Tüm engellere rağmen Suriye’de kadın gazeteci olmak

Tüm engellere rağmen Suriye’de kadın gazeteci olmak
TT

Tüm engellere rağmen Suriye’de kadın gazeteci olmak

Tüm engellere rağmen Suriye’de kadın gazeteci olmak

Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR) verilerine göre Suriye'de 2011 yılında başlayan çatışmalarda 689 gazeteci öldü, 418’i de halen kayıp. Her ne kadar verilen rakamlar çekilen güçlüklerin bir işareti olsa da arka planda neler olup bittiğini anlatmıyor. Suriye’deki gazetecilerin büyük bir çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor. Bununla birlikte Suriye’de kadın gazeteci olmak iki kat baskıya maruz kalmak anlamına geliyor.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı Dünya Kadınlar Günü’nde “Suriye İçin”platformu ve “Uluslararası Af Örgütü (Amnesty)” iş birliğinde başlatılan bir kampanya çerçevesinde, Buckingham Kraliyet Sarayı’na birkaç adım uzaklıktaki Lancaster House’da Suriyeli 3 kadın gazetecinin hikayelerini paylaştığı bir seminer düzenledi.
Kholoud Helmi, Enab Baladi gazetesinin Deraya hareketlerinden nasıl doğduğunu anlatırken Zaina Erhaim bir savaş muhabiri olarak güvenlik engellerini sahte kimlikle nasıl aştığından bahsetti. Sara Afshar da rejim hapishanelerinde öldürülenlere atfedilen “Mugayyib Suriya” (Suriye’nin Kayıpları) adlı belgeselinden ve belgeseli yaparken yaşadığı deneyimleri aktardı.
Suriye, Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) tarafından hazırlanan bir raporda gazeteciler için en tehlikeli ülkeler listesinde ikinci sırada yer aldı. İngiltere'nin Ortadoğu'dan Sorumlu Devlet Bakanı Alistair Burt de açıklamasında, iç savaşın başlamasından bu yana Suriye’nin gazeteciler için en tehlikeli ülkelerden biri haline geldiğini belirtti. Ülkedeki çatışmalardan en çok kadınların etkilendiğini vurgulayan Bakan Burt, Suriyeli olsun ya da olmasın kadın gazetecilerin Suriye’de yaşananların belgelenmesinde önemli rol üstlendiklerine işaret etti. İki kadın gazeteci Marie Colvin ve Razan Zaitouneh’in hikayelerinin bu kadınların karşılaştığı büyük tehlikeleri gözler önüne serdiğine dikkati çeken Burt, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle bu cesur kadınları ön plana çıkarmaya karar verdiğini ve onların hiç kimse tarafından susturulmayacağı veya ifade özgürlüğünden yoksun bırakılamayacağını vurguladı.
İşte Bakan Burt’ün sözlerinin ispatı olan 3 kadın gazetecinin hikayesi...
Enab Baladi gazetesi
Darayyalı Kholoud Helmi’nin 2012 yılına kadar gazeteci olmak gibi bir niyeti yoktu. Taa ki 2011 yılında Suriye'de başlayan devrim hareketine katılana dek. Kholoud rejim güçlerinin müdahalesinin ardından kendisini çevresindeki Suriyelilerin hikâyelerini tüm dünyaya duyurmak zorunda hissetti. Hikâyesinin 2011’in mart ayında Deraya hareketlerinin barışçıl gösteriler düzenleme çalışmalarına yardım ederek devrimin bir parçası olmaya karar verdiğinde başladığını söyleyen Helmi, Şarku’l Avsat’a verdiği demeçte şunları ösyledi:
“Suriye medyasının rejimin elinde olduğunu, medyanın gösterileri kasıtlı olarak görmezden geldiğini ve yürüyüşlerin rejime destek vermek amacıyla yapılıyormuş gibi lanse ettiğini anladığımızda, propagandaların yapıldığı ve yabancı basının olmadığı dönemde mücadeleye karar verdik.”
