik anlaşmazlıklarını anlatıyor. Bu küçük bir adım olsa da kültürel bir değişimin işaretidir. Tehditlerden bahsetmekten kaçınmaktan, halkın bu tehditler konusunda farkındalığını artırmaya doğru bir adım.

dfgty
İkinci Dünya Savaşı’nda Japon ordusu tarafından donatılan intihar denizaltısı, Deniz Kuvvetleri Koleji Müzesi'nde sergileniyor (Al Majalla)

Çin ile olan çatışma sadece askeri alanda değil. Japonya, sivil araçları kullanarak caydırıcılık sağlayan ve “ekonomik güvenlik” olarak adlandırdığı bir strateji izliyor. Buradaki amaç, ilişkilerin kesilmesi değil, bağımlılığın azaltılmasıdır. Tokyo, Çin'e 23 kategorideki gelişmiş çip üretim ekipmanlarının ihracat kısıtlamalarını sıkılaştırırken, aynı zamanda bu alanda büyük iç yatırımları çekiyor. Bu projeler sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik niteliktedir. Bunlar, kritik tedarik zincirlerinde Çin'in nüfuzunu azaltma girişimidir.

Üç kelime arasında denge kurmak

Kısa bir süre önce yapılan bir ankette, Japonların yüzde 90'ı Çin hakkında olumsuz bir izlenime sahip olduklarını ifade ederken benzer bir yüzdeyle Çinliler de Japonya hakkında aynını hissettiği ortaya çıktı. Bu psikolojik ayrılık, karşılıklı güvenin kurulmasını zorlaştırıyor, ancak iletişim ihtiyacını ortadan kaldırmıyor. Deneyimli bir diplomat bu durumu “Japonya sürekli bir çatışma içinde yaşayamaz, ancak komşusuna da güvenemez. Bu nedenle ortaklık, rekabet ve çatışma olmak üzere bu üç kelime arasında denge kurmaya çalışıyoruz” diye özetliyor. Aynı diplomat, “Akıllıca olanı, diyaloga imkan veren ve çatışmaya sürüklenmemizi önleyen bir mesafe korumaktır” diye ekledi.

Öte yandan Tokyo, Washington ile olan tarihi ittifakının eskisi kadar güvenli olmadığını düşünüyor. Emekli bir diplomat, “Eskiden dünya için tek bir polise güveniyorduk. Şimdi ise bu polis memuru daha yüksek maaş istiyor ve hizmet kurallarını değiştiriyor” şeklinde konuştu. Bu endişe, Japonya'yı Avustralya, Hindistan ve Filipinler ile ortaklıklar kurarak güvenlik ağını genişletmeye itiyor. Böylece hükümet, tek bir müttefike bağlı olmayan, ‘çok katmanlı caydırıcılık’ olarak adlandırdığı bir sistem oluşturmaya çalışıyor.

Japonya tehlikelerle, tıpkı sokaklarını temizlediği gibi yavaşça, dikkatlice ve sessizce başa çıkıyor.

Tokyo, gürültünün ödüllendirildiği bir dünyada gücünü sessizce artırmayı seçti. Açıklanan programa göre savunma harcamalarını artıran Japonya, kurumlarını yavaş yavaş reformdan geçiriyor ve uzun vadede kolektif sinirlerini eğitiyor. Ben gizemli bir ‘Japon sırrına’ rastlamadım. Daha ziyade basit bir yaklaşım buldum. Gücü dizginleyen bir hafıza, paniği önleyen bir sistem ve sakinliği bir strateji haline getiren bir politika ile karşılaştım. Çin'in yükselişi yadsınamaz bir gerçekse, Japonya'nın bu konudaki yaklaşımı da yerleşik bir gerçek haline gelmiş durumda. Taklit yok, uyuşukluk yok. Uzun vadeli bir yaklaşım, mantıkla yönetilen ve komşularının gerginliği artarken ülkenin normal yaşamını sürdürme kabiliyetiyle ölçülen bir yaklaşım.

asdr
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi, Japonya hükümetinin Rusya, Güney Kore ve Çin ile yaşadığı deniz sınırı anlaşmazlıkları üzerine kurduğu müzeyi gezerken (Al Majalla)

Burada endişe gürültüye dönüşmüyor. Japonya tehlikelerle, tıpkı sokaklarını temizlediği gibi yavaşça, dikkatlice ve sessizce başa çıkıyor. Osaka'dan Hiroşima'ya, oradan Kyoto'ya ve Tokyo'ya kadar aynı manzara tekrarlanıyor. Japonya, endişelerine duygusal değil mantıklı bir şekilde yaklaşan, Çin'in yükselişinden ve ABD’nin koruma şemsiyesinin değişmesinden duyduğu korkuyu organizasyon ve hazırlık için enerjiye dönüştüren bir ülke.

