ABD Türkiye’ye yatırımları neden erteledi?

ABD Türkiye’ye yatırımları neden erteledi?
TT

ABD Türkiye’ye yatırımları neden erteledi?

ABD Türkiye’ye yatırımları neden erteledi?

ABD yönetiminin; ilgili devletin ABD'nin Düşmanlarıyla Yaptırımlarla Mücadele Etme Yasası CAATSA’yı ihlal etmesi halinde kendisine yaptırım uygulaması gerekirken, Türkiye’ye yaptırım uygulamayı ertelemesi süpriz değildir. Yaptırımların ertelenmesine yol açan bakış açıları; ABD’yi bağlayan politik, askeri, coğrafi ve ekonomik faktörler olmak üzere değişmektedir.
Bunun yanında aralarında bölgeye yönelik bakış açıları da vardır. Bazı ABD’li ve yabancı analistler ABD’nin bu bekleyişini; Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 4 yıldan fazla bir süre önce S-400 hava savunma sistemi alma isteğini açıklamasından bu yana Ankara’ya karşı takip edilen “kademeli sabır” politikasının bir uzantısı olarak yorumladı.İki taraf arasında yaklaşık 8 yıl önce başlayan Suriye krizi ile bağlantılı olarak ortaya çıkan bakış açılarındaki farklılıkların büyümesi; eski ABD Başkanı Barack Obama’nın Erdoğan ile görüşürken, bir elinde beyzbol sopası diğer elinde telefonunu tuttuğu ünlü fotoğrafın yayınlanmasından beri gerilimli bir süreç yaşanıyor.
Suriye krizi ve taraflarına yönelik bakış açılarındaki farklılık, diğer coğrafi alanlara da uzandı. Ankara’nın özellikle İran ve aynı zamanda İsrail ile bölgesel nüfuzu paylaşmak, kendisine yer dinmek ve bölgedeki varlığını güçlendirmek istediği anlaşılıyordu. Nitekim eski ABD yönetimindeki yetkililer ve analistler, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasını ve bölgedeki konumlanmasını gözden geçirmeye yönelik stratejik kararının; ABD’nin yolunu kesmek, Türkiye ve İran’la ortak olmak için hemen Suriye sahasına müdahil olan Rusya başta olmak üzere, birçok bölge ülkesinin bölge ile ilgili emellerinin çıtasını yükseltmesinin temel faktör olduğunu belirtmişlerdi.
Washington’un Müslüman Kardeşler’in temsil ettiği Sünni siyasal İslami Hareketler’den uzaklaştığını gören Türkiye, meydan okuma, uyuşmazlık ve yakınlaşma politikalarının karşımından oluşan bir politika ile ABD’nin bıraktığı boşluğu doldurmaya ve Rusya’nın Suriye’deki müdahalesine karşılık vermeye çalıştı. Türkiye’nin Suriye’de Rus uçağını düşürdükten sonra Moskova ile yakınlaşmasının temel nedenini, Obama yönetiminin kendisini korumaktan ve oradaki emellerini desteklemekten kaçınması oluşturdu.
ABD Kongresi’ndeki 2 partinin de öne çıkan isimleri, demokratik ve kurumsal değerlerden geri adım atma olarak gördükleri otoriter politikalarından dolayı Türkiye’yi eleştirmeye çok erken bir dönemde başladılar. 2017 yılında Kongre’nin kabul ettiği ve ABD’nin çıkarlarını ihlal eden ülkelere hemen ve değişen boyutlarda yaptırım uygulama zorunluluğu getiren CAATSA yasası sanki özel olarak Türkiye için tasarlanmıştı. Bu yasa aynı zamanda yönetimleri, yasayı ihlal eden NATO’ya üye olmayan ülkelerin aksine NATO üyesi olan ülkelere geçici muafiyetler getirmesini de yasaklıyordu.
