Gine Cumhurbaşkanı: İran’ın Körfez’deki saldırıları, durdurulması gereken terör saldırılarıdır

Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde
Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde
TT

Gine Cumhurbaşkanı: İran’ın Körfez’deki saldırıları, durdurulması gereken terör saldırılarıdır

Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde
Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde

Alpha Conde; Suudi Arabistan’a verilen herhangi bir zararın İslam dinine yapılmış bir saldırı olduğunu vurguladı.
Gine Cumhurbaşkanı Alpha Conde, İran’ın Basra Körfezi’nde gerçekleştirdiği saldırıları, kararlılıkla engellenmesi gereken terör saldırıları olarak niteledi. Bu terör saldırıları karşısında Suudi Arabistan’ı destekleme ve arkasında durma çağrısında bulundu ve;” Suudi Arabistan’a verilen herhangi bir zarar, İslam dinine, bütün Müslümanların kalbinin attığı Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvre’ye yönelik bir saldırıdır” dedi.
Gine Cumhurbaşkanı, gazetemiz Şarkul Avsat’ı, anlamı “Sekou Toure’nin ikametgâhı” olan Sekhoutoureah Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti. Sekou Toure Gine’nin ilk devlet başkanı ve Fransa’dan bağımsızlığın mimarıydı. Bizleri geniş bir toplantı salonunda kabul eden Conde’nin oturduğu yerin arkasında duvarı boydan boya kaplayan, altından bir tablo bulunuyordu. Cumhurbaşkanlığı görevlilerinden biri tablonun Gine’nin sahip olduğu birçok efsaneyi özetlediğini belirtti.
Alpha Conde, bu tablonun ve efsanelerin bir parçası gibi duruyordu. Conde devlet başkanı seçilmeden önce bir muhalifti ve yetmişli yıllarda gıyabında idam cezasına çarptırılmıştı. Uzun yıllar zorunlu olarak sürgünde yaşamıştı. Doksanlı yıllarda ülkesine döndüğünde de yıllarca cezaevinde kaldı. 2010 yılında Gine halkı onu devlet başkanı seçerek ödüllendirdi. Bu tarihten sonra başta ebola virüsü, düşük okur-yazarlık oranı, yoksulluk ve yüksek düzeydeki yolsuzluk olmak üzere karşı karşıya kaldığı büyük zorluklara rağmen ülkesine bir siyasi istikrar ve ekonomik canlanma dönemi yaşattı.
2015 yılında bir kez daha cumhurbaşkanı seçilen Conde, ikinci dönemini tamamlamaya (2020) hazırlanıyor. Ülkenin mevcut anayasasına göre  Conde bir kez daha aday olamaz ama destekçileri arasında yönetimde kalabilmesi için anayasanın gözden geçirilmesi gerektiği yönünde sesler yükseliyor. Muhalefet ise buna şiddetle karşı çıkıyor. Röportajımız sırasında Cumhurbaşkanı Conde bu meseleden bahsetmeyi reddederek, olumlu olduğunun altını çizdiği 9 yıllık başkanlık döneminin sonuçlarını ortaya koymakla yetinip bu konudaki sorulara yanıt vermek istemedi.
Cumhurbaşkanı Alpha Conde ile gerçekleştirilen röportajın metni;
Basra Körfezi’nde son dönemde yaşanan gelişmeleri, İran’ın Körfez’in güvenliğini hedef almasını ve kendisine bağlı kolların Suudi Arabistan’a yönelik saldırılarını takip etmişsinizdir. Gine’nin bu gelişmeler karşısındaki tutumu nedir?