Kyoto'da, Japonya'nın tek bir yeri değil, bütünü içine alan bir mozaik olduğunu fark ettim. Her şehir bir renk ve her deneyim daha büyük bir kompozisyonun bir detayı. Pratik zihniyle Osaka, yaralı hafızasıyla Hiroşima, düşünceli ruhuyla Kyoto ve gerilmiş sinirleriyle Tokyo... Dengesi bozulmadan zıtlıkları bir araya getirmeyi başaran, çelişkiyi uyumun kaynağı haline getiren ve zafer peşinde koşmadan yenilgiyi kabul eden bir ülkenin görüntüsü tamda bu mozaiğin içinde belirginleşiyor.



Bondi Plajı saldırganına müdahale ederken yaralanan Ahmed el-Ahmed, ameliyat edildi

TT

Bondi Plajı saldırganına müdahale ederken yaralanan Ahmed el-Ahmed, ameliyat edildi

Bondi Plajı saldırganına müdahale ederken yaralanan Ahmed el-Ahmed, ameliyat edildi

Bondi Plajı’ndaki saldırganlardan birini etkisiz hâle getirerek silahını alan manav Ahmed el-Ahmed’in, saldırı sırasında yaralanmasının ardından ameliyata alındığı bildirildi. El-Ahmed’in ailesi, oğullarını “kahraman” olarak nitelendirirken, hastanedeki tedavisi sürerken kendisi için başlatılan bağış kampanyasına yoğun destek geldi.

El-Ahmed’in, Avustralya yayın kuruluşu ABC’ye konuşan anne ve babası, oğullarının omzundan dört ila beş kurşunla vurulduğunu, vücudunda hâlâ çıkarılmamış mermiler bulunduğunu söyledi. Ailesi, Ahmed el-Ahmed’in 2006 yılında Avustralya’ya geldiğini, kendilerinin ise Suriye’den Sidney’e yalnızca birkaç ay önce ulaştıklarını ve uzun süredir oğullarından ayrı olduklarını belirtti.

Kuzeni Hozay el-Kenc, pazartesi günü basına yaptığı açıklamada, Ahmed el-Ahmed’in ilk ameliyatının başarıyla tamamlandığını söyledi. El-Kenc, “İlk ameliyatını geçirdi. Durumuna bağlı olarak iki ya da üç ameliyat daha gerekebilir” dedi.

Aileden hükümete çağrı

El-Ahmed’in anne ve babası, yaşlarının ilerlemesi nedeniyle oğullarının iyileşme sürecinde yeterli destek verememekten endişe duyduklarını ifade ederek, Başbakan Anthony Albanese hükümetinden yardım talep etti. Aile, Almanya’da ve Rusya’da yaşayan iki kardeşin Avustralya’ya gelerek destek olabilmesi için vize kolaylığı istediklerini belirtti.

sdfg
Ahmed Al-Ahmed'in babası Muhammed Fateh Al-Ahmed (Videodan alınan ekran görüntüsü).

Anne, “Şu anda yardıma ihtiyacı var çünkü engelli kaldı. Diğer çocuklarımızın buraya gelmesini istiyoruz” dedi. Ahmed el-Ahmed’in, saldırganın mermileri bittiğinde silahını elinden aldığı sırada vurulduğunu da aktardı.

Başbakan Albanese, Ahmed el-Ahmed’in cesaretinin hayatlar kurtardığını söyledi. ABD Başkanı Donald Trump da el-Ahmed’i “çok, çok cesur bir kişi” olarak nitelendirdi.

Bağışlar 750 bin dolara yaklaştı

Reuters’ın aktardığına göre, 43 yaşındaki Ahmed el-Ahmed için başlatılan bağış kampanyasında toplanan miktar yaklaşık 750 bin ABD dolarına ulaştı. GoFundMe üzerinden başlatılan kampanya, bir gün içinde 1,1 milyon Avustralya dolarını (yaklaşık 744 bin ABD doları) aştı.

Ailesinin anlattığına göre el-Ahmed, Bondi’de bir arkadaşıyla kahve içerken silah seslerini duydu. Ağaç arkasına saklanan silahlı kişiyi fark eden el-Ahmed, saldırganın cephanesi tükendiğinde arkadan yaklaşarak silahını almayı başardı.

Hanuka Bayramı dolayısıyla düzenlenen etkinlikte gerçekleşen silahlı saldırıda en az 15 kişi hayatını kaybederken, 42 kişi yaralandı. Saldırının Navid Akram (24) ile babası Sajid Akram (50) tarafından gerçekleştirildiği açıklandı.

