​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi
TT

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

​Katar bin Ladin: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi

Mansur el-Merzuki’nin Alyamamah dergisinde yayınlanan makalesi
 
Katar rejimi ile el-Kaide örgütünün çıkarlarının kesişmesi ve Bin Ladin kasetlerinin el-Cezire kanalının stüdyolarına, kanalın da Tora Bora mağaralarına girmesi tesadüf eseri değildi. Katar, el-Cezire’nin minberlerinde el-Kaide örgütü hutbelerine başkasının görüşüne itibar ettiği için değil şu ortak amaç uğruna yer verdi: Suudi Arabistan’ı havaya uçurma girişimi.
Bin Ladin, dünyayı hayır ve şerrin arasında büyük bir savaş meydanı olarak gördü. Onun için insanlık iki kısma ayrılıyordu: İyi ve bozguncu. Kendisinin Harameyn topraklarında bir devlet kurmaya yönelik projesinin büyük bir stratejik engelle karşı karşıya olduğunu düşünüyordu, bu engel de Suudi Arabistan’dan başkası değildi. Bunun için Riyad, onun gözünde kendisine yakın en büyük düşmandı (Batı ve özellikle Washington ise uzak ve daha küçük düşman). Bu engeli yani en büyük düşman Suudi Arabistan’ı, bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirerek ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Hedefini gerçekleştirme uğrunda şu üç yolu izledi: Suudi Arap halkının devletine olan güvenini sarsmak, Riyad’ı Batı ile olan ittifakından uzaklaştırmak ve örgütü için takipçi çekmek.
Bu üç yaklaşım, 11 Eylül saldırılarının asıl amacıydı. Bu saldırılarla hedeflenen strateji; Riyad ile Batı (Batı ve tümel olarak İslam) arasındaki ilişkilerde büyük bir gedik açmak, Krallık içinde İslam’ı devletin karşısına, yapısındaki dini boyutu sarsabilecek şekilde suçlayıcı bir konumda yerleştirmek, terör örgütü elemanlarının savaşta ilerledikleri düşüncesine dayalı tutumlarını güçlendirmek ve kutuplaşma için uygun bir zemin yaratmak idi. Bin Ladin, İslam’ın zulüm altında olduğunu söylerken, aslında kendi terörü İslam’ı zan altında bırakmayı hedefliyor; söylemleri de bunu doğruluyor ve kendisi sığınak oluyordu. El-Kaide örgütü, 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek için terör ekibinin çeşitli uyruklardan oluşan büyük bir kısmını uzaklaştırarak onların yerine Suudi uyruğu taşıyanları yerleştirdi. Bu bir tesadüf olmayıp amaç, saldırıya Suudi görüntüsü vererek Batı’nın Riyad’a karşı dönmesini sağlamaktı. Bin Ladin, bu stratejisinde oldukça başarılıydı.
Bin Ladin gibi Doha da Riyad’a kurtulunması gereken büyük bir stratejik engel gözüyle bakıyor ve bu engeli yoldan kaldırmak için bir devlet olarak Suudi Arabistan Krallığı’nı bitirmeye çabalıyor. Perde arkasındaki asıl yönetici olan eski Katar Emiri Şeyh Hamd b. Halife ile onun eski Dışişleri Bakanı Şeyh Hamd b. Casim, Suudi Arabistan’ı üç devlete bölmeye dayalı bir komplo kurmak üzere Muammer el Kaddafi ile bir araya geldiklerinde tam olarak bundan bahsediyorlar (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=jfyjx2KQe14). Şeyh Hamd b. Casim, bir televizyon programında bu komployu haklı göstermeye çalışmıştı (bkz. https://www.youtube.com/watch?v=wT3AkHKfTyY).