Suudi Arabistan ve Körfez bölgesini hedef alan terörün dünyanın geri kalanını hedef alan terör ile aynı olduğunu söyleyebilirim. Terör uluslararası bir olgu, kararlılık ve ciddiyetle yüzleşmemiz gereken büyük bir tehlikedir. Hepimiz Suudi Arabistan’ın yanında yer almalı ve bu teröre karşı mücadelesinde onunla dayanışma içinde olmalıyız. Çünkü Suudi Arabistan’a verilecek herhangi bir zararın İslam dinine ve bütün Müslümanların kalbinin attığı, her yıl milyonlarca insanın ziyaret ettiği Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvre’ye yapılmış bir saldırı olduğuna inanıyoruz. Bu ülkenin güvenliğini ve huzurunu hedef alan hiçbir saldırıyı kabul etmiyor ve Kral Selman bin Abdulaziz’in, Suudi Arabistan ve Körfez bölgesinde barış ve güvenliği korumak için yaptığı büyük çalışmaları övüyoruz. 
Suudi Arabistan terörle mücadele için bir cephe ve ittifak inşa etmek istediğinde Gine bu ittifaka katılan öncü ülkelerdendi. Suudi Arabistan’ın terör tehlikesi ile mücadelesini desteklediğini deklare eden ilk ülkeler arasında yer alıyordu. Bu tutumumuzun temelinde, Suudi Arabistan’ın, terörün bütün türleri ile mücadele gücüne ve İslam dünyasındaki merkezi konumuna olan inancımız vardır.
Diğer yandan Gine ile Suudi Arabistan arasındaki ilişki, tarihi nedenlerden dolayı oldukça güçlüdür. Birkaç yıl önce Suudi Arabistan bizden, İTT Genel Sekreterliği’nden onun lehine çekilmemizi talep ettiğinde bunu kabul ettik. Bu talebi kabul ettik çünkü İslam ve Arap dünyasındaki istikrarsız durum, Arap ülkeleri dışındaki güçler tarafından desteklenen terörist grupların güçlü yükselişi göz önüne alındığında, Suudi Arabistan’ın bu teşkilatın liderliğini üstlenmesi gerektiğine inanıyorduk. Bu hassas koşulların güçlü, kararlı bir liderlik gerektirdiği kanaatindeydik.
Suudi Arabistan buna karşılık bizlere başka bir pozisyon vermeye ve telafi etmeye hazırdı ama bizler bunu kesin bir şekilde reddettik. O zaman onlara, Suudi Arabistan’dan hiçbir karşılık beklemediğimizi, Hadimul Haremeyn Şerifeyn’in seçeceği ve Suudi Arabistan’ın desteklediği kişi lehine İTT Genel Sekreterlik makamından feragat etmeye hazır olduğumuzu belirtmiştim.
Suudi Aarbistan bizim için kutsal topraklardır. Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere, bu iki beldenin bütün Müslümanların nezdinden sahip olduğu dini ve manevi sembolizmdir.
Gine olarak terörle mücadelede Suudi Arabistan’a tam destek veriyoruz. Bu savaşı kazanacağına, Ortadoğu bölgesine güvenliği ve istikrarı geri getireceğine inanıyoruz. Afrika’nın güvenliğine ne kadar önem veriyorsak dünyanın diğer bölgelerinin, özellikle de Ortadoğu ve Körfez bölgesinin güvenlik ve istikrarının güvence altına alınmasına o ölçüde önem veriyoruz.
“KADDAFİ ORTADAN KALKTIĞINDA HER LİDERİN BAĞIMSIZLIĞINI İLAN EDECEĞİ BİLİNİYORDU”
Belirttiğiniz gibi terörizm küresel bir olgu ama Afrika sahil bölgeleri ile Çad gölü havzasında terörist grupların yükselişi nedeniyle Afrika’nın batısında da durum karmaşık ve zor bir hal almış gibi görünüyor. Mevcut durum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yaklaşık 8 yıl önce Nijer Cumhurbaşkanı Mahamadou Issoufou ile birlikte G-8 Zirvesi’ne katıldık ve büyük ülkelerin liderlerinden Libya’ya yönelik bir müdahalede bulunmaktan kaçınmalarını talep ettik. Libya’ya yönelik herhangi bir uluslararası müdahalenin bu ülkenin Somalileşmesine neden olacağını vurguladık. Bunun da bölgenin neredeyse tamamına yönelik tehlikeli sonuçları olacağını belirttik. Bu tehlikelerin başında da Afrika sahili ülkeleri ve Çad Gölü havzası bölgesine terörün ihraç edilmesi tehlikesinin yer aldığını söyledik. Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin kabile liderleri aracılığıyla ülkeyi yönettiğini ve Kaddafi ortadan kalktığında her liderin diğerlerinden bağımsızlığını ilan etmeye yöneleceğini herkes biliyordu. Nitekim gerçekten de böyle oldu ve Libya yeni bir Somali’ye dönüştü. 
Ne yazık ki dünya liderleri bu uyarılarımıza kulak asmadığı için gördüğünüz gibi bugün bu felaketi yaşıyoruz. Libya’da merkezi bir hükümet bulunmuyor ve Kaddafi’nin sahip olduğu dev cephane teröristlerin eline geçti. Bu da Mali, Burkino Faso ve Nijer gibi ülkeleri terör tehlikesi ve tehdidi ile karşı karşıya bıraktı. Çad ve Nijerya ise Boko Haram örgütünün tehdidi altında. Bugün bütün ülkelerimizin bu yakın tehlikenin tehdidi altında olduğunu ve hiçbir ülkenin bunun dışında olmadığını söyleyebiliriz.
Ancak Batı Afrika’daki terörle mücadele planları zeminde sonuç vermiyor gibi görünüyor. Sizce bunun nedenleri nedir?
Evet, gerçekten de böyle. Ancak asıl önemli olan, artık terörizm ile yüzleşmenin ve onunla savaşmanın temel ve zorunlu bir durum olduğuna ikna olmamızdır. Bu noktada Çad Cumhurbaşkanı Idriss Deby’i terörle mücadele konusunda oynadığı büyük rolden dolayı tebrik ve takdir ettiğimi belirtmeliyim. Çünkü Çad ordusu, Mali ve Nijer’den Nijerya ve Kamerun’a kadar bütün cephelerde savaşmaktadır. Aynı şekilde uluslararası toplumun da 5 kıyı ülkesinin (Moritanya, Mali, Nijer, Burkina Faso ve Çad) oluşturduğu ortak askeri gücü, güçlü ve ciddi bir şekilde desteklemeleri gerektiğine inanıyorum. Özellikle de terörle mücadelede ordusu her cephede savaşan Çad’ı desteklemelidir. 