Başbakan Chris Minns, hastane ziyaretinin ardından yaptığı paylaşımda, “Ahmed’in gösterdiği cesaret olağanüstüydü. Hayatını büyük bir riske atarak saldırganı etkisiz hâle getirdi” dedi.

El-Ahmed’in, silahlı saldırgana arkadan koşarak uzun namlulu tüfeğini aldığı anlara ait görüntüler dünya genelinde medya kuruluşları tarafından yayımlandı ve sosyal medyada 22 milyondan fazla kez izlendi.


Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García
TT

Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García

Hüsam İtani

ABD Başkanı Donald Trump’ın yardımcılarını Mısır, Lübnan ve Ürdün'deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı (İhvan-ı Müslimin) ‘terör örgütü’ olarak tanımlamayı düşünmelerini çağırması, şu an dünyanın dört bir yanında aranan ve çok az müttefiki kalan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na karşı büyük bir zafer olarak görüldü.

Trump tarafından 25 Kasım'da imzalanan ve yönetimindeki yetkililere, gerekli gördükleri takdirde 45 gün içinde yaptırım uygulayabilme hakkı veren başkanlık kararnamesi, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın tarihini, fikirlerini ve uygulamalarını yeniden gündeme getirdi.

Ancak, son zamanlarda yayınlanan yazılar ve incelemelerin önemli bir kısmı, Müslüman Kardeşler Teşkilatı, liderleri, politikaları ve yüzlerce mecrada dolaşımda olan hikayeleri hakkında halihazırda bilinenlerin yanında, teşkilatın kökleri ve faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki yetkililerle ve onların desteğini kazanmak isteyen ve kendi çıkarları için harekete geçirmek istedikleri uluslararası güçlerle olan ilişkilerini anlatmakla yetiniyor.

Trump'ın açıklamasından sonra yayınlanan makalelerin çoğunda, olayın yüzeyinden biraz daha derine inen soruları yanıtlamaktan kaçınılması üzücü. Haberler beş soruyu (kim, ne zaman, neden, nasıl, nerede?/5N1K) geçerli haber olarak kabul edilecekse, bize ulaşan makalelerde gördüklerimiz, akademik araştırma veya belgesel çalışma olmaktan çok haber olmayı bile tenezzül etmiyor. Bunun nedeni, Müslüman Kardeşler Teşkilatı karşıtlığını ifade etmenin, ona karşı olumsuz tutumun nedenlerini açıklamaktan daha ağır basmasıdır.

Bu yüzden Müslüman Kardeşler Teşkilatı, söz konusu makalelere göre Arap ve Müslüman toplumlara karşı kötü niyetli olan, İslam dini istismarının arkasına gizlenen, Arap ve İslam ülkelerinde ilerleme, kalkınma ve modernite ile ilgili ne varsa baltalamaya çalışan, daha önce bilinmeyen sosyal politikalar ve ritüeller icat eden, belirsiz motiflere ve uluslararası güçlere sahip bir grup insan olarak kalıyor. Bu güç, geçmiş yüzyılların karanlığından ortaya çıkmış ve Batı, Doğu veya en çok para ödeyenin hizmetinde iktidarı ele geçirmeyi amaçlıyor.

İslam dini ve siyaset arasındaki ilişki, İslam dininin kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur.

erfg
Hükümet karşıtı bir miting sırasında bir Kur'an-ı Kerim nüshasını havaya kaldıran bir gösterici, 4 Mayıs 2005 (AFP)

Bu teşhis, her ne kadar popüler de olsa, aynı zamanda eksik olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bir yandan bazı gerçekleri, diğer yandan bazı siyasi propagandaları içeriyor. Tıpkı Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kendini Müslümanların kurtarıcısı olarak göstererek, Müslüman halkların yaşadığı tüm krizlerin panzehrinin, İslam dininin kendi yorumlamaları ve siyasi uygulamalarında yattığını savunması gibi. İslam çözümün ta kendisidir ve İslam ümmetinin yükselişi ve yeniden şahlanışı, iç ve dış tiranlardan kurtuluşu için doğru yol İslam'da, daha doğrusu onların İslam anlayışında yatmaktadır. Bunun çok genel bir ifade olduğunu söylemeye gerek yok. Çünkü İslam ümmetinden bahsetmek, ülkelere, halklara, dillere, mezheplere, inançlara ve sınıflara yayılmış, kategorize edilemeyen ve tek bir siyasi-dini ideoloji altında toplanamayan bir milyardan fazla Müslüman'ın çeşitliliğini hesaba katmaz. Müslüman halklar ve uluslar İslam inancının temellerini paylaşsalar bile, etnik ve kültürel farklılıkları ile çeşitli tarihsel deneyimleri Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın İslam dünyası vizyonuna indirgenemez.

