Küresel bir nükleer savaş durumunda dünyaya neler olacak?

Küresel bir nükleer savaş durumunda dünyaya neler olacak?
TT

Küresel bir nükleer savaş durumunda dünyaya neler olacak?

Küresel bir nükleer savaş durumunda dünyaya neler olacak?

Birinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden 100 yıl sonra ABD Başkanı Donald H. Trump Rusya ile 1987'de imzalanan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması'ndan (INF) çekilme kararı verdi. Kararı takiben yaşanan uluslararası gerginliğin ardından, tarihsel anlaşmanın iptal edilmesi durumunda uluslararası bir nükleer yarışa veya gelecekte meydana gelebilecek muhtmel bir nükleer savaşa hazırlanılmasına dair tartışmalar arttı.

ABD merkezli Vox Media haber analiz sitesi, nükleer savaş patlak verdiğinde ve yaşanabilecek en kötü senaryo yaşanacağında dünyanın nasıl olacağını gösteren fotoğraflar yayınladı. Ayrıca ölümcül silahların kullanılmasının ardından neler yaşanacağı ile birlikte insanlık tarihinin sonunun gelme ihtimaline ilişkin soruları yanıtladı.

Bilimsel tahminler, meydana gelecek herhangi bir nükleer çatışmanın, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana gözlenmemiş bir şekilde büyük ölçekte ciddi insan kaybına yol açacağını gösteriyor.

O zamandan bu yana nükleer teknoloji oldukça gelişti. Gelecekteki nükleer bir savaştan kaynaklanan kayıplar ve tahribatlar, önceki dünya savaşlarında yaşananlardan çok daha ağır olacak.

Washington'da bomba

Stevens Institute of Technology'de nükleer bir tarihçi olan Alex Wellerstein, sivillerle dolu bir bölgede kullanılan bir nükleer bomba ile yaşanabilecek felaketin boyutunu anlamak için ABD başkentine bir nükleer bomba düşmesi durumunda neler olacağına ilişkin sanal senaryo hazırladı.

Wellerstein, hazırladığı simülasyonda, Kuzey Kore makamlarının Eylül 2017'de test ettiği ve yıkıcı gücü yaklaşık 140 kiloton olan bir nükleer bombanın kullanılmasını öngördü.

Tek bir nükleer bombanın kullanılması ve sadece bir bölgenin hedeflenmesi durumunda 220 bin insanın hayatını kaybedeceği ve 450 bin kişinin ise yaralanacağını kaydedildi.

ABD'nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagazaki'ye yönelik gerçekleştirdiği çift nükleer saldırı 200 bin insanın ölmesine yol açmıştı.

Kuzey Kore gibi bir nükleer gücün Amerika'ya karşı bir nükleer saldırı başlatması durumunda, muhtemelen bir bölgeyi hedef alan tek bir nükleer bomba ile sınırlı kalmayacaktır. Büyük olasılıkla birden çok nükleer bomba kullanılacak ve başkent Washington'ın çeşitli bölgelerini vuracaktır. New York şehri ve Birleşik Devletler'in Batı Kıyılarının yanı sıra, ABD’nin Guam ve Hawaii’deki askeri üslerinin de hedefler arasında yer alması bekleniyor.

Alex Wellerstein, nükleer patlamalara özgü işaret olarak bilinen mantar bulutunun patlama merkezinden 1.2 mil karelik bir alana kadar uzanabileceğini tahmin ediyor. Bu bölge, nükleer saldırıdan kaynaklanan en büyük radyasyon miktarına sahip olacak ve acil tıbbi müdahale olmaması durumunda mantar bulutunun yayıldığı alanlardaki ilk ve ciddi etkilerinin bir sonucu olarak nüfusun yüzde 50’si ile yüzde 90’ı arasında bir ölüm oranına şahit olunacak. Ölümler, patlamadan sonraki günler ve haftalar boyunca da devam edecek.

Nükleer radyasyonun etkisiyle yaşanan zehirlenmeler, en korkunç ölüm yollarından biri olarak kabul ediliyor.

Bunun yan etkileri arasında şunlar yer alıyor: Mide bulantısı ve sürekli kusma, devamlı bir şekilde gözlenen kanamalar, çoğunlukla kanlı ishal ve cildin şiddetli yanması ile birlikte yaralanan kişinin derisinin soyulması ve insanın buna rağmen hala hayatta kalması.

Bir sonraki aşamada ise patlamanın 17 mil karelik bir alana yayılması durumunda, yaşanacak sarsıntıların çok fazla yıkıma sebep olacağı bekleniyor. Bu durum, özellikle enkazların ve yangınların her yere yayılması ile birlikte bölgeye yakın olan kimselerin ölmesine sebep olacak.