“BİR TOPRAĞI EN İYİ ONUN ÇOCUKLARI SAVUNUR”
 Afrika ordularının teröre karşı savaşı yönetmekte başarılı olacaklarından emin misiniz?
Evet, terör ve radikalizm tehlikesi ile mücadele edebilmek için ilk önce birleşmeli ve el ele vermeliyiz. Çünkü bu önemli savaşın içinde doğrudan yer almadan terör ile savaşamayız. Bu nedenle Afrika ülkeleri olarak bizler, terör ile savaşma ve kıtanın her yerinde güvenliği ve istikrarı koruma görevini Afrika Gücü’nün yerine getirmesini istiyoruz. Yabancı güçler, bu savaşı yürütmek için gerçek bir motivasyona sahip değiller. Bu savaşı; varoluşları, aileleri ve kendileri için savaşanların yürütmesi gerekir. Uluslararası işbirliği çok önemli ancak örneğin; görev icabı burada bulunan, bunun için maaş alıp ailesi ile birlikte harcamak üzere ülkesine dönmek isteyen Bangladeşli bir askerden nasıl sizin için ölmesini isteyebilirsiniz ki? Bir toprağı en iyi onun çocukları savunur. Bu yüzden Afrika Gücü’nün BM Barış Gücü’nün yerini almasını istiyoruz. Güçlerimiz savaşmaya hazır ve bu görevi en iyi şekilde yerine getirecek olanlar da onladır. İhtiyaç duydukları tek şey, destektir.Örneğin; Kongo Cumhuriyeti’nde uzun yıllardır bir BM Barış Gücü görev yapıyor ama durumda hiçbir değişiklik yok. Bu nedenle bizler, elbette uluslararası toplumdan istihbarı ve askeri desteği ile birlikte Afrika Gücü’nün ülkelerimizi savunmasına izin verilmesini talep ediyoruz.
“YÖNETİME GELDİĞİMDE ATTIĞIM EN ÖNEMLİ ADIM ORDUNUN YENİDEN YAPILANDIRILMASI”
Batı Afrika’da güvenlik alanındaki sorunlara rağmen Gine, son yıllarda farklı komşu başkentlerde gerçekleşen terör saldırılarına hedef olmadı. Bunu nasıl başardınız?
Yönetime gelir gelmez (2010 yılında) attığım en önemli adımın, ordunun yeniden yapılandırılması olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu, o dönemde ülkenin içinde bulunduğu durum ve Gine ordusunun muzdarip olduğu büyük sorunlar göz önüne alındığında çözülmesi gereken an acil sorundu. Ne askeri rütbeler ile ilgili açık ve belirli bir sistem ne de askerler ve subaylar arasında olsun orduda bir disiplin vardı. Askerler silahları ile taksiye biniyor ve ordunun zırhlı araçları caddeleri işgal edip sivilleri korkutuyordu. Dengesiz bir ordumuz vardı. Ordunun %80’i subay ve general iken, sadece %20’si askerdi. Bu yüzden; ordunun yeniden düzenlenmesi ve reformdan geçirilmesi atılması gereken en önemli ve en acil adımdı. Çünkü ülkenin diğer sorunlarının çözümü buna bağlıydı. Zayıf, hasta bir ordu ile terör tehlikesine karşı koyamazdık.Diğer yandan sadece güvenlik ile yetinmedim. Halkın yaşam koşullarını iyileştirecek, dolayısıyla da radikal örgütlerin ülkemize yönelik herhangi bir sızma hareketini engelleyecek ekonomik reformları hayata geçirmeye çalıştım. İktidara geldiğimde (yaklaşık 9 yıll önce) Gine, büyük ekonomik sorunlardan muzdaripti ve IMF’nin önerdiği ekonomi programını tamamlamayı başaramamıştı. Bu nedenle IMF ve birçok uluslararası fon kuruluşu, Gine’deki projelere verdikleri finansal desteği durdurmuşlardı. Her şeyden önce bu durumu düzeltmemiz ve ülkeyi yakalanmış olduğu bu hastalıktan kurtarmamız gerekiyordu. Bütün bunlar, halkın yaşam koşullarını iyileştirmemizi sağlayacak fon ve kredilere ulaşmamız için gerekliydi.
Büyük sorunlar yaşayan enerji ve maden sektörlerinde büyük reformlar gerçekleştirdik. Geçtiğimiz yıllar içerisinde bu sektörlerde reformlar yapmayı ve yeniden düzenlemeyi başardık. Zengin ve büyük boksit rezervlerine sahip Gine,1 yıl içerisinde, dünyanın en büyük boksit ihracatçısı ve ikinci üreticisi olacak. Ama bizim için en önemli sektör; iyileştirilmesi ve geliştirilmesi için büyük ve önemli yatırımlar yapmaya çalıştığımız tarım sektörüydü. Çünkü bu sektör; halkın yaşamını doğrudan ilgilendiren ve yaşam koşullarını iyileştirecek olan sektördü. Dolayısıyla bizler Fas ile Japonya ve Çin gibi diğer ülkelerden bize verilen destekten çok mutluyuz. Halkımızın yaşamında köklü değişimler gerçekleştirme yolunda tarıma çok güveniyoruz. Bunun yanında elbette sağlık sektörüne de odaklandık. Çünkü bilindiği gibi bu alanda birçok sorundan muzdarip olan ülkemizin sorunları ebola virüsü ile daha da arttı. Ülkemizde sağlık sektörü istenilen düzeyde değildi ve etkisizdi. Bugün ise sağlık durumunun Gine’nin bütün illerinde önemli ölçüde iyileşmesinden ve sağlık ekiplerimizin her türlü acil durumlarla başa çıkacak bir duruma gelmesinden gurur duyuyoruz.
Gine’deki kalkınmanın asıl kaldıracı olan yollar, demiryolları ve limanlara gelince; bu alanda da büyük işler başardık. Sadece birkaç yıl içerisinde Gine’nin yüzünü değiştirdiğimiz için gurur duyuyoruz. Geçmişte Gine’yi ziyaret edip geceyi mütevazı otellerinden birinde geçirdiğinizde, ülkeden bir daha dönmemeye kararlı bir şekilde ayrılırdınız. Bugün ise durum değişti. Artık yatırımcılar, liderler, devlet başkanları, dost ve müttefikler gibi bütün misafirlerimizi ağırlayabileceğimiz yeterince lüks ve üst düzey otellerimiz var. Gine’yi şimdi ziyaret edecek olanların, durumun değiştiğini fark edeceklerini düşünüyorum. Ama yapmamız gereken daha çok şey var.
“BİRKAÇ YIL İÇERİSİNDE GİNE’DEKİ ARAP YATIRIMLARI 10 KAT ARTACAK”
Gine’deki Arap yatırımlarının seviyesinden memnun musunuz?