İslam dinin siyasallaşması

Arap ülkelerinde değil, tüm dünyada İslam dinin siyasallaştıran ilk hareketin Müslüman Kardeşler olduğu ve ona mevcut otoriteden bağımsız bir liderlik hiyerarşisine göre işleyen grup olarak modern bir örgütsel yapı kazandırdığı yönünde yaygın bir inanç hakim. Bu iddia dikkatle incelenmeli. Öte yandan, İslam ve siyaset arasındaki ilişki İslam'ın kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur. İsmaililer, İbadiler, Karmatiler ve diğerleri gibi gruplar, temelde iktidardaki otoritelere karşı siyasi muhalefet güçleriydi ve kendilerini Pers'ten Fas'ın en batısına kadar uzanan misyoner ağları halinde örgütlemişlerdi.

Cezayir ve Fas'ta Fransızlar tarafından tarım arazilerinin müsadere edilmesini kolaylaştırmak amacıyla şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için yürütülen sistematik çalışmalar, şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı.

Fransa’nın 1798 yılında Mısır’a gerçekleştirdiği askeri sefer, çok yönlü bir kültürel şok yarattı. Memlükler ve ardından Türklerin işgali nedeniyle uzun süredir siyasetten çekilmiş olan sivil toplum örgütlerini ve onların askeri ve mali aygıtlarını tüm kamusal alana geri döndürerek, faaliyetlerine yeniden başlamalarını ve Müslüman olmayan yabancı işgalcilere karşı tavır almalarını sağladı. Örneğin, El-Ezher'in Mısır'daki siyasi rolünün yeniden başlaması, o dönemde geleneksel düşünce yapısının cevaplaması zor sorular ortaya atan Fransız seferine kadar uzanabilir. Belki de El-Ezher öğrencisi Süleyman el-Halebi, Fransız seferinin komutanı General Jean-Baptiste Kléber’e suikast düzenleyerek yabancı zorluklarla başa çıkmanın bir yolunu gösterdi.

‘Neden?’ sorusuna cevap bulmaya çalışırken ikinci faktör, 1857 yılında Hindistan'da yaşanan isyanın acımasızca bastırılmasına kadar uzanabilir. İsyana karşı İngilizlerin verdiği yanıtta on binlerce kişi hayatını kaybetmiş olsa da bunların arasında hem Hindular hem de Müslümanlar vardı. Müslümanlar, İngilizlerin Hindistan'da doğrudan yönetimini (Britanya Rajı) kurmasının ve yüzyıllar süren çöküşün ardından son nefesini veren Babür İmparatorluğu'nun geriye kalan sembolik varlığını ortadan kaldırmasının ardından en büyük yenilgiyi yaşayanların kendileri olduğunu düşündüler. Müslüman Hintler, İngilizlere açıkça ve kolayca devredilen iktidara ve yüzlerce yıl boyunca Müslüman Babürler ve diğer milletler tarafından kuzey ve güney Hindistan'da (örneğin Malabar ve çevresinde) uygulanan ve çoğu İslam hukukundan türetilen yasaları değiştirme çabalarına verdikleri tepkilerden biri, Diyobend Medresesi'nin kurulmasıydı. Bu medrese, İngiliz sömürgeciliğiyle mücadele etmek için Hanefi-Maturidi fıkhına dayalı bir İslam projesi oluşturmayı ve bunu daha sonraki bir siyasi projenin teorik giriş kısmı olarak benimsemeyi kendine görev edindi.

Bunun yanında Fransızların Cezayir ve Fas'ta şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için sistematik olarak yürüttükleri çalışmalar, mülkiyet kayıtlarının imha edilmesi, toprak sahiplerinin uzaklaştırılması ve daha sonra ‘Kara Ayaklar’ olarak bilinen Fransız yerleşimcilerin getirilmesi yoluyla tarım arazilerinin müsadere edilmesinin önünü açtı. Faslı filozof Abdullah Laroui’nin ‘Fas Tarihinin Özeti’ adlı kitabına göre bu durum, Cezayir'de şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı. Bu ayaklanmaların başında, Fas'ın kuzeyinde Emir Abdulkadir el-Cezairi'nin devrimi ve Fas genelinde ‘Mahzen’ (Fas'a özgü bir yönetim sistemi) ile çatışması geliyor.

