Atatürk hilafeti kaldırdı... Talipler yarıştı

Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)
Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)
TT

Atatürk hilafeti kaldırdı... Talipler yarıştı

Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)
Sultan Vahdettin, 17 Kasım 1922'de Dolmabahçe Sarayı'ndan ayrılırken. (Getty)

Sami Mubayyıd

"Halifelik kaldırıldı." Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, 3 Mart 1924'te bu güçlü sözlerle, son resmi İslam halifeliğini kaldırdı. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin (TBMM) Türkiye'nin cumhuriyete dönüştüğünü ve Osmanlı İmparatorluğu'nun Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinden beş buçuk yıl sonra sona erdiğini ilan etmesinden sadece dört ay sonra gerçekleşti. Halifenin bazı görevleri, sorumlulukları ve kalan parası TBMM’ye devredildi. Bir zamanlar İslam birliği ve gücünün sembolü olan halifelik, şimdi neredeyse sembolik ve önemsiz bir dini otorite haline geldi.

Osmanlı Padişahı’nın ihtişamı ve gücü, 1920'lerin başlarında yok olmaya başlamıştı. Atatürk, padişah unvanını da kaldırdı. Son Padişah, Kasım 1922'de görevden alınan 6. Mehmed (Vahdeddin) oldu. Ordusu yenildi ve hüküm sürdüğü imparatorluk yok edildi. Batılı güçler, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra başkentini işgal etti. Eskiden İspanya ve Hindistan'daki Müslümanlar arasında büyük saygı gören mağlup halife, İngiltere ve Fransa'nın emirlerine boyun eğmek zorunda kaldı.

Sultan Vahdeddin. (Corbis/Getty)
Sultan Vahdeddin. (Corbis/Getty)

Sultan Vahdeddin, Anadolu'nun bazı bölgelerini, Suriye ve Irak'ın tamamını ve müttefiklerin tüm mahkumlarını serbest bırakmak zorunda kaldı. Halife ayrıca Osmanlı İmparatorluğu'nun ünlü demiryolu ve telgraf hatlarının kontrolünden de vazgeçti. Sultan Vahdeddin, İstanbul'daki tahtından bir İngiliz gemisine binerek Malta'ya gitti ve asla geri dönmemesi emredildi. Dünyadan ve İslam halifeliğinden tüm izlerini kaybetti. İki gün sonra, amcasının oğlu, Veliaht Abdülmecid, Müslümanların halifesi olarak ilan edildi. Ancak Sultan unvanını taşımadı. Atatürk 1924 yılının mart ayında onu da devirdi. Sultan Vahdeddin, İtalya Rivierası'na sürgün edildi ve Mayıs 1926'da öldüğünde naaşı uçakla Şam'a götürüldü. Türkiye devlet hazinesi boştu. Bu yüzden naaşı, o zamanlar Suriye Cumhurbaşkanı olan Ahmed Nami'nin özel parasıyla taşındı ve defnedildi. Ahmed Nami, aynı zamanda Sultan 2. Abdülhamid’in damadıdır.

Osmanlı Padişahı’nın ihtişamı ve gücü, 1920'lerin başlarında yok olmaya başlamıştı. Atatürk, Padişah unvanını da kaldırdı. Son Padişah, Kasım 1922'de görevden alınan 6. Mehmed'di (Vahdeddin). Ordusu yenildi ve hüküm sürdüğü imparatorluk yok edildi.

Atatürk'ün danışmanlarından bazıları, halifeliğin, padişahlığın otoritesinden ayrılarak korunabileceğini öne sürerek halifeliğin kaldırılmaması için kendisine tavsiyede bulunmuşlardı. Padişahın ilahi otoritesinden kurtulmak bir şeydi, ancak Sultan Vahdeddin’in taşıdığı unvanı kaldırmak tamamen farklı bir şeydi. Atatürk'ün danışmanları, hilafetin korunmasının yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin çıkarlarına hizmet edeceğini ve dünyadaki Müslümanları otoritesi altında birleştireceğini savundu. Halifenin dini otoritesini Vatikan'ın Katoliklik üzerindeki kontrolüne benzetiyorlardı. Cumhuriyet ve hilafet bir araya gelemeyeceği için hilafetin cumhuriyetle keskin bir çelişki içinde olduğuna inanıyordu. Yeni anayasaya göre Türk halkı yasama kaynağıydı, halife değildi.