Kesinlikle. Birçok Arap ülkesi ve özellikle de Suudi Arabistan, BAE, Fas, Kuveyt ve başta İslam Kalkınma Bankası olmak üzere birçok Arap fon kuruluşu ile kaliteli bir işbirliğine sahibiz. Ancak önceki yıllarda Gine ekonomisinin yaşadığı kırılganlığın bu işbirliğine olumsuz etkileri olduğunu düşünüyorum. Özellikle de Arap ülkeleri ile aramızdaki tarihi bağlar göz önüne alındığında vaat edici imkanlara ve potansiyele sahip bu işbirliğinin maksimum düzeye ulaşmasını engellediği kanaatindeyim.Son olarak; Gine hükümetinden bir heyeti karşılayan ve 3 gün boyunca kendisi ile görüşmeler gerçekleştiren İslam Kalkınma Bankası Başkanının çabaları sayesinde ufukta vaat edici gelişmelerin görünmeye başladığını ve birkaç yıl içerisinde Gine’deki Arap yatırımlarının 10 kat artacağını söyleyebilirim. Çünkü bu ülke, Arap yatırımcıları ilgilendirecek ve iki taraf için de kazançlı ortaklıkların önünü açacak birçok imkâna sahiptir.
Arap ve özellikle de Körfez ülkelerinin Gine’ye karşı her zaman çok cömert olduklarını biliyoruz. Ama bizler de iş adamları ve sermayeleri ülkemize gelmeye teşvik etmek, hükümetler ile işbirliği yapmakla yetinme zihniyetinden kurtulup, özel sektöre daha çok yönelmek için ülkemizin sahip olduğu yatırım fırsatlarını tanıtmaya yönelik büyük bir çaba harcıyoruz. Bu nedenle hem Gine hem de Arap ülkelerinde ekonomik forumların düzenlenmesini teşvik eden bir planı hayata geçirdik.
Bizlere vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz...
Ben teşekkür ederim...



Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
TT

Küreselleşme neden ABD’nin yükselişiyle ilişkilendirildi? Peki, düşüşüyle birlikte sona erer mi?

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)
Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinin dağılmasının başlamasıyla dönemin ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ ifadesini ilk kez kullandı (Pixels)

Independent Arabia

Otuz yıldır, entelektüel ve kültürel söylemlerde küreselleşme veya bazılarının deyimiyle ‘gezegenselcilik’ ile ilgili yeni terimler ortaya çıktı. Bu hareketin ön saflarında, çalışmalarının niteliği nedeniyle tanınmış olanlar ve anonim kalanlar olmak üzere, bu yeni hümanist yaklaşımı ortaya koyan etkili sesler yer aldı.

Dünya, ünlü Amerikalı yazar Thomas Friedman'ı, uluslararası ilişkiler ve ticarette yeni bir çağın habercisi olan ‘Küreselleşmenin Geleceği: Lexus ve Zeytin Ağacı’ adlı kitabıyla tanıdı.

Ancak, duyulmayan muhalif sesler de vardı. Bu kişiler arasında olan Immanuel Wallerstein, dünyayı çekirdek, çevre ve yarı çevre ülkeleri olarak ayıran ve ekonomik küreselleşmenin dinamiklerini anlamaya yardımcı olan ‘dünya sistemi’ teorisinin geliştiricisiydi.

Küreselleşme çalışmaları alanında önde gelen Alman sosyolog Ulrich Beck, küreselleşme bağlamında ‘risk toplumu’ kavramlarına odaklanmasıyla tanınır.

Ronald Robinson ise küreselleşme ve evrensel kültürün sosyal teorisine katkıda bulunan bir tarihçiydi.

Mesele şu ki, biz burada isimleri sıralamak için değil, bu yazının özünde yatan ana sorunun cevabını aramak için bulunuyoruz: Küreselleşmenin bir geleceği var mı? Özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması ve ABD’nin dünya kaynaklarını ve kontrolünü otoriter bir şekilde domine ettiği, yeni tek kutuplu dünya düzeni olarak adlandırılan düzenin ortaya çıkmasıyla 1990'larda başlayan süreci tamamlama şansı hala var mı?

Bu sorular, küreselleşmenin modern bir fenomen olarak sona eriyor olabileceği ya da en azından yön değiştirip farklı bir isim altında yeni bir döneme yol açmak üzere olduğu konusunda hemfikir olan okumalar çerçevesinde gündeme getirildi.

Her halükârda tartıştığımız bu olgunun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, özellikle de dünya çapında fikir ve ticaret akışında heyecan verici bir rol oynadığını kesin olarak söyleyebiliriz. Bu olgunun dünyayı her zamankinden daha fazla birbirine bağladığını, engelleri ortadan kaldırdığını ve duvarları yıktığını söylemek abartı olmaz.

Öte yandan, dünya özellikle 1960'larda Kanadalı sosyolog Marshall McLuhan'ın ‘küresel köy’ tanımının ötesine geçip akıllı telefonların temsil ettiği bir ‘dünya kutusu’ haline geldikten sonra, benzeri görülmemiş türde tehditler ortaya çıktı.

Ancak, bugün dünyada birçok küreselleşme eğilimi nedeniyle büyük bir endişe hakim. Bunların başında, küresel savaşları tetikleme tehdidi oluşturan silahlı çatışmaların geri dönüşü, eşit kalkınma fırsatlarından yoksun bir gezegen ve ekolojik ve çevresel felaketlerin darbeleri altında inleyen bir dünya geliyor.

Öyleyse kafası karışık insanlık bundan sonra nereye gidebilir? Küreselleşmiş dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? Elbette, bunu yargılayacak konumda değiliz, ancak en azından felsefi açıdan sorular, cevaplardan daha önemli olmaya devam ediyor. Peki, nereden başlayacağız?

Küreselleşme eski mi, yoksa yeni bir fikir mi? Belki de buradan başlayıp küreselleşme fikrini incelemeliyiz: Bu fikir modern mi, yoksa eski bir insan yapısı mı?

Kısacası, insanlık gelişmiş medeniyetler boyunca birçok bağlantı ve ayrılık biçimi tanıdı. Ancak dünyayı tek bir bütün haline getirecek tek bir sistem fikri, 1940'ların başına kadar hiç duyulmamıştı. 1940 yılında Cumhuriyetçilerin ABD başkan adayı Wendell Willkie'nin ‘tek dünya’ fikrine Amerikalılar hayran kalmıştı.

O dönemde Wendell Willkie, küreselleşmenin eşanlamlısı olan ‘tek dünya’ sloganını ortaya attı ve milliyetçiliğin beslediği ırkçılık ve emperyalist sömürünün olmadığı bir dünya çağrısında bulundu.

Profesör Samuel Zipp, ‘Bir İdealist: Wendell Wilkie'nin Savaş Döneminde Tek Dünya Kurma Arayışı’ (The Idealist: Wendell Willkie’s Wartime Quest to Build One World) adlı kitabında “Tek dünya bize yeter. İnternetin olmadığı günlerde, bu ifadenin, insanlık ve duygusal birlik arzusu gösteren idealist bir ifade olarak nasıl karşılanacağını tahmin etmek zor değil” yazıyor:

Wilkie'nin vizyonu o dönemde naif bulunmuş olsa da bize küreselleşmenin ilk dönemlerindeki görüş hakkında bir fikir veriyor. Burada ‘Bu çağrı o dönemde meyve verebilir miydi?’ sorusu ortaya çıkıyor.

cdfrg
Küreselleşmiş bir dünya fikri önümüzdeki on yıllar boyunca geçerli olacak mı, yoksa artık onun ölüm ilanını yazmanın zamanı geldi mi? (Unsplash)

Bilinen cevap, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından dünyanın bir kez daha yaklaşık kırk yıl sürecek ve ‘Soğuk Savaş’ olarak bilinen başka bir küresel savaşla karşı karşıya kaldığıdır. O dönemde dünya, Atlantik ve Varşova olmak üzere iki kampa bölünmüştü ve bu da birleşik, küreselleşmiş bir dünya fikrini geçmişte kalan bir şey haline getirmişti.