Katar’ın Riyad’a stratejik bir engel olarak bakmasının bir bağlamı var. Önceki yazılarımda Doha’daki ‘stratejik psikolojik zayıflık’ olarak adlandırdığım ve Katarlı yetkililerin daimî zafiyet hissetmelerine sebep olan şeyden bahsetmiştim. Bu kısmen haklı. Nitekim Katar, coğrafya ve nüfus büyüklüğü sebebiyle askeri saldırılar veya doğal afetler türünden darbelerin üstesinden gelemeyecek bir ülke (bu durumu tarif etmek için kullanılan kavram, ‘stratejik derinlikten yoksunluk’ tabiridir). Bu boşluğu doldurmak için Katar, bölgedeki şu iki kamp arasında sürekli bir denge kurmaya çalışıyor: Bölgesel statükoya uyan kamp ve revizyonist kamp. Revizyonist kampta İran ve İhvan-ı Müslimin gibi iki oyuncu yer alıyor ve bu kamp, bölgesel sistem ile oyuncular arasındaki ilişkilerin çerçevesini çizen kural ve geleneksel sistemi yeniden yapılandırmak için çaba gösteriyor. Çünkü mevcut sistem, onların çıkarları ve dünya görüşü ile uyuşmuyor.
Bu revizyoncu tavrı ve Katar’ın bundaki rolünü İran’ın yayılmacılığından bağımsız olarak anlamak pek mümkün değil.
İran’ın stratejik derinliği kısmen, özellikle Arap ülkelerindeki milisler olmak üzere, devlet dışı oyunculardan oluşan şiddet unsurları ile işbirliği üzerine kuruludur.  Bu ittifakların birinci dayanağı, işbirliğinin temeli olan mezhepçi ideoloji iken ikinci dayanağı devletin meşru şiddeti kullanma üzerindeki tekeli kırmaktır. Devletin şiddet tekelini kırıp şiddet uygulamak için rakip haline gelmedikçe milislerin etkin olmaları mümkün değildir. Milisler, mezhepçilik egemen iklim olmadığı sürece, kutuplaşma ve karşı seferberlik meydana getiremez. Bu, bir yandan devletin zayıflamasına yol açarken diğer yandan mezhepçiliğin yükselmesine sebep oluyor ki bu durum, İran’ın etkin olduğu tüm alanlarında görülen bir özelliktir.
Stratejik bakımdan bu milisler, İran için iki vazifeyi yerine getiriyor: Donmuş bir çatışma ve etkisizleştirici bir unsur. Donmuş çatışma, milislerin çatışmalar ve anlaşmazlıklar için harekete geçirilmesi ve uygun görüldüğünde İran düşmanlarına karşı bir güç olarak seferber edilmesi ile alakalıdır. Etkisizleştirici unsur ise, bir yandan İran’ın yalnızlığının üstesinden gelmeyi diğer yandan da bölgesel gündemleri iteklemeyi hedefler. Örneğin; İran’ın Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimine ilişkin herhangi bir siyasi düzenlemeye çomak sokmasıyla bölgesel oyuncular, yalnızlaştırılmış Tahran ile bir anlaşmaya varmaya çalışırlar. Bu ise aslında onun yalnızlığını gideren bir şeydir. İran da buna karşılık onların gündemlerini ileri götürmeye yardımcı olacak bir şeye sahip olmuş olur.
İran’ın milisler oluşturabilmesi için Arap ülkelerine tek tek girmesi gerekir. İşte İran yayılmacılığı budur. İlginç olan şu ki; İran’ın yayılmacılığı da, İslam Devleti Örgütü ve el-Kaide gibi (mezhepçilik ve merkezi hükümetlerin zayıflığından beslenen) başka terör örgütlerinin yaygınlaşmasına katkı sağlayan bir boşluk yaratıyor.
Bunun yanı sıra benim ‘İran revizyonculuğu’ adını verdiğim bir olgu da var. Tahran, sürekli olarak bu milisleri, bölgesel siyasi gerçeklikte doğal bir unsur haline getirmek için normalleştirme gayreti içerisinde. Dolayısıyla bölgesel sistemin revizyonu ve yeniden yapılanması, bu milislerin normalleştirilmesi adına İran için bir zorunluluk halini alıyor. Üstelik İhvan-ı Müslimin’in bölge için ‘Çözüm İslam’dır’ söylemi ile temsil edilen bir revizyon görüşü var. Bu görüş, Arap ülkelerinin devrilerek tek bir oluşum içinde, tüm meselelere bu çözümü yani İslam’ı getirecek tek bir şemsiye altında birleştirilmesi anlamını taşıyor.