Ayrıca, Abdullah Al-Aroui'nin "Fas Tarihinin Özeti" adlı kitabında anlattığı gibi, Fransızların Cezayir ve Fas'ta Şeriat mahkemelerini ve vakıflarını ortadan kaldırmak, mülkiyet kayıtlarını yok etmek, sahiplerini arazilerinden uzaklaştırmak ve Fransız yerleşimcileri (daha sonra "Kara Ayaklılar" olarak bilinenler) getirmek suretiyle tarım arazilerine el koymanın yolunu açmak için yürüttükleri sistematik çalışmalar, Cezayir'de belki de en ünlüsü Emir Abdülkadir el-Cezayiri'nin devrimi olan şiddetli kırsal ayaklanmalara ve Fas'ın kuzeyinde de "Makhzen" ile genel olarak bir çatışmaya yol açmıştır.

dc
Kahire'nin merkezindeki Tahrir Meydanı'nda toplanan Mısırlı protestocular, 19 Kasım 2011 (AFP)

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Haşimilerin İngilizler tarafından kandırılması, İngiltere’nin Haşimilere verdiği bir Arap krallığı kurma sözünü yerine getirmemesi ve 1920 yılında Fransız kuvvetleri Suriye'ye girip Kral 1. Faysal’ı devirdiğinde onları terk etmesi; Bu olaylar, bölge halkları arasında sömürge güçlerine karşı güvensizlik duygularını pekiştiren, misilleme ve kendini yeniden değerlendirme yolları aramaya iten faktörler arasında yer aldı ve onları büyük bir sıçrama yapmaya itti.

Buna, İslam halifeliğini yeniden canlandırma çabaları ve Mısır’da Sultan Fuad'ın (daha sonra Kral Fuad) halife unvanına hak kazandığını ilan etme çabaları eşlik etti.

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitim almış grupların ortaya çıkmasının Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olduğunu düşünürsek, belki de çok da yanılmamış oluruz.

Bu olaylar ve diğerleri, Napolyon’un Mısır seferi ile örneklendirilebileceğimiz Batı modernliğine ve İngilizlerin Hindistan ve Kuzey Afrika’daki baskıları ile örneklendirilebilir Batı sömürgeciliğine karşı düşmanlık gibi çeşitli ilkeler üzerine inşa edilen siyasal veya aktivist İslam’ın ortaya çıkmasının arka planını oluşturdu. Her iki düşmanlık da İslam’ı bir din ve kimlik olarak hedef aldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi, halifeliğin yerini alan sivil devlet de şiddetle reddedildi. Bu düşmanlık faktörleri bir araya gelerek, dini kimlik ya da Batı milliyetçiliği ve sol ideolojiler yoluyla her türlü kurtarıcıya hazır bir zemin oluşturdu. Bununla birlikte siyasal İslam'ın kurulmasının, Mısır ve Ortadoğu'da komünist ve milliyetçi partilerin ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildi. O dönem, gerçeklikle başa çıkmak için niteliksel olarak yeni yolların aranmasını gerektiriyordu. 

Bu bağlamda, medeniyet ya da sömürgecilik gibi Batı'nın meydan okumalarına verilen yanıtların, o dönemde İslam dini düşüncesi açısından en gelişmiş iki ülkeden gelmesi şaşırtıcı olmadı. Bunlar Hindistan (Deybandi Medresesi ve onu izleyen hareketler, bunların bazıları Hindistan'ın bağımsızlığı için ardından Pakistan'da Müslüman bir devletin kurulması için verilen mücadelede yer aldı) ve Mısır'dı. Mısır'da El-Ezher, direnişin ilk aşamalarında öncü bir rol oynadı ve ardından İmam Muhammed Abdu ile modernleşmenin gerekliliklerine yanıt vermeye çalıştı.

Müslüman toplumların dönüşümü

Bu arada Mısır toplumu, Batı'ya gönderilen Mısırlı heyetler, müfredat değişiklikleri, geleneksel medreselerin yerine devlet okullarının kurulması ve okullarda zorunlu dersler olarak dil ve dinin yanı sıra modern seküler bilimlerin yaygınlaşmasıyla, İslam dünyasındaki diğer toplumlardan önce yeni eğitim yaklaşımlarını benimsemişti. Bu değişiklikler, Mısır toplumunda derin bir etki bırakmadan geçmedi. Mısır toplumu, sanayileşmenin başlangıcına ve Batı kültür ürünlerinin akınına tanık oldu. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre ayrıca 19. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar Avrupa milliyetçi fikirlerinden etkilenen ve İngiliz sömürgeciliğine karşı duygular besleyen eğitimli kentli sınıfların ortaya çıkışına da şahitlik etti.

dfv
Hasan el-Benna (AFP)

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitimli grupların ortaya çıkmasını Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olarak değerlendirirsek, belki de çok da yanılmayız. Bu eğitimli kişiler, modern bilgiye sahip seçkin bir grup olarak ülkelerindeki durum hakkında fikirlerini ifade etme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı ve aynı zamanda İslam dininin kendi saflarında en açık şekilde ifade ettiği kimlikten ayrılmak istemiyorlardı.