Willkie, ‘tek dünya’ ifadesini kullanan ilk isim değildi; ondan önce de yazarlar ve düşünürler, buharlı gemiler, telgraflar, telefonlar, uçaklar, borsalar ve radyonun mesafeleri kısaltıp zamanı hızlandırarak uzak yerler ve kültürler arasındaki iletişimi artırdığına dair açıklamalarda bulunmuştu.

Willkie'nin bu haykırışı, modern küreselleşmenin yolunun ABD’de başladığını, ancak entelektüel öncülerin ABD’de olmadığını mı ima ediyor?

1990'lardaki küreselleşme ve farklı bir gezegen

Özetle 1945 yılındaki İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden 9 Kasım 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasına kadar geçen yaklaşık kırk yıl, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasındaki gizli Soğuk Savaş’la damgalandı ve bu da dünya çapında iki kampın oluşmasına neden oldu. Söz konusu dönem, Doğu ile Batı arasındaki ideolojik çatışmalar ve Varşova Paktı ile NATO arasında gizli bir Soğuk Savaş’la damgalandı ve dünya iki kampa bölündü. Bazı ülkelerin attığı küçük adımlar, o dönemde geçerli olan ‘bizimle değilseniz, bize karşısınız’ formülü nedeniyle, tarafsızlık durumunun oluşmasını sağlayamadı.

O zamanlar küreselleşme kavramı henüz ortaya çıkmamıştı ve bazıları McLuhan'ın vizyonunu sorguluyor, bunun özellikle radyo, televizyon ve yazılı medya aracılığıyla bilgi iletişimi kavramıyla sınırlı olduğuna inanıyordu.

Her ne kadar bütün bunlar, Doğu Avrupa halklarında devrim yaratmada bilinçli ve açık bir rol oynayarak onları Sovyet Demir Perdesine karşı ayaklanmaya itmiş olsa da tek bir küreselleşmiş dünya fikrini yaratacak kadar etkili olamadı.

Berlin Duvarı'nın yıkılması ve Sovyet cumhuriyetlerinin dağılmasının başlaması, tek kutuplu bir güçle sonuçlanan yeni bir kozmik başlangıcı işaret etti. O gün, ABD Başkanı George H. W. Bush ‘yeni dünya düzeni’ veya Amerikan tek kutupluluğu terimini ortaya attı.

O dönemde birçok sosyolog, ABD’ye bağımlılık çağının başladığına ve Washington’daki düşünürler ve planlamacılar ile altı kıtadaki partilerin öncülüğünde küreselleşme çağının ölüm ilanı yazılmaya başlandığına inanıyordu.

Küresel ekonominin yüzünü ve insan toplumlarının koşullarını değiştiren dinamik bir hareketin bundan 35 yıl önce başladığına şüphe yok. Değerli fırsatlar yaratan bu eğilimler, birçok ülke ve bölgede hızlı ekonomik büyümeyi kolaylaştırarak, küresel gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYİH) 2000 yılında yaklaşık 5 trilyon ABD dolarından 2016 yılında 75 trilyon ABD dolarına ve 2024 yılında 111 trilyon ABD dolarına yükselmesine katkıda bulunmuştu.

Ancak bugün, üretim ve işgücü piyasalarındaki değişimler, teknolojideki hızlı ilerlemeler ve küresel iklim değişikliği aracılığıyla radikal değişiklikler ortaya çıktı. Bu durum, dünya meselelerini izleyenlerin, özellikle ciddi endişe yaratan dördüncü bir eğilim çerçevesinde küreselleşmenin geleceğini haklı olarak sorgulamasına neden oluyor. Bu eğilim, ulusların sağlığı ve popülizmin geri dönüşüyle ilgilidir ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra faşizm ve Nazizmin çöküşünden bu yana Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yerleşik olan liberal ve demokratik yolları tehdit ediyor.