Atatürk'ün kararı, eskiden halifenin tebaası olan dünyanın her yerindeki Müslümanlar tarafından hoş karşılanmadı. Birçoğu hilafeti kurtarmaya çalıştı ancak çok az başarı elde ettiler. Örneğin, 1919'da Hindistan'da Halifelik Hareketi kuruldu. Bu hareket, Büyük Britanya'ya baskı yapmak için dünya çapında İslami bir destek toplamaya çalıştı. Hareket, Mahatma Gandhi de dahil olmak üzere birçok önemli kişiyi sosyal etkinliklerine çekmeyi başardı. Ancak hareket uzun sürmedi ve diğer halifelik çağrıları gibi başarılı olamadı. Cezayir direnişinin lideri Emir Abdulkadir el-Cezairi'nin torunu olan, önde gelen Cezayir Emiri Said el-Cezairi, Şam'da hilafet hareketini kurdu ancak 1920'lerin sonunda o da dağıldı.

Fotoğraf Altı: Halife unvanını isteyen Kral 1. Fuad. (Hulton Archive/Getty )
Halife unvanını isteyen Kral 1. Fuad. (Hulton Archive/Getty )

Mısır Kralı I. Ahmed Fuad, halifelik için aday olanlardan biriydi. Diğer aday ise Mekke Emiri ve Hicaz Krallığı'nın kralı olan Şerif Hüseyin bin Ali idi. Şerif Hüseyin, kendisini son Osmanlı halifesinin doğal varisi ilan etti ve ailesinin soyunun Hz. Muhammed'e kadar dayandığını savundu. Şerif Hüseyin, 11 Mart 1924'te, halifeliğin Türkiye'de kaldırılmasından sadece iki hafta sonra, Müslümanların boşta kalan halifeliği için adaylığını açıkladı.

Ancak bir yıl sonra, Kral Abdülaziz el-Suud, Şerif Hüseyin'in yönetimini ortadan kaldırdı ve onu Kıbrıs'a sürgün etti. Şerif Hüseyin'in halifeliği talep etmesi, siyasi rolünün kaybolmasıyla birlikte ortadan kalktı. Mısır Kralı, 25 Mart 1924'te İslam'ın geleceğini tartışmak için kapsamlı bir İslam konferansı düzenlemeye çağırdı. Konferansın amacı, Mısır Kralı'nın el-Ezher'den halife unvanını almasını destekleyen bir girişimi olan İslam dünyasını arkasında birleştirmekti. Ancak, girişimi Şerif Hüseyin'in girişimi gibi başarısız oldu.

Bu sorun, sonraki yüzyılda da ortadan kalkmadı. 2007 yılında Gallup tarafından yapılan bir kamuoyu araştırması, ankete katılan Müslümanların yüzde 65'inin İslam devletlerinin hilafet altında birleşmesini istediğini ortaya koydu. ABD Başkanı George W. Bush'un konuşmalarında hilafetten 15 kez, bir konuşmada ise dört kez bahsedildi. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, El Kaide'nin ‘hilafeti yeniden kurmak istediği’ konusunda uyardı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, El Kaide'nin ‘mevcut İslami rejimlerin yerini alacak bir hilafet kurmak istediğini’ ekledi. Bu arada İngiliz Genelkurmay Başkanı Sir Richard Dannatt, İslamcıların gözlerini uzun vadeli ‘tarihi İslami Hilafeti yeniden kurmak’ hedefine diktikleri için Afganistan'da İngiliz kuvvetlerine ihtiyaç olduğunu açıkça belirtti. ABD Temsilcisi Ellen West, de Ağustos 2011 yaptığı açıklamada "Arap Baharı denilen şeyin, İslami hilafeti yeniden kurmanın ilk aşaması olduğu kadar, demokratik bir hareketle hiçbir ilgisi yoktur" demişti.