Katar, bir yandan İran ve İhvan-ı Müslimin’in başı çektiği revizyoncu oyuncular ile bir işbirliği ağı kurmak için tek kartı olan maddi imkânlarını kullanırken, aynı zamanda bölgesel statükoya uyan kampta etkin bir oyuncu olmak için çabalıyor. Doha’nın hedefi, bölgesel statüko ile revizyoncu yaklaşım arasında kendi stratejik derinlik yoksunluğunu ve zafiyetini aşmasına izin veren bir kontrol ve denge mekanizması üretmektir. 
Bu çerçevede Katar, bir güvenlik şemsiyesi elde etmeye çalıştı. Amerikan ve Türk askerî varlığıyla istediği bu şeye sahip oldu. Petrol pazarında kendisi ile Suudi egemenliği arasına bir mesafe koymak adına gaz alanındaki zenginliğine dayanarak enerji alanında da işbirliklerini çeşitlendirdi. Emirlik, İhvan-ı Müslimin ile bir ortaklık ilişkisi kurdu ve bu ilişki, Suudi Arabistan’daki İhvan uzantıları da dahil olmak üzere bölgenin farklı noktalarına uzandı. Bu esnada Katar, Amerikan ve Türk askerlerinin varlığından ve bu cemaat içerisinde kolaylıkla ikna edebileceği az sayıda kişi bulunmasından ötürü içeride kendisini Cemaatin etkisinden güvende hissetti. 2000 yılından Suriye devriminin patlak verdiği zamana değin Katar; Türkiye, İran ve İran’ın yörüngesinde hareket eden Hizbullah ve Beşşar Esed rejimi ile sıkı dayanışmasını korudu. Katar aynı zamanda İsrail ile de ticari, siyasi, kültürel ve sportif ilişkiler kurmaya devam ediyordu.
Öte yandan Suudi Arabistan, kararlı bir tavırla Katar’ın faaliyetlerini kabullenmeyeceğini belirtti. Böylece Riyad, Katar için en büyük stratejik engel haline geldi. Bu, Katar emirlerinin Suudi Arabistan Krallığını üç devlete bölme planının anlaşılmasına yardımcı olur. Bin Ladin nasıl Suudi Arabistan’ın patlatılması için çaba harcıyorsa, Katar da medya aracılığıyla bunu yapıyor ve (daha önceki bir makalede [bkz. https://bit.ly/2EZJxJ4] ele aldığım yapısal sebeplerden ötürü zaten önyargılı olan) Batı’yı kışkırtmaya ve Suudi kamuoyunu yanlış yönlendirmeye, ona hâkim olmaya ve yenik düşürmeye çalışıyor.
Katar, Suudi Arabistan’a karşı bir medya savaşı başlatıyor. Bu savaşta vermek istediği mesaj ise şu: Suudi Arabistan’ın siyasi tercihleri hatalı; kendisini Batı’ya sattı ve uçurumun eşiğine geldi. Bu mesajı desteklemek, yaymak, kökleştirmek ve özel bir tartışma konusu haline getirmek içinse şu dört araçtan faydalanıyor: Bunlardan ilki, Middle East Eye, AlAraby ve benzerleri gibi Doha tarafından finanse edilen ve denetlenen el-Cezire kanalı ki ben bunu ‘Katar’ın gölge medyası’ olarak isimlendiriyorum. İkincisi görev ve para bakımından Doha’nın cebinde bulunan İhvancı eğilime sahip kişiler. Üçüncüsü, Batı gazetelerinde sipariş üzere çalışan köşe yazarları. Dördüncüsü ise, bölgede ve Batı’da Doha’nın finanse ettiği düşünce merkezleri.