Küreselleşmenin peşinde koşmak, sürdürülebilir kalkınma için bir umuttu ve küresel ekonomik büyümenin güçlü bir motoru olarak hizmet etti. Küreselleşme, otuz beş yılı aşkın bir süredir gelişmekte olan ülkelerdeki birçok insanın yaşam koşullarının iyileştirilmesinde önemli ve hatta öncü bir rol oynadı. Ancak bugün, 21’inci yüzyılın üçüncü on yılının ortasında, siyasi ve ekonomik bir tepki var gibi görünüyor. Bu tepki Washington'da başladı ve özellikle de korumacılığın geri dönüşü, gümrük vergilerinin açıklanması ve kaba kuvvet mantığının hakim olmasıyla birlikte serbest ticaret dünyasına inanan diğer ülkelerde de yankı buldu. Bu, insanlığın nihayet tanıdığı küreselleşmeye vurulmuş büyük bir darbe mi?

Küreselleşme: Son mu, yeni bir dönem mi?

Küreselleşmenin hikayesini benzeri görülmemiş bir ciddiyet ve objektiflikle düşünmek için duran en iyi finans ve ekonomi stratejistleri arasında, Credit Suisse'in Uluslararası Varlık Yönetimi Bilgi Departmanı'nın eski başkanı ve birçok önemli uluslararası pozisyonda görev yapmış Michael O'Sullivan da yer alıyor. O'Sullivan, 2022 yılının mayıs ayında küreselleşmenin geleceğini sorgulayarak, bu fenomenin sonuna mı geldiğimizi, yoksa başkalarının dediği gibi yeni bir döneme mi girdiğimizi sordu. O'Sullivan’ın tahminine göre her halükarda yeni bir dünya düzeni geliyor ve bu düzenin 2030 yılına kadar şekillenmesi muhtemel, ancak kimse bunun nasıl bir şekil alacağını bilmiyor. Ancak, bu okumada önemli olan soru, küreselleşmenin gerilemesini ve bu gerilemenin arkasındaki eğilimleri nasıl ölçebileceğimiz sorusu.

Özetle küreselleşme yaygın ve popüler bir olgu olmaya devam etmekle birlikte, özellikle iletişim şeklimiz, çevremizi saran medya, finansal ve diğer kaynaklarımız gibi insan yaşamı üzerindeki geniş kapsamı ve etkisi nedeniyle gizemle sarılı. Küreselleşmeyi nicel olarak ölçmek için ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı, finansal akışların yoğunluğu, fikir ve veri akışı, internetin ve göçün nasıl değiştiği gibi faktörlere bakıyoruz.

Ancak son zamanlarda dünya daha bölgeselleşmiş ve çok kutuplu hale gelmiş görünüyor. Örneğin, Çin'in Hong Kong'daki eylemleri, Kovid-19 salgını karşısında ülkeler arasında iş birliğinin olmaması, Ukrayna'da yaşananlar, ticaret savaşları ve birçok ülkede kademeli bağımsızlık eğilimi gibi. Bunların hepsi, küreselleşmiş bir dünyada yaşanmayacak veya farklı şekilde yaşanacak olayların birer örneği.

Ancak, son otuz yılda küreselleşmenin etkilerinin farklılık gösterdiği açık ve bugün bu farklılık net olarak görülüyor.

Örneğin, en küreselleşmiş ülkeler İsveç, İsviçre ve İrlanda gibi küçük ülkeler ve bu ülkeler, vergi sistemleri sayesinde küreselleşmenin en kötü sonuçlarından biri olan büyük gelir eşitsizliklerini önleyebildiler.

Ancak İngiltere, Fransa ve İtalya gibi daha büyük ülkelerde durum aynı şekilde olmamıştı. Bu ülkelerde sosyal sınıflar arasındaki uçurum genişlemiş ve en kapitalist sınıflar arasında bile sosyal dengesizlik ortaya çıkmıştı.

Çin gibi kutuplaşmaya aday ülkeler ise küreselleşmeyi ekonomik güçle karşılanması gereken bir ABD’nin önerisi olarak görürken, Rusya gibi bir ülkede askeri seçenek ön plana çıktı.

Bu bağlamda, yine ‘Küreselleşmeye son darbe nihayet ABD’nin içinden mi vuruldu?’ sorusu ortaya çıkıyor.

Kanıtlar, ABD’nin en büyük müttefikinin liderlerinin bunu yaptığını gösteriyor. Peki ya uzak ülkelerin geri kalanı ya da belki de rakipleri ve düşmanları ne olacak? Bu öneri ne olacak?

İngiltere ve küreselleşmenin sonu

ABD Başkanı Donald Trump'ın geçtiğimiz nisan ayında ikinci kez göreve gelmesinden yaklaşık üç ay sonra, İngiltere'de küreselleşmenin bittiğine dair kesin bir görüş olduğu görülüyordu.

İngiltere İşçi Partisi lideri ve Başbakan Keir Starmer, 6 Nisan'da, BBC'ye verdiği röportajda “son yirmi yıldır bildiğimiz küreselleşme sona erdi” dedi. Başbakan Starmer, aynı hafta İngiliz gazetesi The Sunday Telegraph'ta yayınlanan bir makalede aynı görüşü yineleyerek, “Bildiğimiz dünya sona erdi” diye yazdı. Peki, bu en yakın ve en sadık müttefikin ABD’nin sorumlu olduğuna inanmasına neden olan neydi?