S-400’ün alınması Türkiye’nin politikasında köklü değişim
ABD’nin Türkiye’yi Rus hava savunma sistemini almaktan vazgeçirme çabaları başarılı olmadı. Bu da iki müttefik arasında sıradan bir politik anlaşmazlık değil, Türkiye’nin politikasında AKP hükümeti ile birlikte devam eden büyük bir değişim olduğunun açık bir göstergesi olarak çıktı. Rus hava savunma sistemi S-400’ün Türkiye’ye ulaşması ile Ankara’nın, Suriye’den İran ve Venezuela’ya birçok konuda Batılı müttefiklerinden uzaklaşarak Moskova’ya daha çok yaklaştığı açıkça görüldü. Bu durum Washington’daki Orta Doğu Enstitüsü’nden araştırmacı Kerim Has’a göre, Washington tarafından bir rahatsızlık kaynağı sayılmış ve Ankara’nın gerçekte müttefikleri ile düşmanlarının kim olduğu konusundaki algıları konusunda temel bir sorgulamaya yol açmıştır.
Kerim Has ayrıca, Rusya ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın; 2015 yılının Ekim ayında Rus uçağının düşürülmesi ile yaşanan krizin ardından 2016 yılının Haziran ayının sonlarında sonuç veren girişimler ile başladığını ekledi. İkili ilişkiler bundan sonra yeni bir döneme girdi ve bölgesel ilişkiler, özellikle de Suriye sorunu iki ülkenin ortak gündeminin ilk sıralarına yerleşti. Terör, Kürt sorunu, zayıf Irak devleti, İran’ın Ortadoğu’da büyüyen rolü ve nükleer programı, İsrail-Filistin çatışması, Akdeniz havzasındaki enerji kaynakları gibi karmaşık bölgesel sorunların hepsi Ankara-Moskova ilişkilerindeki çok boyutlu faktörlere dönüştü. Daha da önemlisi 2 ülke arasında uzun bir süre görmezden gelinen güvenlik ve savunma alanları, ikili işbirliğinin temel alanlarından biri haline geldi. Moskova ile Ankara arasında neredeyse bütün bu meselelerde anlaşmazlıklar olmasına rağmen bu anlaşmazlıklarını yönetmeyi başardılar.
15 Temmuz ve ilişkilerdeki değişim
15 Temmuz 2016 yılındaki başarısız darbe girişiminden sonra Rusya’nın desteğini güvence altına almak için Erdoğan’ın kendisine verdiği büyük tavizlerin ardından 2 ülke ilişkilerine gittikçe ivme kazanan yeni bir dinamik damga vurdu. Türkiye’deki siyasi hayat ise başarısız darbe girişiminin ardından, baskıcı ve özgürlükleri kısıtlayan politikalar nedeniyle ciddi şekilde zarar gördü. Bu da sonuç olarak Erdoğan’ın içerideki meşruiyetini ve uluslararası emellerini sarstı. Türkiye’nin bu geriye giden yörüngesi, sadece NATO’dan değil, Washington ile Ankara arasındaki özel ilişkinin de rayından çıkması olasılığının arkasındaki en önemli neden olarak görülmektedir.
ABD Türkiye’yi karşısına alarak bölgesel kaosu artırmak istemiyor
Ekonomik ilişkiler, ortak projeler, ABD ve genel olarak Batılı yatırımların yanında Türkiye, ABD’nin bölgedeki ana askeri üssü sayılan İncirlik üssü başta olmak üzere birçok yerde ABD’nin taktiksel nükleer silahlarına ev sahipliği yapmaktadır. Aynı şekilde askeri sanayi alanında Türkiye, Washigton ile sadece F-35 uçağı programı değil aynı zamanda farklı türde savaş uçakları ve helikopterleri gibi silahların üretimiyle ilgili birçok ortak programda birlikte çalışmaktadır. ABD’li siyasi çevreler; Trump yönetiminin hâlihazırda İran ile mücadelenin hâkim olduğu bölgesel sahneyi daha da karıştırmak istemediğini, İran’ın sahneden çekilmesini beklerken, Türkiye’de bir ekonomik deprem yaratarak Türkiye’yi kendisine daha çok meydan okumaya itmek istemediğini vurgulamaktadır. Nitekim Türkiye’nin F-35 savaş uçağı programından çıkarılması kararının ardından Washington’dan CAATSA yasası gereğince Türkiye’yi hedef alacak doğrudan ve acil yaptırımlar ile ilgili bir açıklama gelmedi.