Birinci ve ikinci araç ile Katar’ın kiraladığı kalemler ve İhvan unsurlarından oluşan yapıya ‘Katar’ ve ‘İhvan’ kelimelerinin birleşiminden meydana gelen ‘Katvan’ kelimesiyle işaret edebiliriz. Katvan Partisi, kendisini hizipleşmenin üstünde görüyor ve hakikat ipine sımsıkı sarılmış, ümmetin yükünü yüklenmiş ve yüksek insani değerlere bağlı olduğuna inanıyordu. Katar onları propaganda aracına çevirdi. Katar’ın Arap komşuları ile yaşadığı kriz onlara, hedeflerine ulaşmak için her şeyi yapmaktan çekinmeyen bir partinin parçası olduklarını gösterdi. Üstelik bunun farkına varmalarına rağmen değerleri bildikleri şeyleri bir kenara koyarak itaat etmekten başka ellerinden bir şey gelmeyeceğini gördüler. Menfaatlerinden ayrı düşmek onlar için zordu.
Bir kişi çıkıp da Katar’ın araçlarının bir listesini yapmaya kalkışsa, birden o araçların Katar Hükümeti’nin pusulasına göre harekete geçmesiyle karşılaşabilir. Sanki tek bir posta listesini paylaşıyorlarmış gibi mesaj onlara geliyor ve ufukta Suudi Arabistan’a karşı bir saldırı uçuşuyor. Aynı kişi listenin bazı üyelerinin tarihini araştırsa, bu sefer de onların Suudi Arabistan’a karşı tutumlarının Katar’ın Arap komşuları ile olan anlaşmazlığı öncesi ve sonrasında farklılık gösterdiğini görecektir.
Katar’ın dış siyasetinin bir aracı olarak bu listenin rolü, Suudi Arabistan’a yönelik saldırı ile sınırlı olmayıp, aynı zamanda ‘güvenilirliğin yenilenmesi’ adını verdiğim şey için de geçerlidir. Bu kavram ile Katar Hükümeti’nin bu listedekilere (Katar’ın güvenilirliğini, tutumlarının doğruluğunu, Suudi Arabistan başta olmak üzere rakiplerini çirkin gösterip düşürmesini pekiştirecek) bir makale yayınlamasını işaret ettiği durumu kastediyorum. Listede yer alan üyeler, birbirleri için tanıklık ediyor ve organize bir çaba içerisinde bu grubun güvenilirliğini pekiştiriyor. Sonra Katar Hükümeti, kendilerine işaret ettiği şeylere dayalı tutumunu güçlendirmek için liste üyelerine şahitlik ediyor.
Mesela Katar yanlısı bir Fransız araştırmacı olan ve ‘Marsad Katar’ adlı internet sitesini (www.marsadqatar.qa ) yöneten Nebil en-Nasri, el-Cezire kanalının aktardığına göre şöyle diyor: “Boykotçu ülkeler, Katar’a boyun eğdiremedi. Aksine Doha, bu boykotun etkilerini aştı”. Sonra el-Cezire kanalı tutup Nebil en-Nasr’ı bölge dışından sağlam bir bilimsel görüşü temsil eden yani bağımsız biri olarak sunuyor ve Katar Hükümeti’nin söylemlerinin güvenilirliğini pekiştirmek için onu şahit gösteriyor. Hâlbuki bu araştırmacıya söylediklerini öğreten Katar Hükümeti’nin kendisi. Katar Dışişleri Bakanlığı’ndan aynı düşünceyi ifade eden bir açıklama yayınladığında da bu açıklama, Nebil en-Nasr’ın ‘bağımsız bilimsel görüşü’ ile el-Cezire kanalının ‘tarafsız basın izlemesi’ arasında güvenilirliği yenilemeye dayanıyor.
Katar’ın Arap komşuları ile olan krizinden önce Katvan Partisi, Tahran’a karşı Arap savaşında Riyad’ın liderliğini destekliyordu. Krizden sonra ise aynı Katvancılar, Suudi Arabistan’ı parçalamak için elindeki tüm gücüyle onun üzerine atılan ancak başaramayan yaralı bir vahşi hayvana dönüştü. Önderlerimizin İran’ın yayılmacılığını oka tutmayı hedeflediği her bir savaşta bizi sırtımızdan vuruyorlar ve dişlerinden bizim kanımız akıyor.
Katar, bir devletken hicivci bir şaire dönüştü; Suudi Arabistan’dan başka gündemi yok. Herkes deve ile gitti, onunsa elinde sadece bir kaside var.