Bir grup aktivistle olayları belgelemek üzere Enab Baladi gazetesini çıkarmaya kararı aldıklarını söyleyen Kholoud, gazetenin ilk baskısını 300 adet olarak 29 Ocak 2012’de çıkardıklarını, gazetede Deraya ve Suriye’nin diğer bölgelerinden haberlere yer verdiklerini aktardı.
Kholoud, gazetenin kadrosundaki tek profesyonel gazetecinin işkence altında öldürülen Nebil olduğunu ve geri kalanının sadece Nebil’den temel bilgiler edinenlerden oluştuğunu söyledi. Gazeteyi evlere veya gösterilere dağıttıklarını aktaran Kholoud, gazete çalışanlarının yüzde 50'sinden fazlasını kadınların oluşturduğunu, kadınların elbise ve çantaları içinde çok sayıda gazeteyi diğer şehirlere götürerek katkıda bulunduklarını vurguladı.
2014'teki kimyasal saldırının ardından insanlığa olan inancını yitirdiğini söyleyen Kholoud, buna rağmen bir gazeteci olarak çalışmayı bırakmadığını ve acı dolu hikayeleri yayınlanmaktan vazgeçmediğini sözlerine ekledi.
Enab Baladi haftalık olarak her pazar günü çıkardığı sayıyla yayın hayatına devam ediyor. Tirajı iki katına çıkan gazetenin kadrosu İstanbul’da bir ofis açtı. Şu an bazı projeler ve internet sitesi ile tam bir işletme haline gelen gazetenin en önemli çalışmalarından biri de Suriyeli gazetecilerin eğitimine katkıda bulunan “Mart” projesi.
2013 yılında Suriye'den ayrılmak zorunda kalan Kholoud yeni ikamet etmeye başladığı İngiltere'de halen gazetenin önemli isimlerinden biri olmaya devam ediyor. Kholoud, çalışmalarıyla 2016 yılında Dünyanın En Cesur Gazetecisi Ödülü'nü aldı.
Suriye’de yaşadıklarına değinen Kholoud, Suriye devrimi ve barışçıl gösterilerin başlangıcında bir gazeteci olarak çok büyük bir özgürlüğe sahip olduklarını belirterek, “Çünkü güvenlik güçleri bize karşı çıkmıyordu. Fakat bu uzun sürmedi. 2011 sonlarında devrimde rol aldığımızın anlaşılmasının ardından özgürlüğümüz kısıtlandı ve birçok zorlukla karşılaştık” dedi. Erkeklerle röportaj yapma konusunda çektikleri güçlüklere de işaret eden Kholoud, özellikle Özgür Suriye Ordusu’na katılanlar ve medya sözcüleriyle haram ve ayıp gibi nedenlerden ötürü kendilerinin röportaj yapmaya yetkin görülmediklerine dikkati çekti. Kendileriyle görüşmesi için erkek gazeteci göndermelerini istediklerini aktardı.
Suriyeli kadın gazeteciler tutuklanma ve tecavüz korkusuyla kimliklerini saklayarak gizlice çalıştıklarını söyleyen Kholoud, tutuklananların çoğunun ise serbest bırakıldıktan sonra “namus meselesi” bahanesiyle öldürüldüğünü kaydetti. Kholoud, Suriyeli kadın muhabirlerin özellikle aşırılık yanlısı grupların kontrolü altındaki bölgelerde dolaşmalarının zorlaştığını da sözlerine ekledi.
Suriyeli kadın gazetecilerin birkaç cephede savaş yürüttüğünü vurgulayan Kholoud, bu savaşı kadın gazeteci olarak kendilerini kanıtlamak için verdiklerinin altını çizdi. Kholoud, bu “büyük savaşın” yanı sıra özgürlük arayışını sürdüklerini ve devrimin gereklerini gerçekleştirmeye çalıştıklarını ifade etti. Suriye toplumunun son yıllarda “cinsiyetçilik” konusunda önemli adımlar attığına inanan Kholoud ancak buna rağmen “eşitlik” konusunda önlerinde daha uzun bir yol olduğunu vurguladı.