Yalnızca ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Morgan Ortagus; “Başkan ve Dışişleri Bakanı CAATSA yasası kapsamında mevcut bütün seçenekleri incelemektedirler. ABD yasalarına göre durumu inceledikten sonra gerekli kararları alacaklardır” açıklamasını yaptı.



Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
TT

Siyasi tutumları daha gerçekçi yorumlamaya yönelik bir yaklaşım

Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)
Birçok kişi bazı Ortadoğu meselelerinin bir anda kamuoyunun gündemine oturmasını ve aniden sesinin kısılarak kaybolmasını eleştiriyor (AFP)

Muhammed Bedreddin Zayid
Pek çok akademik toplantıda, siyasi seminerde tartışmaların, dünyanın süper gücünün veya uluslararası ya da bölgesel güçlerin belirli konulardaki ilgisinin bir diğerinin lehine azalması etrafında döndüğü göze çarpar. Hatta bazen, sözgelimi Ortadoğu ve sorunlarının ABD için ne ölçüde öncelikli olduğu gibi, bu boyutlardan bazıları hakkında tartışmalar yapılır.
Bazen de sanki ilginin gerilemesi, kendisine gösterilen ilgi ve dikkatin azaldığı taraf için bir hakareti temsil ediyormuş gibi mesele tepkisel bir hava kazanır. Dünyada Filistin davasına ve özel olarak Arap dünyasına olan ilginin yanı sıra genel olarak Washington'un Ortadoğu'ya ilgisi, bölgesel aktörlerin rolleri, bölgenin sorunlarına bağlılık, aynı şekilde Lübnan meselesinde uluslararası ve Arap ilgisinin azalması hakkında dönen pek çok tartışma hatırlıyorum.
Aslında burada sunmak istediğim yaklaşım, uzmanların ve politikacıların bu konuda genellemeler ve varsayımlara girişebilecekleri, oysa pratik uygulamada gerçeklik ve motivasyonların çok daha basit olabilecekleridir. Gerçek bir temel olmaksızın bazen sürprizlere yol açanın bu olduğudur.
Filistin davasından başlayabiliriz; birkaç ay öncesine kadar, üzgün bir dille bu konuya ilginin azalması ve halkının çektiği acılar hakkında konuşuyorduk. Sonra olaylar patlak verdi ve Filistin tekrar olayların odağına yerleşti, yeniden konuşulmaya başlandı. Kısa bir süre öncesine kadar ona olan ilginin azaldığını tasavvur edenler, şimdi kendilerini nasıl gözden geçirebilirler? Aslında her iki görüş de çok fazla abartı içeriyor. Bu davanın son yıllardaki tarihini gözden geçiren, bu konuya ilginin pek çok iniş ve çıkışa tanık olduğunu keşfedecektir.
Keza tek sebep bu olmasa da, geçmişe göre ilginin azalmasının, Arap Baharı'ndan bu yana çatışma ve kriz odaklarının çeşitlenmesinde yattığını, Filistin davasının ayağının altındaki halıyı çeken birçok şey olduğunu da fark edecektir. Bu konuya daha sonra döneceğim.