Ancak Bin Ladin nasıl başarısız olup hayallerini ve sanrılarını yele verip gittiyse, Katar’ın vehimleri de öylece gidecek. Bin Ladin’in başarısızlığı nasıl tesadüf eseri değilse, Katar’ın ve Katvancıların başarısız akıbetleri hakkında konuşmak da temenni kabilinden olmayıp Riyad’ın medeni derinliğine ve stratejik konumuna dayanmaktadır. Suudi Arabistan Krallığı, Arapların kıblesi olan Ukaz Çarşısı ile Müslümanların kıblesi olan Mekke’yi bağrında taşımaktadır. ‘Muallaka’nın ortaya konduğu, Arap milletinin doğduğu, vahyin inerek İslam ümmetini meydana getirdiği yer orasıdır. Arkasında Kaydar, Kinde ve Dadan krallıklarından Darü’n-Nedve, Hılfu’l-Fudûl (Erdemliler Hareketi), sikaye ve rifadeye; Medine Anayasası, es-Sakife ve fetihlerden Irak’ın Persler’den, Şam’ın Rumlardan alınması ve Mısır, Mağrip ve Endülüs’ün fethedilmesine kadar kadim ve şanlı bir tarihin mirası duruyor. Hâtem et-Tâî’ni torunları aynı zamanda bir zenginlik denizi ve sağlam bir ekonomi üzerinde oturuyor; Amr b. Külsüm’ün torunları, (Körfez, Arap, İslam ve dünya düzleminde) bir ittifak bağı ile korunuyor.
Binlerce Katvancıyı da seferber etse tarihin hareketi, Katar bin Ladin’de durmayacak.



Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
TT

Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)

Muhammed Bedreddin Zayid
Pek çok akademik toplantıda, siyasi seminerde tartışmaların, dünyanın süper gücünün veya uluslararası ya da bölgesel güçlerin belirli konulardaki ilgisinin bir diğerinin lehine azalması etrafında döndüğü göze çarpar. Hatta bazen, sözgelimi Ortadoğu ve sorunlarının ABD için ne ölçüde öncelikli olduğu gibi, bu boyutlardan bazıları hakkında tartışmalar yapılır.
Bazen de sanki ilginin gerilemesi, kendisine gösterilen ilgi ve dikkatin azaldığı taraf için bir hakareti temsil ediyormuş gibi mesele tepkisel bir hava kazanır. Dünyada Filistin davasına ve özel olarak Arap dünyasına olan ilginin yanı sıra genel olarak Washington'un Ortadoğu'ya ilgisi, bölgesel aktörlerin rolleri, bölgenin sorunlarına bağlılık, aynı şekilde Lübnan meselesinde uluslararası ve Arap ilgisinin azalması hakkında dönen pek çok tartışma hatırlıyorum.
Aslında burada sunmak istediğim yaklaşım, uzmanların ve politikacıların bu konuda genellemeler ve varsayımlara girişebilecekleri, oysa pratik uygulamada gerçeklik ve motivasyonların çok daha basit olabilecekleridir. Gerçek bir temel olmaksızın bazen sürprizlere yol açanın bu olduğudur.
Filistin davasından başlayabiliriz; birkaç ay öncesine kadar, üzgün bir dille bu konuya ilginin azalması ve halkının çektiği acılar hakkında konuşuyorduk. Sonra olaylar patlak verdi ve Filistin tekrar olayların odağına yerleşti, yeniden konuşulmaya başlandı. Kısa bir süre öncesine kadar ona olan ilginin azaldığını tasavvur edenler, şimdi kendilerini nasıl gözden geçirebilirler? Aslında her iki görüş de çok fazla abartı içeriyor. Bu davanın son yıllardaki tarihini gözden geçiren, bu konuya ilginin pek çok iniş ve çıkışa tanık olduğunu keşfedecektir.
Keza tek sebep bu olmasa da, geçmişe göre ilginin azalmasının, Arap Baharı'ndan bu yana çatışma ve kriz odaklarının çeşitlenmesinde yattığını, Filistin davasının ayağının altındaki halıyı çeken birçok şey olduğunu da fark edecektir. Bu konuya daha sonra döneceğim.