Bu sorun, sonraki yüzyılda da ortadan kalkmadı. 2007 yılında Gallup tarafından yapılan bir kamuoyu araştırması, ankete katılan Müslümanların yüzde 65'inin İslam devletlerinin hilafet altında birleşmesini istediğini ortaya koydu. ABD Başkanı George W. Bush'un konuşmalarında hilafetten 15 kez, bir konuşmada ise dört kez bahsedildi. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, El Kaide'nin ‘hilafeti yeniden kurmak istediği’ konusunda uyardı.

Ekim 2011’de Tunus'ta gerçekleştirilen Arap Baharı'nın ardından yapılan seçimlerde kazanan Müslüman Kardeşler'in genel sekreteri Hammadi Cibali, "İnşallah biz altıncı halifelik dönemini yaşıyoruz" dedi. Altıncı halifelikten kastettiği, ilk dört halife (Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali) ile Emevi hanedanından olan beşinci halife Ömer bin Abdulaziz'dir. Müslüman Kardeşler lideri Raşid Gannuşi de halifeliğin Müslümanların ortak umudu ve arzusu olduğunu söyledi. Kıdemli Suriyeli araştırmacı Satih el-Husari'ye bir keresinde 1948 Savaşı’nda yedi Arap ordusunun neden İsrail'i yenemediği sorulduğunda, bunun ortada yedi ordu bulunmasından kaynaklandığını söyledi. İslam devletinin işlerini yönetmek için bir ordu ve bir hilafet kurulmasına ihtiyaç vardı.

Ebu Bekir el-Bağdadi, sahte ve geçersiz bir halifelik görevini üstlendi

Mustafa Kemal Atatürk'ün halifeliği kaldırmasının üzerinden tam 90 yıl geçtikten sonra, ilk ciddi hilafet adayı ortaya çıktı. Iraklı bir Sünni İslamcı olan İbrahim Avvad İbrahim el-Bedri (daha çok Ebu Bekir el-Bağdadi olarak bilinir), 29 Haziran 2014'te Irak ve Suriye'de bir halifelik ilan etti. Sözcüsü, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin ‘Halife İbrahim’ unvanını alacağını ve hilafetin yeniden kurulduğunu duyurdu.

20 Eylül 2014'te, 120'den fazla Sünni din adamı, Ebu Bekir el-Bağdadi'ye açık bir mektup imzaladı ve onu Kur’an-ı Kerim ve Sahih Hadis'in yanlış yorumlamasıyla suçladı. Mektupta, "İslam'ı sertlik, zulüm, işkence ve cinayet dini olarak yorumlayarak İslam'ı yanlış yorumladınız. Bu büyük bir hatadır ve İslam'a, Müslümanlara ve tüm dünyaya bir hakarettir" ifadelerine yer verildi.

Fotoğraf Altı: DEAŞ terör örgütü halifesi Ebubekir el-Bağdadi. (Getty)
DEAŞ terör örgütü halifesi Ebubekir el-Bağdadi. (Getty)

Fransa'da bir camide binlerce Müslüman, “Biz bunu kabul etmiyoruz” demek için toplandı. Mısır’daki Daru’l İfta, DEAŞ’ı ‘Irak ve Suriye'deki El Kaide ayrılıkçıları’ olarak adlandırdıkları bir fetva yayınladı. Ekim 2014'te, İngiliz İslami kuruluşları Britanya İslam Topluluğu, İngiliz Müslümanlar Derneği ve Müslüman Barolar Birliği, DEAŞ’ı İslam dışı devlet’ olarak adlandırmayı önerdi.