Genel bir çerçeveden başlayabiliriz; o da bazen bu konuyla ilgilenenlerin, karar vericiler, yazarlar, araştırmacılar, gözlemciler veya vatandaşlar olsun insan olduklarını unutmamız. Dikkat edilirse kamusal meseleler ile iç ve dış politika konularına etkilendikleri ölçüde ilgi gösterdiklerini, hepimizin hayatımızda farklı derecelerde bildiklerimizin onlar için de geçerli olduğunu unutmuş gibi yapıyoruz. Bu gerçeklerden biri mesela, arabasıyla bir ürün satın almak ya da bir akrabasını, arkadaşını ziyaret etmeye giden birisi kaza yaptığında ya da ani bir acı hissettiğinde, bu yeni ve daha acil krizle yüzleşmek için rotasını değiştirmekten başka seçeneği olmadığıdır.
Çağdaş Arap dünyamızda karşı karşıya olduğumuz en belirgin husus, kriz noktalarının çokluğu ve herkesin bu sıkıntılarla mücadele eden halklara karşı ilgisizlikten yakınması. Bu nedenle, Arap Baharı ile başlayan ve öyle ya da böyle devam eden bir Filistin yakınması da var. Pek çok kişi ilginin yakında yeniden gerilemesinden endişe ediyor. Öte yandan, bugün milyonlarca Suriyeli de dünyanın kendilerini unuttuğundan yakınıyor. Ne rejimi değiştirebildiler, ne de dünyanın mevcut rejimi yeniden tanıyıp kabullenmesini engelleyebildiler. Ne çözüm gerçekleşti ne de rejim karşıtları rejim ve destekçilerinin zaferlerini kutlamasını istiyorlar. Hala çeşitli tarafların işgali altında olan geniş Suriye toprakları var. Dolayısıyla Suriye'de tanınmış bir yazar ve şahsiyetin ortaya çıkıp “Putin-Biden” zirvesinin ülkesi hakkında somut bir şey üretmediğini kaydetmesi anlaşılabilir. Öte yandan Filistin davasına sempati duyan birçok Suriyelinin bakış açısına göre, bu dava ilgi çekmeye devam edecek, ancak Suriye ve halkının krizi hakkında kimse konuşmak istemiyor. Aynısını, gerçek bir siyasi durgunluk sürecinde gibi görünen Yemen için de tahmin edebiliriz. Farklı televizyon kanallarını takip edenler, kendilerini bazen çelişki derecesine varacak kadar özdeş olmayan dünyalar karşısında bularak, şaşıp kalıyorlar.
Bölgedeki bir kriz hakkında her yazdığımda bana “hani Yemen?” diye soran Yemenli bir arkadaşım var. Krizleri, acıları, milyonlarcasının yerinden edilmesine ilişkin Arap ilgisinin zamansal ve mekansal kapsamıyla ilgili ağır Yemen eleştirileri, aşırı derecede uyumsuzluğuna dönük  ithamları olduğunu biliyorum. Kendilerine yönelik uluslararası ilgiye karşı benzer izlenimleri olduğunu da. Bu ilginin durgun suları hareketlendirmek için zaman zaman boşuna önerilen ve harcanan siyasi çabalarda kayda değer bir başarı sağlayamadan insani yönlere odaklanmasına ağır eleştirileri olduğundan haberim var.  
Birçok Lübnanlı arkadaşımdan duyduğum Lübnan şikayeti de, aslında diğer krizlerin ağırlığını, sayısını, bunların tüm uluslararası ve bölgesel sistemdeki aciliyetini görmezden geliyor. Yukarıda saydığımız gibi karar vericilerden medya ve vatandaşlara kadar ilgililerin tüm bu büyük aktivizmi takip ederken dikkatlerinin dağıldığını göz adı ediyor. Güçlü kurumların varlığında bile Lübnan meselesi doğal olarak eninde sonunda tek bir karar verici veya tek bir karar verici kurumla çatışacak.
Aracını çarptığı için yapmak istediği işi bırakıp daha acil olan krizi çözmeye yönelen kişi hakkında daha önce verdiğimiz örneğe, kişinin bu sorun ile başa çıkmak için ne yapması gerektiğini bilmiyor olabileceğini de ekleyebiliriz. Şahsi görüşüm, şu anda uluslararası ve bölgesel tarafların, bu krizleri çözmek veya kendisiyle başa çıkmak için ne yapılması gerektiğine dair belirli ve başarılı bir yol bilmedikleridir.