Genel bir çerçeveden başlayabiliriz; o da bazen bu konuyla ilgilenenlerin, karar vericiler, yazarlar, araştırmacılar, gözlemciler veya vatandaşlar olsun insan olduklarını unutmamız. Dikkat edilirse kamusal meseleler ile iç ve dış politika konularına etkilendikleri ölçüde ilgi gösterdiklerini, hepimizin hayatımızda farklı derecelerde bildiklerimizin onlar için de geçerli olduğunu unutmuş gibi yapıyoruz. Bu gerçeklerden biri mesela, arabasıyla bir ürün satın almak ya da bir akrabasını, arkadaşını ziyaret etmeye giden birisi kaza yaptığında ya da ani bir acı hissettiğinde, bu yeni ve daha acil krizle yüzleşmek için rotasını değiştirmekten başka seçeneği olmadığıdır.
Çağdaş Arap dünyamızda karşı karşıya olduğumuz en belirgin husus, kriz noktalarının çokluğu ve herkesin bu sıkıntılarla mücadele eden halklara karşı ilgisizlikten yakınması. Bu nedenle, Arap Baharı ile başlayan ve öyle ya da böyle devam eden bir Filistin yakınması da var. Pek çok kişi ilginin yakında yeniden gerilemesinden endişe ediyor. Öte yandan, bugün milyonlarca Suriyeli de dünyanın kendilerini unuttuğundan yakınıyor. Ne rejimi değiştirebildiler, ne de dünyanın mevcut rejimi yeniden tanıyıp kabullenmesini engelleyebildiler. Ne çözüm gerçekleşti ne de rejim karşıtları rejim ve destekçilerinin zaferlerini kutlamasını istiyorlar. Hala çeşitli tarafların işgali altında olan geniş Suriye toprakları var. Dolayısıyla Suriye'de tanınmış bir yazar ve şahsiyetin ortaya çıkıp “Putin-Biden” zirvesinin ülkesi hakkında somut bir şey üretmediğini kaydetmesi anlaşılabilir. Öte yandan Filistin davasına sempati duyan birçok Suriyelinin bakış açısına göre, bu dava ilgi çekmeye devam edecek, ancak Suriye ve halkının krizi hakkında kimse konuşmak istemiyor. Aynısını, gerçek bir siyasi durgunluk sürecinde gibi görünen Yemen için de tahmin edebiliriz. Farklı televizyon kanallarını takip edenler, kendilerini bazen çelişki derecesine varacak kadar özdeş olmayan dünyalar karşısında bularak, şaşıp kalıyorlar.
Bölgedeki bir kriz hakkında her yazdığımda bana “hani Yemen?” diye soran Yemenli bir arkadaşım var. Krizleri, acıları, milyonlarcasının yerinden edilmesine ilişkin Arap ilgisinin zamansal ve mekansal kapsamıyla ilgili ağır Yemen eleştirileri, aşırı derecede uyumsuzluğuna dönük  ithamları olduğunu biliyorum. Kendilerine yönelik uluslararası ilgiye karşı benzer izlenimleri olduğunu da. Bu ilginin durgun suları hareketlendirmek için zaman zaman boşuna önerilen ve harcanan siyasi çabalarda kayda değer bir başarı sağlayamadan insani yönlere odaklanmasına ağır eleştirileri olduğundan haberim var.  
Birçok Lübnanlı arkadaşımdan duyduğum Lübnan şikayeti de, aslında diğer krizlerin ağırlığını, sayısını, bunların tüm uluslararası ve bölgesel sistemdeki aciliyetini görmezden geliyor. Yukarıda saydığımız gibi karar vericilerden medya ve vatandaşlara kadar ilgililerin tüm bu büyük aktivizmi takip ederken dikkatlerinin dağıldığını göz adı ediyor. Güçlü kurumların varlığında bile Lübnan meselesi doğal olarak eninde sonunda tek bir karar verici veya tek bir karar verici kurumla çatışacak.