Bilindiği üzere Mısırlı yazar Taha Hüseyin'in yazdığı ‘Cahiliye Şiiri Üzerine’ adlı kitabı, İslam öncesi (Cahiliye) dönemi şiirinden günümüze ulaşanları sorgulaması tartışma yaratmış, ardından Mısır kültürünün Arap-İslam kültüründen çok Helenistik-Roma medeniyetinin bir parçası olduğunu öne sürerek Batı kültürüne entegrasyon çağrısında bulunmasıyla kopardığı fırtınalar, Hüseyin’in ‘Mısır’da Kültürün Geleceği’ adlı kitabında da yer almıştı. Ancak bu fırtınalar Mısır'ın sadece Arap kimliğini değil, İslam kimliğini de vurgulamıştı.

Kültür ve siyasetin Arap yönü, daha sonraki aşamalarda İslam'dan ayrı olarak ortaya çıktı. Aynı durum, Ali Abdurrazık’ın ‘İslamda İktidarın Temelleri’ kitabına yöneltilen sert eleştiriler için de geçerli. Bazıları bu kitabı, 20. yüzyıla ait olması gereken bir ülkede İslam dininin siyasi iktidarı yönetme yeteneğini inkar eden bir eser olarak görüyor. Abdurrazık, dinin devletten ayrılması, dinin ibadetle sınırlı kalması ve siyasete karışmaması gerektiğini ve artık hiçbir gerekçesi kalmayan halifeliğin yeniden canlandırılmasının imkansız olduğunu savunmuştu. Burada, aktivist İslam olgusunun ortaya çıkışının ‘nasıl’ yönünü ele alıyoruz.

Aslında, Ali Abdül Abdurrazık’ın İslam tarihinden örnekler ve argümanlarla ortaya koyduğu ve desteklediği görüş, dini her şeyin –iktidar, siyaset, devlet ve bilim– ayrılmaz bir parçası haline getirmeyi ve sıradan insan yaşamının herhangi bir yönünden ayırmayı imkansız kılmayı amaçlayan çağrılarla çelişmektedir.

Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı önemli rol hakkında çok sayıda makale olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut.

Bu görüşün, İmam Mehdi'nin gelişi beklenirken siyasi rol konusunda ikilemde olan bazı İranlı Şii çevrelerinde memnuniyetle karşılandığını belirtmek gerekir. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, ‘Velayet-i Fakih’ doktrininin savunucuları gibi hukukçulara genel ve mutlak otorite hakkı verme noktasına kadar gitmemiş olsalar da vaat edilen halifeliği kurmanın bir yolu olarak İslami çizgideki siyasi örgütlerin iktidara gelme rolüne ilişkin teorik bir çözüm sunmuşlardı. Müslüman Kardeşler teorisyenlerinin birçok yazısının, daha sonra İran Devrimi'nin sembol isimleri haline gelen kişiler tarafından Farsçaya çevrildiği herkesçe biliniyor. (Müslüman Kardeşler'in İran Devrimi üzerindeki etkisini küçümseyen Valid Nasr'ın ‘Şii Uyanış’ adlı kitabına bakabilirsiniz. Nasr’ın kitabı, Müslüman Kardeşler'in önemini vurgulayan başka bir araştırmacı olan Olivier Roy'un görüşüyle zıtlık oluşturuyor.)

dwf
New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin güney kulesi alevler içinde kaldığı anlar, 11 Eylül 2001 (Reuters)

Durum ne olursa olsun, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan, dini olmayan eğitim almış ama yine de siyasi bir kimlik ve dünyadaki tüm olayları anlamak için bir çerçeve olarak İslam dinine bağlı kalan kentli orta sınıf, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın toplumda ilerleme kaydetme ve siyasi temsil için bir yol buldu. El-Ezher'in kıdemli alimlerinin, Hasan el-Benna'nın mesajını aralarında yayma girişimlerini hoş karşılamadıkları doğru, ancak başta ‘Nahvu'n-Nur’ olmak üzere kaleme aldığı ‘Risaleler’ aracılığıyla, Müslüman topluluğun üyeleri arasındaki eğitim ve ilişkileri kapsayan ve Batı medeniyetini radikal bir şekilde reddeden, ancak Batı ülkeleri İslam'ı siyasi otorite olarak kabul ederse onlarla ilişkileri kabul eden ‘karşıt bir toplum’ inşa etme vizyonunu ortaya koydu.