Engeller ve sahte kimlikler
Suriye devrimi, araştırmacı yazar Zaina Erhaim’i bir savaş muhabirine dönüştürdü. Eylül 2012’de İdlib kırsalında saha görevindeyken rejim güçleri tarafından tutuklanan Erhaim bugün İngiltere'de Suriyeli bir mülteci olarak yaşıyor. Savaş ve Barış Raporlaması Enstitüsü (IWPR) bünyesinde medya ve eğitim uzmanlığı yapan Erhaim, çalışmalarından dolayı birçok uluslararası ödüle layık görüldü.
Zaina Erhaim, alanındaki deneyimlerine dayanarak Suriye'de büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan 100'den fazla gazeteciyi yazılı ve görsel medya konusunda eğitti.
Zaina Suriye’deki çalışmaları sırasında üç temel kaygı taşıyordu. Birincisi gazetecilerin ve sivillerin bombalanması, ikincisi Zaina’yı sahte kimlik kullanmak zorunda bırakan aşırılık yanlılarının kontrol noktaları olmak üzere karşılaştığı çeşitli engeller, üçüncüsü de suikasta uğrama korkusu.
Devrimden sonra birçok Suriyelinin basın alanında çalışmak zorunda kaldığını belirten Zaina şunları söyledi:
“Yabancı basın mensupları, yaşanan çatışmayı dünyaya aktarmak için geldi. Ancak daha sonra evlerine geri döndüler. Fakat savaşın ortasında yaşayan Suriyeli gazeteciler hikayelerini, kaynaklarından aldıkları bilgileri ve kurbanların ailelerinin çektiği acıları aktarmaya devam etti.”
Suriye’deki kimyasal saldırının gazetecilerin çalışmalarında önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünen Zaina, birçoğunun çatışan taraflardan biriyle bağlantı kurmayı veya bağımsızlıklarını bir kenara bırakarak taraflardan birinin koruması altına girmeyi seçtiklerini aktardı.
Bağımsız kalmaya kararlı olanların ise büyük bir kısmının kaçırılma, tutuklama ve işkenceye maruz kaldıklarını vurgulayan Zaina, bir gazetecinin dört bir yandan saldırıya uğramasını, onun özgür ve bağımsız olduğunun kanıtı olarak görüyor.
Kadın gazeteciler için durumun daha da zor olduğunu vurgulayan Zaina kadın gazetecilerin mercek altına alınarak zorbalık ve hakaretlere uğradığını, sosyal medya sitelerinde dahi bu durumla karşı karşıya kaldıklarının altını çizdi. Zaina, bu nedenle bağımsız gazetecilere destek olunması çağrısında bulundu.
Esed röportaj vermeyi reddedince
İngiliz yönetmen Sara Afshar, 2014 yılında Suriye’den kaçanlar tarafından ülke dışına çıkarılan, rejim hapishanelerinde türlü işkenceler gören tutukluların cesetlerine ait fotoğrafları gördüğünde dehşete düştü. Bu fotoğrafların uluslararası toplumu harekete geçireceğini düşünüyordu fakat gereken ilgi gösterilmedi. Şarku’l Avsat’a konuşan Afshar acilen bu bedenlerin kime ait olduğunun bulunması ve ailelerinin hikayelerinin anlatılması gerektiğini düşündü. Ancak burada akla “İnsanlığa karşı işlenen bu suçlar neden göz ardı ediliyor?” sorusu geliyordu.
Sara bu soruya cevap bulmak için Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ile röportaj yapmaya çalıştı fakat reddedildi. Bu durum içindeki “Mugayyib Suriya” (Suriye’nin Kayıpları) adlı bir belgesel film çekme isteğini tetikledi.
 Sara konuya dair şunları söyledi:
“Benim önceliğim onların hikâyeleri ve ailelerinin tanıklıklarıydı. Anlatılan her hikaye adeta insanlığa karşı işlenen bir suçun kanıtıydı. Çekimler sırasında yaşadığım zor ve acı dolu deneyim bana onların yaşadığı zorlukları ve sıkıntıları hissettirdi.”  
