Terörle savaşın yeni arenası: Afrika

Terörle savaşın yeni arenası: Afrika
TT

Terörle savaşın yeni arenası: Afrika

Terörle savaşın yeni arenası: Afrika

ABD ve müttefikleri, Suriye'de DEAŞ’a karşı gerçekleştirdikleri askeri operasyonlarda sona yaklaşırken aynı zamanda 11 Eylül 2001 saldırılarından bu yana teröre karşı savaştıkları Afganistan'dan çekilmeye hazırlanıyorlar.
Tüm bunlar yaşanırken Ortadoğu’da azalan teröre yönelik küresel savaşın Afrika kıtasına kayması ve bu savaşın yeni merkezi olması dikkat çekiyor.
Afrika dünyanın en fakir ve okuma-yazma oranının en düşük olduğu bölgelerinden biri. Birçok insan sıtma, AIDS ve Ebola gibi ölümcül salgın hastalıkların pençesinde.
Yoksulluk, salgın hastalıklar ve cehalet, Afrika’yı terör örgütlerinin büyümesi ve yayılması için verimli bir ortam haline getiriyor. Bunlara bir de yaygın şekilde görülen sosyal adaletsizlik, demokrasi eksikliği ve çoğu Afrika ülkesinde yaygın olan yolsuzluklar ekleniyor.
Buna karşılık Afrika, petrol, doğalgaz, uranyum ve altın gibi toprak altında uyuyan muazzam servetten pay almak isteyen dünya güçlerinin yatırım için verimli olan kıtada yer alma mücadelesi verdiği bir bölge. Tüm bu toprak altı zenginliklerinin yanı sıra kıta, terör faaliyetlerini finanse etmek için bölgeyi Güney Amerika'dan Avrupa'ya uyuşturucu kaçakçılığı koridorları olarak kullanan ve Batı’nın çıkarlarına karşı olan terör örgütleri karşısında savunmasız bir durumda.
Teröristler Ortadoğu'dan Afrika'ya kaçıyor
Son yıllarda yüzlerce yabancı savaşçı, Suriye ve Irak'taki savaş alanlarından başka bölgelere kaçtı. ABD merkezli düşünce kuruluşu Stratfor tarafından yayınlanan Mart 2019 raporu, bu savaşçıların büyük bir kısmının Afrika kıtasına doğru kaçtıklarına işaret etti. Raporda Afrika’nın “terörle mücadelenin yeni arenası” olduğu vurgulandı. Geçtiğimiz yıl Afrika’daki yabancı savaşçı sayısında “önemli bir artış” yaşandığına işaret eden rapor, Afrika topraklarına giren ve militan gruplara katılanların, DEAŞ’ın Suriye ve Irak'ta yaptığı gibi aşırılık yanlısı bir devlet kurmaya çalıştıklarını ileri sürdü. Rapor, bu savaşçıların kıta için “gerçek bir tehdit” oluşturduğu konusunda uyardı.
Bu uyarıları ciddiye alan birçok Afrika ülkesi, yabancı savaşçıların ülkelerine giriş ihtimallerini engellemek için havaalanlarında ve sınır geçiş noktalarında güvenliği artırdı.
Senegal, Moritanya ve Gine'deki hükümetleri ince eleyip sık dokuyarak vatandaşlarıyla ilgili bir “kara liste” oluştururken birçoğu da Ortadoğu’daki terör gruplarının uğradığı büyük kayıpların ardından, çok sayıda yabancı savaşçı için büyük bir geçiş noktası olan Türkiye ile güvenlik işbirliğini arttırmayı tercih etti.
Afrika, başta petrol olmak üzere enerji üretiminde ve taşınmasında hayati bir bölge olan Ortadoğu gibi dünya gündemde yer tutmuyor olabilir. Ancak Afrika kıtasının yer altı zenginlikleri, Ortadoğu'ya alternatif arayışı içinde olan petrol ve doğalgaz araştırmalarında uzman birçok uluslararası şirketin gözünde “keşfedilmemiş” bir bölge olmaya devam ediyor. Bununla birlikte Kuzey ve Batı Afrika bölgelerindeki terör tehlikesi, başkentleri bu bölgelere sadece yüz kilometre uzakta olan Avrupa kıtasının ulusal güvenliğini de tehdit ediyor.
Bu nedenle, her ne kadar dünya güçleri, terörle mücadeleye kendi çıkarlarına ve bu çıkarların var olduğu alanlara göre değişen seviyelerde katılıyor olsalar da onları Afrika’da terörle mücadelede yer almaları için çeken birçok faktör var. Örneğin, ABD terörle mücadele faaliyetlerini Kızıldeniz ve Hint Okyanusu'nu birbirinden ayıran Babu’l Mendeb Boğazı'nın yakınındaki Afrika Kıtası’nda yoğunlaştırmakta.
Kritik Nokta: Babu’l Mendeb
Stratejik bir öneme sahip olan Babu’l Mendeb Boğazı, küresel deniz taşımacılığında önemli bir etkiye sahip. Bu nedenle ABD, Cibuti'deki dünyanın en büyük insansız hava aracı (İHA) limanı olarak tanımlanan askeri üssünü, Somali'de eş-Şebab Hareketi ve DEAŞ’a karşı baskı yapmak için kullanıyor.
Birçok Avrupa ülkesi ister Fransa veya ister ABD ile olsun koalisyonlar kurarak Afrika’daki teröre karşı savaşta yer alırken başta ekonomi alanı olmak üzere kıtada Rusya ve Çin’in etkisi de artmaya devam ediyor. Bu ekonomik etki, “terörle” mücadelede yerel yönetimlerle yapılan güvenlik ve askeri işbirliği anlaşmalarının imzalanmasıyla ortaya çıkan güvenlik ve askeri etkinin ötesine geçiyor.
Afrika kıtasının birçok bölgesi militan grupların pençesine düşmeye başlamasından bu yana açıklanan veriler, Afrika'nın teröre karşı savaşın merkezi haline geldiğini gösteriyor. Afrika Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından bu yılın başlarında yayınlanan bir rapora göre Afrika, artık kasırganın tam merkezinde ve uluslararası gündemin ön saflarında yer alıyor.
Boko Haram ve DEAŞ tehdidi
Merkez tarafından yayınlanan raporda şu ifadeler yer aldı:

“Afrika’da teröre karşı yapılan küresel savaş, dört ana cephede gerçekleşiyor. Bunlar; Somali, Çad Gölü Havzası, Sahel Bölgesi (Mali’nin merkezi ve sınır bölgeleri) ve Mısır. Afrika’da militan grup sayısının 2018’de iki katına çıktığını gösteren veriler bulunuyor. Geçtiğimiz yıl 13 Afrika ülkesi günlük olarak terör saldırılarına maruz kalırken 2017’de terör mağduru sayısında yüzde 12’lik azalma gözlemlendi. Bu düşüşün sebebi ise Nijerya'nın kuzeyindeki Boko Haram örgütünün saldırılarının azalmasına bağlanıyor. Aynı şekilde eş-Şebab Hareketi tarafından gerçekleştirilen saldırılardaki kurbanların sayısında yüzde 15’lik düşüş yaşanırken DEAŞ’ın kurbanlarının sayısı da yüzde 21 oranında azaldı.”
Geçtiğimiz yıl Boko Haram tarafından gerçekleştirilen terör saldırıları yüzde 25 oranında azalırken Boko Haram’dan ayrılarak 2015’te DEAŞ’a biat eden "DEAŞ'ın Batı Afrika kolu" (ISWA) adlı örgüt saldırılarını üçe katladı. 2017 yılında yalnızca 27 saldırı gerçekleştiren ISWA’nın 2018’de 83 terör saldırısı düzenlemesi saldırılarda önemli bir artışa işaret etti. Örgütün saldırılarında kurbanların oranı ise yüzde 58’e çıktı.
Sahel ve Sahra bölgelerinde aktif olan Mağrib El Kaidesi örgütü ve müttefikleri, geçtiğimiz yılki saldırılarında büyük artış kaydettiler. 2017’de 144 saldırı gerçekleştiren örgüt ve müttefikleri, 2018’de 322 saldırı gerçekleştirerek bu saldırıları iki katına çıkardı.

Mağrib El Kaidesi ve müttefikleri, coğrafi olarak faaliyet gösterdikleri alanları, Mali’nin kuzey ve orta bölgelerinin yanı sıra Burkina Faso ve Nijer’e doğru genişletti.
Öte yandan Sahel bölgesinde en fazla terör saldırısına maruz kalan ülke olan Burkina Faso, Sahel ülkeleri arasındaki en zayıf halka olarak tanımlanıyor.
Topraklarındaki terör saldırıları sayısı iki katına çıkan Burkina Faso’da saldırıların büyük bir kısmını Mağrib El Kaidesi gerçekleştiriyor.
Geriye kalanını ise “DEAŞ'ın Büyük Sahra kolu” örgütü üstleniyor. Burkina Faso’da 2017'de 34 terör saldırısı gerçekleşirken geçtiğimiz yıl bu sayı 136'ya yükseldi.
DEAŞ terör örgütünün Kuzey Afrika bölgesindeki faaliyetleri, 2018’de 2017 yılına göre herhangi bir artma ya da azalma göstermedi. DEAŞ’ın Sina’daki uzantısı “Sina Vilayeti” örgütünün saldırıları artarken, Afrika’daki 344 terör saldırısının 283’ünü, DEAŞ’ın kıtadaki kolları gerçekleştirdi.
Bununla birlikte Afrika Stratejik Araştırmalar Merkezi'nin verdiği veriler açık bir şekilde DEAŞ’ın Mozambik'in kuzeyindeki terörist saldırılarını sıklaştırdığına işaret etti.
Yerel olarak “eş-Şebab Hareketi” olarak isimlendirilen militan grup, geçtiğimiz yıl 55 saldırı gerçekleştirirken bu saldırılarda 164 kişi hayatını kaybetti.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.