Şiddetin temeli ve gerekçesi

Hasan el-Benna, önce Mısır'da, ardından Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yayıldığı diğer Müslüman ülkelerde, taşkilat ile iktidardaki siyasi otoriteler arasında bir çelişki yarattı. İslam dininin yaşamın tüm yönlerini kapsadığı iddiası eğer uygulanırsa, Müslüman Kardeşlerin merkezinde olmak istediği nüfuz alanı dışındaki herhangi bir faaliyete yer bırakmaz. Bu, salt bir fıkıh görüşü değil, en yüksek siyasi otoriteye geçmeden önce toplumda ve kurumlarında mümkün olduğunca fazla güç ele geçirmeyi amaçlayan mekanizmanın nasıl kurulacağına dair radikal bir tutum. Buradan hareketle, Müslüman Kardeşlerin suikasttan eğitimli ve silahlı grupların oluşturulmasına kadar her türlü şiddet eylemine dayalı konumunu inşa ettiği arka planı tartışabiliriz. Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı merkezi rol hakkında çok sayıda makalenin kaleme alınmış olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut. Ancak Seyyid Kutub, şiddet kullanımının kapsamını genişletti ve buradan yola çıkarak en radikal gruplar, sadece ‘kafir’ devlete karşı savaşmakla kalmayıp, ‘cahil’ topluma da saldırma yönünde vizyonlarını geliştirdi. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın belki de kentsel varlıkları nedeniyle, sosyal farklılıkların daha katı ve belirgin olduğu kırsal alanlarda yayılan İslamcı veya cihatçı gruplar gibi diğer güçlere göre şiddet kullanımında daha temkinli davrandığının söylenmesi gerekiyor. El Kaide ve ardından DAEŞ’ın ortaya çıkışıyla din adına acımasız şiddetin zirvesine ulaşıldı. El Kaide ve DEAŞ’ın 11 Eylül 2001 saldırıları, DEAŞ’ın İslam devleti kurma çabaları sırasında yaptığı gibi köleliğin ve köle ticaretinin yeniden canlandırılması gibi terör eylemlerini küresel sahneye taşıyan diğer tüm örgütlerden ayrıldığı da söylenmeli.

g4tg
Tulkerim'de Hamas'ın kuruluşunun yıl dönümü töreninde Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucusu Hasan el-Benna'nın resimlerini ellerinde tutan Hamas destekçileri, 14 Aralık 2014 (AFP)

Öte yandan, Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve benzeri grupların iktidardaki hükümetlerle ateşkes dönemlerinde faaliyet gösterdikleri bağlamları burada hatırlamakta fayda var. Söz konusu gruplar, birçok büyük meslek sendikasında, özellikle bilimsel uzmanlık alanlarıyla uğraşanlarda (doktorlar, mühendisler vb.) liderlik pozisyonlarına yükselmiş, ‘bilim ve inanç’ ya da ‘Kuran'daki bilimsel mucizeler’ adlarıyla bilinen kavramlar aracılığıyla bilim ve teknolojiye ilişkin yanlış bir algı yaymayı başarmışlardır.

Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neden neredeyse 100 yıldır yok olmadı?

Ancak en önemli faktör, tutarlı ve istikrarlı olmayan siyasi otoritelerle olan ilişkilerden ziyade fırsatçılık ve fırsatları değerlendirmeye yakın bir ilişkiydi. Müslüman Kardeşler, belirli koşullarda taktiksel ilerleme kaydetmesini sağlayan projelere katılmayı kabul ediyordu. Örneğin, 1970'lerin ilk yarısında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın solcu üniversite öğrencilerine karşı başlattığı kampanyaya katılarak, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı solculara darbe vurmak için kullanmıştı. Daha sonra iktidarla ilişkiler bozuldu, ancak Hüsnü Mübarek döneminde yeniden düzeldi. Bu düzelme ‘25 Ocak Devrimi’ne kadar sürdü. Ancak Müslüman Kardeşler, ‘Öfke Cuması’ gerçekleşene kadar devrime katılmakta geç kalmıştı.

Dolayısıyla bu fenomenin yükselişi veya düşüşüyle ilgili birçok soru işareti var. Bunlar genellikle cevaplamaktan kaçındığımız sorular. Çünkü bunların mevcut durum ve onun örneğin, iktidar ve iktidara erişim sorunu, iktidarı talep etmenin meşruiyeti, din ve siyasetle ilişkisi, devletle/otoriteyle bütünleşmesi veya ayrılması gibi parametreleriyle bağlantılı olduğunu biliyoruz.