Batılı gazeteciler, İslam hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları için genellikle el-Bağdadi'yi yanlışlıkla İslam'ın ilk halifesi olan Ebu Bekir es-Sıddık'ın halefi olarak tanımlarlar. Bu hem gazetecilerin hem de okuyucularının tarihini bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, 2014 yılındaki birçok haber raporunda yer alan ‘İslam hilafeti, Hz. Muhammed'in 632 yılındaki ölümünden sonra kuruldu ve 1924 yılında Birinci Dünya Savaşı'nın ardından Mustafa Kemal Atatürk tarafından kaldırıldı’ şeklindeki tarihsel özete kimse itiraz etmedi. Kasıtlı veya kasıtsız olarak yapılmış olsun, bu yanlış argüman, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin Ebu Bekir el-Sıddık'ın ve Ömer ibn el-Hattab, Ali ibn Ebi Talib gibi büyük adamlardan oluşan bir hanedanın ve Kanuni Sultan Süleyman, Abdülmecid ve Abdülhamid gibi Osmanlı padişahlarının doğal halefi olduğunu gösteriyor.

Müslüman Sünnilerin çoğuna göre, Hz. Muhammed'in arkadaşı, komşusu ve en güvendiği sahabe olan Ebu Bekir es-Sıddık, 632 yılında ilk halife oldu. Ona ‘Resulullah'ın halifesi’ unvanı verildi. Sünniler, halifenin, İslam'ın doğum yeri olan Mekke'nin güçlü kabilesi Kureyş veya herhangi bir yan kolundan doğrudan soyundan gelmesi gerektiğini ve oy birliğiyle (şura) seçilmesi gerektiğini savunur. Hz. Muhammed de Kureyş'in Beni Haşim koluna mensuptu. Ancak, İslam'ın Hanefi mezhebi, halifenin Kureyşli olmayanlar tarafından da seçilebileceğini söyler. Bu, Osmanlı padişahlarının İslam imparatorluğunu nasıl yönettiğini açıklar. Osmanlı padişahlarının hiçbiri Mekke'nin soylularından değildi. Şii Müslümanlar ise halife olmak için birinin Mekke'nin soylularından olması yeterli olmadığını, potansiyel rakiplerin Hz. Muhammed'in soyundan, yani Ehl-i Beyt'ten gelmesi gerektiğini savunur. Bu, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin, bir açıklama yaptığında veya kamuoyunun önüne çıktığında kullandığı iki önemli ek ismin nedenini açıklar. İlk unvan ‘Kureyşli’ (Kureyş'ten), ikinci unvan ise ‘Haseni’ (Hz. Muhammed'in torunu Hz. Hasan'ın soyundan). Batılı gazeteciler ve gayrimüslimler, pratik nedenlerle genellikle bu iki unvanı göz ardı etme eğilimindedir. Ancak DEAŞ medyası, Ebu Bekir el-Bağdadi'den bahsederken her zaman bu iki aidiyeti belirtir.

Hilafet koşulları: Kimler halife olabilir?

Hilafet şartları, soyundan bağımsız olarak oldukça açıktır. Halifenin bir erkek ve Müslüman olması gerekir. Halifenin Müslüman kitlelere namaz kıldırması gerekiyordu. İslami geleneklere göre kadınlar liderlik pozisyonlarını üstlenemezler, hatta bir camide erkeklere ayrılmış bölümde görünemezler. Halife İslam hakkında bilgili olmalıdır. Adaletli, güvenilir ve yüksek ahlaka sahip olması gerekir. Ayrıca fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı, cesur ve milletini düşmanlarından koruma yeteneğine sahip olmalıdır. Sünniler, halifenin, İslam hukuku sınırları içinde ‘adaletle’ hüküm vermesi beklenen bir dünyevi hükümdar olduğu konusunda hemfikirdir. Bir fakih tarafından onun adına hazırlanması beklenen yasaları onaylamakla ve vatandaşların bunları takip etmesi gerekir. Ancak halifenin gücü Kur’an-ı Kerim hukukunun üstünde değildir. Kur’an-ı Kerim öğretilerini ihlal ederse, Şura Konseyi tarafından sorguya çekilebilir. Şura Meclisi, devlet işlerini tartışmak ve İslam ümmeti adına kararlar almakla görevli eğitimli insanlardan oluşan küçük bir gruptur. Halifenin görevden alınmasının gerekçelerinden biri, örneğin, Müslümanları namaza çağırmamasıdır.