Aracını çarptığı için yapmak istediği işi bırakıp daha acil olan krizi çözmeye yönelen kişi hakkında daha önce verdiğimiz örneğe, kişinin bu sorun ile başa çıkmak için ne yapması gerektiğini bilmiyor olabileceğini de ekleyebiliriz. Şahsi görüşüm, şu anda uluslararası ve bölgesel tarafların, bu krizleri çözmek veya kendisiyle başa çıkmak için ne yapılması gerektiğine dair belirli ve başarılı bir yol bilmedikleridir.
Örneğin Lübnan krizinde bölgesel ve uluslararası taraflar ve bunların arasında da baskın bir esas taraf var, o da İran. Ama İran aynı zamanda müttefiki "Hizbullah" aracılığıyla, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn'a bağlı ve Cibran Basil liderliğindeki Özgür Yurtsever Hareketi ile karmaşık bir ittifakla da zincirlenmiş durumda. İkinci taraf, sahnenin karmaşıklığı konusunda oldukça bilgili ve tıpkı kendisinin Hizbullah'a ihtiyacı olduğu gibi, Hizbullah'ın da kendisine ihtiyacı olduğunun farkında. İran'ın gücü ve zayıflığı karmaşık bir bölgesel denge sahnesinde iç içe geçerken, rejimi bu çıkmazdan çıkarmaya çalışan diğer taraflar felç olmuş ya da çözüm için yeterli araçlara sahip değillermiş gibi görünüyorlar.
Suriye'de Rusya ve müttefiklerinin zaferlerini deklare etmesini engelleyen Batılı güçlerin elinde ne yeterli araç var ne de kimsenin istemediği, maddi ve insani kayıplarının oldukça maliyetli olabileceği yeni bir kapsamlı çatışmayı sürdürmek için gerçek bir istek yok.
Suriye rejimine muhalif bu cephedeki ana oyuncu, yani Türkiye kapasitesinin sınırlarını biliyor ve başka bir şey üzerine bahis oynuyor; sınırlarına bitişik bölgesel genişleme ve bölgesel denge ve çatışmalarda kullanmak amacıyla aşırılıkçı milisler kartını elinde tutmak. Bu sayede bugün “Libya” dosyasında olduğu gibi başka dosyalarda, yarın da belki başka alanlarda avantaj ve kazanımlar elde etmek istiyor.
Bunun ışığında, Suriye krizinin daha fazla uzamaması için bir çözüm ve çıkış yolu bulmak isteyen tarafların, bu krizle başa çıkmak için yeterli araçlara sahip olmadıkları için ellerinden bir şey gelmiyor. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz arabasıyla kaza yapan, kendisini tamir etmese de sürebilen ama bu nedenle birkaç gün sonra arabasının çalışacağının bir garantisi olmayan kişi gibi. Arabasını tamir edemiyor çünkü parası yok, ama gidip alışveriş yapıp, ekmek falan alıyor ya da erteleyebileceği bir işi halletmeye çalışıyor. Söylemek istediğimiz, tüm insanlar bir noktada karşı karşıya oldukları krizle yüzleşmeye takatleri kalmadığını kabullenmeyebilirler, ama asıl sorun ve zor olan ne politikacıların ne de ülkelerin bunu alenen kabul etmemeleridir.
Son olarak, son İsrail savaşının dersleri bunu doğruladı. Bütün dünyanın çözülmemiş Filistin meselesinin devam etmesinden, krizlerin ve meydan okumaların çokluğundan yorulduğu doğru, ama aynı zamanda herkes henüz baskı yapacak ve bu krizi çözecek yeterli güce sahip olmadığının da farkında. İsrail aşırı sağı böyle bir vehme kapılmış olabilir ama eninde sonunda meselenin bundan çok daha karmaşık olduğunu keşfedecek. Liderlerinde de meselenin karmaşıklığını görememelerine neden olan bir inatçılık ve kibir var veya projelerinin etkileneceği korkusuyla bunu deklare etmeye cesaret edemiyorlar. Tıpkı Filistinlilerin haklarını savunan ama en azından şimdiye kadar ne yapacağını bilemeyen onlarca birbirine karşıt politikacı gibi. Bunu ifşa ve itiraf edemiyorlar ve çok azı bunun ötesine geçen geçici düzenlemeler veya çözümler düşünecek bilgeliğe ve hayal gücüne sahip.