Örneğin Lübnan krizinde bölgesel ve uluslararası taraflar ve bunların arasında da baskın bir esas taraf var, o da İran. Ama İran aynı zamanda müttefiki "Hizbullah" aracılığıyla, Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn'a bağlı ve Cibran Basil liderliğindeki Özgür Yurtsever Hareketi ile karmaşık bir ittifakla da zincirlenmiş durumda. İkinci taraf, sahnenin karmaşıklığı konusunda oldukça bilgili ve tıpkı kendisinin Hizbullah'a ihtiyacı olduğu gibi, Hizbullah'ın da kendisine ihtiyacı olduğunun farkında. İran'ın gücü ve zayıflığı karmaşık bir bölgesel denge sahnesinde iç içe geçerken, rejimi bu çıkmazdan çıkarmaya çalışan diğer taraflar felç olmuş ya da çözüm için yeterli araçlara sahip değillermiş gibi görünüyorlar.
Suriye'de Rusya ve müttefiklerinin zaferlerini deklare etmesini engelleyen Batılı güçlerin elinde ne yeterli araç var ne de kimsenin istemediği, maddi ve insani kayıplarının oldukça maliyetli olabileceği yeni bir kapsamlı çatışmayı sürdürmek için gerçek bir istek yok.
Suriye rejimine muhalif bu cephedeki ana oyuncu, yani Türkiye kapasitesinin sınırlarını biliyor ve başka bir şey üzerine bahis oynuyor; sınırlarına bitişik bölgesel genişleme ve bölgesel denge ve çatışmalarda kullanmak amacıyla aşırılıkçı milisler kartını elinde tutmak. Bu sayede bugün “Libya” dosyasında olduğu gibi başka dosyalarda, yarın da belki başka alanlarda avantaj ve kazanımlar elde etmek istiyor.
Bunun ışığında, Suriye krizinin daha fazla uzamaması için bir çözüm ve çıkış yolu bulmak isteyen tarafların, bu krizle başa çıkmak için yeterli araçlara sahip olmadıkları için ellerinden bir şey gelmiyor. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz arabasıyla kaza yapan, kendisini tamir etmese de sürebilen ama bu nedenle birkaç gün sonra arabasının çalışacağının bir garantisi olmayan kişi gibi. Arabasını tamir edemiyor çünkü parası yok, ama gidip alışveriş yapıp, ekmek falan alıyor ya da erteleyebileceği bir işi halletmeye çalışıyor. Söylemek istediğimiz, tüm insanlar bir noktada karşı karşıya oldukları krizle yüzleşmeye takatleri kalmadığını kabullenmeyebilirler, ama asıl sorun ve zor olan ne politikacıların ne de ülkelerin bunu alenen kabul etmemeleridir.
Son olarak, son İsrail savaşının dersleri bunu doğruladı. Bütün dünyanın çözülmemiş Filistin meselesinin devam etmesinden, krizlerin ve meydan okumaların çokluğundan yorulduğu doğru, ama aynı zamanda herkes henüz baskı yapacak ve bu krizi çözecek yeterli güce sahip olmadığının da farkında. İsrail aşırı sağı böyle bir vehme kapılmış olabilir ama eninde sonunda meselenin bundan çok daha karmaşık olduğunu keşfedecek. Liderlerinde de meselenin karmaşıklığını görememelerine neden olan bir inatçılık ve kibir var veya projelerinin etkileneceği korkusuyla bunu deklare etmeye cesaret edemiyorlar. Tıpkı Filistinlilerin haklarını savunan ama en azından şimdiye kadar ne yapacağını bilemeyen onlarca birbirine karşıt politikacı gibi. Bunu ifşa ve itiraf edemiyorlar ve çok azı bunun ötesine geçen geçici düzenlemeler veya çözümler düşünecek bilgeliğe ve hayal gücüne sahip.