Mustafa Kemal Atatürk'ün halifeliği kaldırmasının üzerinden tam 90 yıl geçtikten sonra, ilk ciddi hilafet adayı ortaya çıktı. Iraklı bir Sünni İslamcı olan İbrahim Avvad İbrahim el-Bedri (daha çok Ebu Bekir el-Bağdadi olarak bilinir), 29 Haziran 2014'te Irak ve Suriye'de bir halifelik ilan etti. Sözcüsü, Ebu Bekir el-Bağdadi'nin ‘Halife İbrahim’ unvanını alacağını ve hilafetin yeniden kurulduğunu duyurdu.

İlk halife Ebu Bekir es-Sıddık'ın 634 yılındaki ölümünden sonra, yerine Ömer bin Hattab halife seçildi. Ömer bin Hattab, İslam tarihinde olağanüstü bir şahsiyetti. Bilge, adil ve dindar biriydi ve yüksek siyasi zekaya sahipti. Ömer bin Hattab konuşurken, sözleri yasalara dönüşürdü ve bunlar Müslümanların nesiller boyunca aktardığı sözler olurdu. Aynı zamanda Peygamber'in eski bir arkadaşı ve eşi Hz. Hafsa'nın babasıydı. ‘Resulullah'ın halifesinin halifesi’ ifadesindeki tekrar yerine Ömer bin Hattab, ‘Müminlerin Emiri’ unvanını aldı. Bu unvan, kendisi ve halefleri Osman bin Affan ve Ali bin Ebu Talib'in de unvanı oldu. Her ikisi de Mekke'nin soylularındandı ve Peygamber'in kızlarıyla evliydiler. Sünni hadislere göre Peygamber ilk dört halifeyi ahirette cennetle müjdelemiştir. Bu müjde, Peygamber'in ne ilk eşi olan sevgili eşi Hatice ne kızı Fatıma ne de en sevdiği eşi Ayşe de dahil olmak üzere hiçbir yakınına verilmedi. Bu halifelerin tarihi, İslam dünyasının kalbinde yer almaktadır. Ebu Bekir el-Bağdadi, bu tarihi ezbere biliyordu. İlk dört halife, her Müslümanın takip ettiği ideal bir örnektir ve el-Bağdadi, onların yolunu takip ettiğini iddia etti.

Ancak Bağdadi iyi bir Müslüman değildi. Aksine bir zorba ve şarlatandı. Emir Said el-Cezairi, 1924'te Suriye'de hilafet hareketi kurulduğunda, Atatürk'ün kararıyla boş kalan pozisyonu bir sahtekar ortaya çıkmadan hemen önce uygun bir halefin doldurması gerektiği konusunda Müslüman ümmetini uyarmıştı. 90 yıl sonra bu sahtekar, Ebu Bekir el-Bağdadi ve onun halefi olduğunu iddia eden herkes, 2019'daki ölümünün ardından ortaya çıktı.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.



Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi

Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi
TT

Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi

Öcalan'dan görüntülü çağrı geldi

İmralı Cezaevi’nde tutuklu bulunan Abdullah Öcalan, 19 Haziran 2025 tarihli mektubunda PKK’nin Fesih Kongresi’ne atıfla “varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketinin sona erdiğini” belirtti. Demokratik siyaset ve toplumsal barış vurgusu yapan Öcalan, “silahların gönüllüce bırakılmasını” talep etti. TBMM çatısı altında kurulacak komisyonun önemine dikkat çeken Öcalan, “Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmelidir” dedi.

İşte Öcalan’ın çağrısından öne çıkan bölümler:

“27 Şubat 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı savunmaya devam etmekteyim”

Sizlerin PKK’nin 12. Fesih Kongresi’yle, buna kapsamlı oldukça doğru bir içerikle pozitif yanıt vermenizi tarihi bir karşılık olarak değerlendirmekteyim. Tarihi bir dönüşüm sayılması gereken bir Demokratik Toplum Manifestosu hazırladım. Bu manifesto, yaklaşık 50 yıllık ‘Kürdistan Devriminin Yolu’ manifestosunu başarıyla ikame edecek niteliktedir.