Sara’ya göre belgesel her ne kadar uluslararası toplumun dikkatini çekmeyi başarsa da Suriye dosyasıyla ilgili politikalarda herhangi bir değişiklik sağlayamadı. Belgeselin ilk yayınlandığı 2017 yılından bu yana çeşitli yerlerde gösterilmesi için bir kampanya başlattığını belirten Sara farkındalığı artırmak ve değişimi sağlamak için çalıştıklarını, hatta bunun için konuyu İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na dahi taşıdıklarını söyledi. Ancak Sara tutukluların halen rejim hapishanelerinde kalmaya devam ettiğini vurguladı.
Sara'nın bir gazeteci olarak tecrübeleri Zaina ve Kholoud’un deneyimlerinden biraz farklı olabilir. Sara hiçbir zaman toplumsal baskıya maruz kalmadı. Fakat karşılaştığı en zor durumun, kurbanların anneleri ile yaptığı görüşmeler olduğunu söyleyen Sara “Onlarla görüşürken tek yapabildiğim ağlamaktı. Fakat onların vakur bir duruşları vardı. Daha büyük nedenlerden dolayı ülkelerini terk eden evlatlarını düşünüyorlardı” dedi.



Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
TT

Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)

Refik Huri
Irak'ta ulus devlet projesi dışında bir çözüm yok. Bu projenin karşısında büyük engeller duruyor. Geleneksel yapı ve bunun devlet seviyesinin altında projelerde istihdam edilmesi, Irak’ı emperyal projesinin bir parçası haline getirmek isteyen bölgesel planla bağlantılı engeller.
Ulus devlete inanan ve onun için çalışan Başbakan Mustafa el-Kazimi'nin zorlanmadan, zaman ve emek vermeden, yeni nesle, “Ekim Devrimi” nesline güvenmeden bu engelleri aşması kolay değil.
Durum epey kompleksli ve yargı üzerinde bile baskı var. Nitekim Haşdi Şabi’nin askeri geçit törenleri ortasında yargı, Kerbela’da aktivistlere suikast düzenlemekle itham edilen Haşdi Şabi’nin Enbar Operasyonlar Komutanı Kasım Muslih’i serbest bıraktı. Kazimi’nin dediği gibi, Musul’un DEAŞ’ın eline düşmesinin arkasında nasıl ki “yanlış gidişat” yer alıyorsa, DEAŞ’ın coğrafi kontrolü sonrası evreyi organize eden negatif gidişat da Irak’ın çöküşüne yol açabilir.
Devlete meydan okuyan ve devletin güvenliğine karşı tehlikeli uygulamaları olan Haşdi Şabi ile mücadelede Kazimi'nin sonuna kadar gitmesini neyin engellediği kimsenin meçhulü değil. Yine Başbakan'ın, Şii dini mercii Ayetullah Ali es-Sistani'nin Musul'dan Bağdat'a yönelmeye hazırlanan DEAŞ'a karşı koymak için verdiği "Cihad Fetvası”nın 7’inci yıldönümünde yaptığı konuşmada, resmin tamamını çizmesi beklenmiyordu.
Kazimi, Haşdi Şabi’nin “canavarı durdurmak” için harcadığı çabaları övdü ve dini merciinin; “Fetvanın ulusal olmayan projeler çıkarına siyasi ve ekonomik olarak istismar edilmesine” yönelik uyarılarını tekrar etmekle yetindi. Kazimi’nin; “Silahlı kuvvetleri destekleyerek ve performansını ulusal askeri kurallara göre kontrol ederek yanlış gidişatı düzeltmeye ve ülkeyi doğru çizgiye getirmeye” çalışmanın altını çizmesi de doğaldı.
DEAŞ Hilafeti’ne karşı mücadelede bir “gereklilik” olan Haşdi Şabi, DEAŞ’a karşı zaferin  ardından Irak için “zararlı” olmaya başladı.