Parlak ışıklar

Üçüncü aşamada, patlamanın 33 mil kareyi aşacak şekilde yayılmasının ardından, bölgede bulunan herkes üçüncü derece yanıklardan mustarip olacak. Colorado Boulder Üniversitesi'nde bir bilim adamı ve nükleer felaket uzmanı olan Owen Brian Toon, birkaç mile kadar yayılan parlak ışıkların yapraklar, dallar ve giysiler gibi yanıcı cisimlerle temas etmesi durumunda yangınlara sebep olabileceğini kaydetti. Ayrıca söz konusu ışıkların bireylere temas etmesi durumunda ise sinirlerin yanmasından dolayı yaralılarının fazla acı hissetmeyeceğini ve bazı yaralıların ağır deformasyonlara maruz kalacağını söyledi. Bu durum bazı uzuvları kullanılmaz hale girmek ile birlikte daha trajik durumlarda ise yaralı uzuvların kesilmesini gerektirecek.

Nükleer patlamanın etkilerinin ulaşabileceği en uzak mesafe olan 134 mil karelik alanda ise ölüm riski ile birlikte en azından yaralanmalara şahit olunacak. Patlama, bu aralıktaki evlerin pencerelerinin camlarının parçalanmasına sebep olacak. Rüzgar, nükleer radyasyonla kirlenmiş malzemelerin ve nesnelerin taşınmasından rol oynayacak. Nükleer alanlardan uzak bölgelere taşınan bu radyasyonlu nesneler birçok insanı çeşitli hastalıklar ile karşı karşıya getirecek.

Bilim adamlarının ve uzmanların söylediğine göre, nükleer bir saldırının sonuçları dünya sinemasının ürettiği tüm korku ve felaket filmlerinin senaryosunu geride bırakacak. Bilim adamlar söz konusu film senaryolarının nükleer bir askeri çatışmanın karşısında “iyimser” kalacağını düşünüyor.

Rutgers Üniversitesi'nde Çevre Bilimleri Profesörü olan ve yıllarca nükleer savaşların muhtemel sonuçları hakkında araştırmalarda bulunan Alan Robock, bu tür çatışmaların patlak vermesinin ardından yaşanabilecek uzun vadeli en kötü sonuçların siyah dumandan ve hava tarafından taşınacak toz ve çeşitli parçacıklardan kaynaklanacağını ifade ediyor.

Herhangi bir nükleer savaş durumunda şehirlerin ve sanayi bölgeleri hedef alınması ile birlikte bu bölgelerde meydana gelecek yangılar neticesinde korkunç miktarda duman atmosfere yayılacak. Bu dumanlar gezegeni çevreleyen stratosfere kadar yükselecek ve yağmurlar ile yıkanmadıkça uzun yıllar boyunca orada kalmaya devam edecek.

Yükselen sıcaklıklar ile birlikte dünyanın bir bölgesinden diğerine yayılacak olan bu dumanlar, dünyanın büyük bir kısmına güneş ışıklarının ulaşmasına engel olacak. Böylece, dünya çok düşük sıcaklıklara şahit olacak ve yağış oranları düşecek. Bunu takiben gerçekleşecek dünya çapındaki tarımsal üretimin azalması ile birlikte bu durum birkaç yıl içinde kıtlığın yayılmasına zemin hazırlayacak.

Bilim adamlarının ifade ettikleri kadarıyla, nükleer savaşların etkilerinin belirlenmesi öncelikle kara dumanın yayılma hacmi ile ilişkili. Yaklaşık 5 ila 50 ton arasında yayılacak bir siyah duman, bilimsel olarak “nükleer sonbahar” olarak ifade edilen şeye sebep olacak. Söz konusu miktarın 50 ila 150 milyon ton olması durumunda ise nükleer kış yaşanacak. Alan Robock, nükleer kış senaryosunun gerçekleşmesi durumunda, büyük ihtimalle yeryüzündeki herkesin ölebileceğini düşünüyor.

Nükleer sonbahar

Nükleer sonbahar senaryosu, sırasıyla 140 ve 150 nükleer savaş başlığına sahip olan Hindistan ve Pakistan büyüklüğündeki iki nükleer güç arasında gerçekleşecek bir çatışma ile gerçekleşebilir. İki ülke arasındaki çatışma ve her birinin yaklaşık 50 nükleer bomba kullanması -ki bu rakam İkinci Dünya Savaşı sırasında Hiroşima'ya karşı kullanılmıştı- 5 ila 6 ton arasında değişen büyük miktarda siyah duman üretecek. Güneş dünyadan ayrılacak ve böylece söz konusu sıcaklıklar 14. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar süren Küçük Buz Çağı’nda tespit edilen oranlara dek azalacak. Bu durum, farklı mahsullerin ekim süresini azaltacak ve küresel gıda ithalatını tehdit edecek. ABD ve Çin gibi ülkelerdeki mısır ve buğday gibi temel tarımsal ürünlerin üretimi, nükleer patlamayı izleyen ilk beş yıl içerisinde yüzde 20 ila 40 oranında azalacak.