“Varlık tanındı, ana amaç gerçekleşti”

Öcalan, mektubunda PKK’nin kuruluş amacına işaret ederek bu amacın gerçekleştiğini belirtti:

Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir. Bu temelde kapsamlı eleştiri-öz eleştiri devam edecektir.

“Silahları bırakın, mekanizmaları kurun”

Barış sürecinin somutlaşması için atılması gereken adımlara dikkat çeken Öcalan, mektubunda şunları kaydetti:

Sürecin geneli olarak silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışması önemlidir. Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır.

“Kendi özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmedim”

Abdullah Öcalan, bireysel özgürlüğü kolektif özgürlük bağlamında ele alarak şu değerlendirmeyi yaptı:

Ben hiçbir zaman kendi özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmedim. Felsefi olarak da kişi özgürlüğü toplumdan soyut olamaz. Birey özgürleştiği oranda toplum, toplum özgürleştiği oranda birey özgür olabilir.

“Demokratik Modernite Güçleri yeni evreye hazırlanmalı”

Öcalan, mektubunun son bölümünde yeni bir stratejik döneme işaret ederek şu çağrıyı yaptı:

Bu tartışmalar tüm ülke, bölge, küresel düzeyde bizleri, Demokratik Modernite Güçlerini yeni bir teorik program, stratejik ve taktik evreye ulaştıracağına, şimdiden bunun hazırlık çabası içinde olunduğuna dair çok iyimser ve hazır olduğumu, arzulu ve coşkulu olarak belirtirim. Önümüzdeki döneme çağrım, kongre kararları ve en son bu yazıda dile getirdiğim görüş ve öneriler doğrultusunda yüklenelim ve başarı temelinde gelişmeler sağlayalım.

Mektubun tamamı şöyle:

Değerli yoldaşlar

Komünalist yoldaşlık hareketimizin geldiği aşamayı, yaşadıkları somut durumu, sorun ve çözüm yollarına ilişkin kapsamlı bir mektupla tekraren de olsa açıklayıcı ve yaratıcı yanıtlar vermeyi, sizlere karşı etik bir görev saymaktayım.

27 Şubat 2025 tarihli Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı savunmaya devam etmekteyim.

Sizlerin PKK’nin 12. Fesih Kongresi’yle, buna kapsamlı oldukça doğru bir içerikle pozitif yanıt vermenizi tarihi bir karşılık olarak değerlendirmekteyim.

Gelinen nokta oldukça değerli ve tarihi nitelikte sayılmak durumundadır. Bu arada köprü ilişkide bulunan yoldaşların çabası aynı değerde ve takdire şayandır.

Tüm yaşanan gelişmeler sonunda tarihi bir dönüşüm sayılması gereken bir Demokratik Toplum Manifestosu hazırladım. Bu manifesto, yaklaşık 50 yıllık ‘’Kürdistan Devriminin Yolu’’ manifestosunu başarıyla ikame edecek niteliktedir. Sadece Kürt tarihsel toplumu için değil, bölgesel ve küresel toplum için de tarihsel toplumsal bir içerik taşıdığına inanmaktayım. Tarihi manifesto geleneğinin başarılı bir örneğini teşkil ettiğinden kuşku duymamaktayım.

Tüm bu gelişmelerin İmralı’da gerçekleştirdiğim görüşmeler neticesinde yaşandığını açıkça belirtmek durumundayım. Görüşmelerin özgür irade temelinde yürütülmesine azami dikkat gösterilmiştir.

Varılan aşama, yeni adımlarla pratiğe geçmeyi gerekli kılmaktadır. Bu aşamanın ve gerekli adımların da tarihi nitelikte olduğunun önemle belirtilmesi, anlaşılması ve gereklerine bağlı kalınması, yol alınması açısından kaçınılmazdır.