Bağdat’taki Yeşil Bölge ve havalimanlarının yanı sıra ABD kuvvetlerini içeren askeri üslere roketler ve insansız hava araçları ile saldırılar düzenlemeye devam ediyor. Son olarak Asaib Ehli'l Hak örgütünün lideri, roket saldırıları ortasında ABD kuvvetlerine karşı savaş kararının alındığını deklare etti.
Bu, elbette eğitim ve bilgi alanları başta olmak üzere ihtiyaç duyulan hizmetlerin yanı sıra kuvvetlerin çekilmesi konularını ABD ile müzakere eden hükümetin kararı değil. ABD’nin nükleer dosyayla ilgili müzakereler sırasında kendisinden bölgesel etkisini sınırlama ve “istikrar bozucu davranışlarını” durdurma talebine karşılık, ABD'yi güçlerini “Batı Asya”dan çekmeye zorlayarak denklemi tersine çevirmek isteyen İran'ın kararı.
Bu karar, Arap ülkelerini kontrol etmek, ulus devlet projelerini fıkhi bir ad taşıyan emperyal bir proje lehine sona erdirmek amacıyla bu ülkelerin ordularına alternatif askeri kuvvetler oluşturmaya dönük geniş stratejinin bir parçası.
Gerçekler konuşuyor; Cihad Fetvası’ndan 7 yıl sonraki sahne, Haşdi Şabi’nin Necef'e bağlı "dini mercii Haşdi Şabisi" ve Velayet-i Fakih'e bağlı "Velayet Haşdi Şabisi" olarak ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor.
Velayet-i Fakih’e bağlı Haşdi Şabi, Hizbullah Tugaylarının öldürülen lideri Mehdi Mühendis’in belirttiği gibi bir “ümmet ve mercii projesi”.
Bir diğer lider de; “Biz Velayet-i Fakih’e bağlıyız ve onun dışında hiç kimseden emir almayız” demişti.
Haşdi Şabi’nin meşru ve kanunen silahlı kuvvetler başkomutanlığına, bir komuta zincirine bağlı olması, kadrolu ve maaşlı olması durumu değiştirmiyor. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’deki birçok milis grubu gibi İran’ın tesis ettiği, finanse ettiği ve silahlandırdığı milisler, Yemen’de desteklediği ve silahlandırdığı Husi Ensarullah örgütü için de geçerli.
Bu grupların tamamı bulundukları ülkelerde iktidarı kontrol ediyor ve sadece Devrim Muhafızlarının direktiflerine uyuyorlar. Yemen’de Husilerin yaptığı gibi meşruiyete karşı darbeler gerçekleştiriyorlar. Bunlar her şeyden önce, bir dini grubun tamamını arkasında toplamaya çalışan mezhepçi milis gruplar.
Uluslararası ve bölgesel güçler arasında, Mollalar Cumhuriyeti gibi projesi için savaşacak ve onu savunacak milis grupları olan kimse yok. ABD, Rusya, Türkiye ve İsrail işgal için ordularını, içeriden ve dışarıdan paralı askerler kullanıyorlar. İran’a gelince, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'ı bu ülkelerin evlatlarından oluşan milis gruplarla "işgal ediyor".
Milisler Velayet-i Fakih’e inanıyor ve bunu ümmetin kaderi olarak görüyorlar. Ancak bu emperyal proje birçok zorluk ve engelle karşı karşıya. Bunlar bir kısmıyla, İran'ın jeopolitik çatışmadaki emellerini sınırlayan bölgesel ve uluslararası güçlerin çıkarlarıyla çatışmasından kaynaklanıyor. Bir kısmını da çok mezhepli ülkeler üzerinde tek bir mezhep veya dini grubun hegemonyasını reddeden yerel güçlerle mücadele oluşturuyor.
Bu noktada şu basit soruyu sormalıyız; Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı?
Cevap daha da basit; katiyen yok.
Gelgelelim, Haşdi Şabi ve milisleri yaratan emperyal proje hala bunu empoze etme gücüne sahip, ama nihayetinde gelecek yalnızca ulus devletlerindir.