Bu yüzden yaklaşımlarımızı Müslüman Kardeşler ve diğerlerinin çelişkilerini araştırmakla sınırlıyoruz ve sorunların yüzeyinde ve bunlardan kaynaklanan siyasi ve sosyal çıkmazlarda küçük çizikler atmaktan öteye geçmek istemiyoruz. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neredeyse 100 yıldır neden yok olmadı? Burada dışarıdan destek ve finansman aldıklarını hatırlamak yeterli olmaz. Çünkü aynı zamanda belirli koşullarda iktidarı ele geçirmeleri için teşvik edildiklerini de hatırlamak gerekir. Birçok güç benzer şekilde destek aldıktan sonra başarısız oldu ve ortadan kayboldu. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı, ulaşması imkânsız bir şeyi isteyen sosyal grubun ifadesi olarak görmek daha yararlı olacaktır. Çünkü ne zaman siyasi söylemine dini meşruiyet kazandırmak ve iktidarı ele geçirebilecek bir çoğunluğa dönüşmek istese başarısız oluyor. Bu kısır döngü, belirli aşamalarda devletin ve toplumun yapısını ve içindeki herkesi yok etme çabalarına dönüşen krizlere yol açtı.

Bu satırlarda gazeteciliğin temelindeki 5N1K sorularını yanıtlamamış olabiliriz, fakat bunları anlamsız sözlerle yanıtlamaktan kaçınmaktansa bilinçli bir şekilde ele almayı tercih ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Witkoff ve Kushner, AB dışişleri bakanlarına Gazze'deki gelişmeler hakkında bilgi verdi

ABD Başkanı Donald Trump'ın damadı Jared Kushner ve ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff Berlin'deki Adlon Oteli'nden ayrılırken (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump'ın damadı Jared Kushner ve ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff Berlin'deki Adlon Oteli'nden ayrılırken (AFP)
TT

Witkoff ve Kushner, AB dışişleri bakanlarına Gazze'deki gelişmeler hakkında bilgi verdi

ABD Başkanı Donald Trump'ın damadı Jared Kushner ve ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff Berlin'deki Adlon Oteli'nden ayrılırken (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump'ın damadı Jared Kushner ve ABD Özel Temsilcisi Steve Witkoff Berlin'deki Adlon Oteli'nden ayrılırken (AFP)

Bir Avrupalı yetkili, ABD Başkanı Donald Trump’ın özel temsilcileri Steve Witkoff ve Jared Kushner’ın bugün Avrupa Birliği (AB) dışişleri bakanlarını Trump’ın Gazze’ye ilişkin planındaki son gelişmeler hakkında bilgilendirdiğini açıkladı. Şarku’l Avsat’ın Reuters’tan aktardığına göre bilgilendirme, video konferans yöntemiyle gerçekleştirilen bir çevrim içi toplantı sırasında yapıldı.

Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noel Barrot, günün erken saatlerinde yaptığı açıklamada, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas’a, Brüksel’de düzenlenen bir toplantı kapsamında Amerikalı temsilcilerin AB dışişleri bakanlarına planın uygulanmasına ilişkin son durumu aktarmasını önerdiğini söyledi.

Witkoff ve Kushner aynı zamanda, Almanya Başbakanlık Ofisi’nde düzenlenen bir toplantıya katılarak, uzun süredir devam eden Rusya-Ukrayna savaşının nasıl sona erdirilebileceğine dair görüşmeler yaptı. Ukrayna’nın olası toprak tavizleri, Kiev’e yönelik gelecekteki güvenlik garantileri ve Moskova’nın Avrupalılar ile Amerikalılar tarafından sunulabilecek herhangi bir öneriyi kabul edip etmeyeceği konularında ise belirsizlik sürüyor.

Trump yönetimi, Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına geçilmesini sağlayarak yeniden savaşa dönülmesini önlemeyi ve kırılgan ateşkesi korumayı hedefliyor. Gazze Şeridi’ndeki Sağlık Bakanlığı iki gün önce anlaşmanın geçtiğimiz ekim ayında yürürlüğe girmesinden bu yana İsrail saldırılarında 383 Filistinlinin hayatını kaybettiğini açıklarken, Hamas mensuplarının düzenlediği saldırılarda da bazı İsrail askerlerinin öldüğü bildirildi.

Anlaşmanın ikinci aşaması, İsrail’in Gazze’nin bazı bölgelerinden çekilmesini, uluslararası istikrar gücünün konuşlandırılmasını ve Trump’ın liderliğinde kurulması öngörülen barış konseyini içeren yeni yönetim yapısının hayata geçirilmesini öngörüyor.