Varlık inkarına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisine son verilmiştir. Varlık tanınmış, dolayısıyla ana amaç gerçekleşmiştir. Miadını doldurma bu anlamdadır. Gerisi aşırı tekrar ve açmaz olarak değerlendirilmiştir. Bu temelde kapsamlı eleştiri-öz eleştiri devam edecektir.

Siyaset boşluk tanımayacağına göre, boşluk, Barış ve Demokratik Toplum başlıklı program, ‘’demokratik siyaset’’ stratejisi ve temel taktik olarak bütüncül hukukla doldurulmak durumundadır. Tarihsel nitelikte ve kader belirleyici bir süreçten bahsediyoruz.

Sürecin geneli olarak silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışması önemlidir. Kısır mantıklı, önce sen-ben kısırlığına düşmeden, adımların atılmasında dikkat ve hassasiyetin gösterilmesi şarttır. Atılan adımların boşa çıkmayacağını biliyorum. Samimiyeti görüyor ve güveniyorum.

Dolayısıyla daha da pratik ve somut kilit açıcı adımlara geçilmeye çalışılmaktadır. Benim tarafımdan ileri sürülen tezlerin belli başlı olanları şunlardır:

Herkesin üzerine düşeni yapması, Barış ve Demokratik Toplum hedefine ulaşılması, pozitif entegrasyonalist bir perspektifle mümkündür. Tüm anlatılanlardan çıkarılan sonuç: PKK ulus devletçi bir amaçtan vazgeçmiş, bu temel amaçtan vazgeçişle birlikte temel savaş stratejisinden de vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir. Gelinen tarihi noktanın daha da ileriye götürülmesi beklenmektedir.

Gerek TBMM ve komisyon için anlam ifade edecek, gerek kamuoyundaki şüpheleri giderecek ve sözümüzün gereğini karşılayacak şekilde silahların bırakılmasını, ilgili çevre ve kamuoyuna açık olarak temin etmeniz doğal karşılanmalıdır. Silah bırakma mekanizmasının kurulması süreci ileri taşıyacaktır. Yapılan silahlı mücadele aşamasından demokratik siyaset ve hukuk aşamasına gönüllüce geçiştir. Bu bir kayıp değil, tarihi bir kazanım olarak değerlendirilmek durumundadır. Silah bırakmaya ilişkin detaylar belirlenecek ve hızlıca hayata geçirilecektir.

Meclisin çatısı altında bulunan DEM, diğer partilerle birlikte bu sürecin başarıya ulaşması için üzerine düşeni yapacaktır.

Bu arada tüm karar metinlerinde vazgeçilmez bir şart olarak benim özgür kalma durumuma gelince; biliyorsunuz ki ben hiçbir zaman kendi özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmedim. Felsefi olarak da kişi özgürlüğü toplumdan soyut olamaz. Birey özgürleştiği oranda toplum, toplum özgürleştiği oranda birey özgür olabilir. Bu eğilimin gereğine bağlı kalınacağı tabidir. 

Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum. Ve sizi de bu ilkeyi hayata geçirmeye çağırıyorum.

Son günlerde bölgede yaşanan gelişmeler, attığımız bu tarihi adımın önemini ve aciliyetini açıkça teyit ediyor.

Sürece yönelik her türlü eleştiri ve önerilerinizi, katkılarınızı dört gözle beklediğimi belirtmeliyim. Bu tartışmalar tüm ülke, bölge, küresel düzeyde bizleri, Demokratik Modernite Güçlerini yeni bir teorik program, stratejik ve taktik evreye ulaştıracağına, şimdiden bunun hazırlık çabası içinde olunduğuna dair çok iyimser ve hazır olduğumu, arzulu ve coşkulu olarak belirtirim.

Önümüzdeki döneme çağrım, kongre kararları ve en son bu yazıda dile getirdiğim görüş ve öneriler doğrultusunda yüklenelim ve başarı temelinde gelişmeler sağlayalım.

Daimi yoldaşça selam ve sevgiyle kalın.

19 Haziran 2025 / Abdullah Öcalan

Independent Türkçe