Bilim adamları Robock ve Tone, sıcaklıklardaki söz konusu düşüşün en iyi ihtimalle 10 yıl boyunca devam edeceğini ve tespit edilen sıcaklık oranının son bin yıl boyunca daha önceki herhangi bir aşamadan daha az olacağını düşünüyorlar.

Nükleer Savaşı Önlemek İçin Uluslararası Hekimler Birliği (IPPNW) Başkanı Dr. Ira Helfand, bu sıkıntıların böyle sınırlı bir süre bile devam etmesinin yaklaşık iki milyar insanı kıtlığın eşiğine getireceğini ve bunun genellikle Avrupa’nın yanı sıra Güney Doğu Asya, Latin Amerika ve Kuzey Amerika'da yoğunlaşacağını kaydetti.

Helfand, iki milyar insanın ölümünün insanlığın sonu olmayacağını fakat, çağdaş uygarlığını sonu olacağını sözlerine ekledi.

Gıda miktarındaki düşüşün fiyatlara yansıması ile birlikte çok daha büyük neticeler meydana gelebilir. Doğal olarak dünyanın her yerinde mevcut kaynaklar üzerine çatışmalar ve hatta savaşlar olacak. Durum daha da kötüye gidebilir ve böylece devletlerin daha fazla yiyecek ve su kaynağını kontrol altına alma girişimleri ile birlikte ikinci bir nükleer savaş meydana gelebilir. Bu korkutucu bir senaryo gibi görünebilir, ancak işlerin daha korkutucu bir hal alması olasıdır.

Nükleer kış

Nükleer savaş durumunda dünyanın nihai senaryosu “nükleer kış” olarak adlandırılıyor. Böyle bir senaryo, sırasıyla 6450 ve 6850 nükleer başlığa sahip olan dünyanın en büyük iki nükleer gücü ABD ve Rusya arasında yaşanacak bir çatışma ile gerçekleşebilir. Nükleer kış senaryosunun gerçekleşmesi, Amerika ve Rusya'dan her birinin 2 bin kadar nükleer başlık kullanması gerekiyor. Her ülke bir diğerini devirmeye çalışacak ve onlarla birlikte insanlığın büyük bir kısmı tarihe karışacak.

Robock ve diğer bilim adamlarına göre böyle bir senaryo yaşanması durumunda, çatışmaların yayıldığı kentlerin ve çeşitli alanların yakılması ile birlikte yaklaşık 150 milyon ton siyah duman oluşacak. Bu dumanlar birkaç hafta içinde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılacak ve sıcaklıklar eksi 6 dereceye kadar düşecek. Bu durum, savaşın patlak vermesinden sonraki ilk yıl boyunca böyle olacak ve sonraki yol yıl boyunca eksi 4 dereceye kadar artacak. Kuzey yarımküre aşırı soğuk havalara maruz kalırken, dünya üzerindeki çeşitli sektörler söz konusu durumdan etkilenecek.

Bilim adamlarının tahminlerine göre, bu durum hem hız hem de kapsam açısından insanoğlunun tarihinde eşi görülmemiş bir iklim değişikliğine sebep olacak. Ayrıca sıcaklıklarda görülen şiddetli düşüşler ile birlikte küresel tortullaşmada yüzde 45 oranında bir düşüş gözlenecek. Nükleer çatışmaların akabinde kalan kimselerin hayatlarını güvence altına almak için mahsul yetiştirme çabaları hemen hemen hiç başarılı olmayacak ve insanlar açlıktan ölecek. Nükleer savaşın yan etkilerinden biri de büyük miktarlarda ultraviyole radyasyonunun yeryüzüne sızmasına yol açması ve hemen hemen tüm ekosistemlere zarar vererek insanların doğada bulunmasını zorlaştırması olacak.

Ancak bazı uzmanlar, Robock ve meslektaşlarının teorilerine karşı çıkıyor. Nükleer kış kavramını ortaya atan ve aralarında California Üniversitesi'nde Klimatoloji Profesörü olan Dr. Richard B. Torco’nun da bulunduğu 5 bilim insanı, nükleer savaşın sonuçları hakkında ifade edilenlerin abartılı olduğunu ve böyle bir savaşın insanlığın ortadan kalkmasına sebep olmayacağını iddia ediyor.

John Reisner ve bir grup uzman, bu yılın şubat ayında, ABD hükümetinin görevlendirmesi ile gerçekleştirdiklerini bir çalışmanın sonucunda siyah dumanın etkisinin negatif olacağını teyit ettiler fakat, durumun Robock ve ekibinin beklediği kadar kötü olmayacağını ifade ettiler. Ancak, bir nükleer savaşın yüz milyonlarca veya milyarlarca insanın yaşamını kesinlikle etkileyeceği temel bir gerçek olarak olduğu yerde duruyor. Dünya üzerindeki herkes bu durumdan etkilenecek. Bu nedenle, bazıları böyle bir savaş riskini göze alamıyor ve bunu önlemek için ellerinden gelen her şeyi yapıyor.



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.


Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.


Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.