Kanıtlar, özellikle Trump yönetiminin İngiltere’ye yüzde 10'luk bir temel gümrük vergisi uygulamasının ardından, suçun Başkan Trump'ta olduğunu gösteriyor. Bu, çeşitli vergi oranlarına sahip bazı ıssız bölgeler de dahil olmak üzere dünyadaki çoğu ülkeyi hedef alan ve ‘Kurtuluş Günü’ olarak adlandırılan bir dizi karşılıklı gümrük vergisinin bir parçasıydı.

Trump’ın tanımları, küreselleşmiş iş birliği fikrini sona erdirdi ve ekonomik açıdan korumacılık ve emperyalist üstünlük yoluyla bireyciliği yeniden ortaya çıkardı. Bu da eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown'un (2007-2010) İngiliz gazetesi The Guardian'da acı dolu bir makale yazmasına neden oldu.

Brown, makalesinde 35 yıllık ‘yeni dünya düzeninin’ yasını tutuyor ve bu düzenin şu anda gözlerimizin önünde parçalandığını ve bu yeni ‘Trumpçı’ Amerikan yaklaşımını sürdürmekten başka bir yolun olmadığını savunuyor.

Gordon Brown, 12 Nisan'da, modern tarihin en kötü finansal krizleriyle başlayan ve Çin-ABD çatışmasının şimdiye kadarki en ciddi tırmanışıyla sona eren bir haftanın ardından, radikal dönüşümlerle şoklar arasında ayrım yapmanın zamanının geldiğini yazdı. Eğer bir değişiklik olmazsa, 2020'ler bu yüzyılın şeytani on yılı olarak hatırlanabilir. Bu terim daha önce tarihçiler tarafından 1930'ları tanımlamak için kullanılmıştı.

Brown'un tahminine göre bu on yılın tanımı, Kovid nedeniyle ölen 7 milyon insan ve küresel yoksulluk ve eşitsizliğin artmasıyla sınırlı kalmayacak, aynı zamanda parçalanmış Ukrayna, yanmakta olan Gazze ile Afrika ve Asya'da haberlerde neredeyse hiç yer almayan zulümleri de içerecek. Bunların her biri, kurallara dayalı dünya düzeninin, güce dayalı bir düzenle şiddetli bir şekilde değiştirildiğinin kanıtı.

Okuyucu burada, sadece serbest ticaret değil, hukukun üstünlüğü ve uzun zamandır insan haklarına, demokrasiye, halkların kendi kaderini tayin hakkına ve devletler arası çok taraflı iş birliğine verdiğimiz öncelik de dahil olmak üzere eski düzenin her bir ayağı saldırı altında olduğu şeklindeki kesin bir sonuca varabilir. Buna, bir zamanlar dünya vatandaşları olarak kabul ettiğimiz insani ve çevresel sorumluluklar da dahil.

Öyleyse bu, Friedman'ın savunduğu küreselleşmenin şimdiden sona ermekte olduğu anlamına mı geliyor?

Küreselleşmenin sonu ve anti-Amerikanizm kavramı

Küreselleşmenin birçok karşıtı, bu uluslararası olgunun başarısızlığının ana nedeninin ABD olduğunu savunuyor. Tüm suçu Başkan Trump'a yüklemeden, bu sorun onun Beyaz Saray'a gelmesinden otuz beş yıl önce, bu eğilimin uluslararası bilinçte yer edinmesinden önce ortaya çıkmıştı. Peki, bunun anlamı ne?

Burada protestocular, ABD’nin son 35 yıldaki politikalarının küreselleşme için en önemli fırsatlardan birini heba ettiğini söylüyorlar. Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra Washington’ın ulusal kurtuluş, sosyal adalet ve salgın hastalıklar ve endemik hastalıklarla mücadele yoluyla dünyaya liderlik edecek bir ‘Sezar’ haline gelmesi için geniş bir marj alanı vardı. Sürdürülebilir küresel kalkınmaya yardım sağlamanın yanı sıra, dünyayı Sovyetler Birliği döneminde var olan ideolojik kölelikten kurtarmanın da önemi yadsınamaz.

Ancak ne yazık ki, Polonya doğumlu ‘Amerika'nın bilge adamı’ ve eski Başkan Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin ‘Seçim: Dünyayı Yönetmek mi, Dünyaya Öncülük Etmek mi’ (The Choice: Global Domination or Global Leadership?) adlı kitabında anlattığı gibi, kontrol arzusu ABD dış politikasını ele geçirmiş görünüyor.

Benzer şekilde yazarlar Eric Cazdyn ve Imre Szeman, ‘Küreselleşme Sonrası’ (After Globalization’) adlı önemli eserlerinde, özellikle üçüncü milenyumun başlangıcında Afganistan'ın işgaliyle başlayan ve ardından Irak’ın işgaliyle devam eden, ‘teröre karşı savaş’ olarak bilinen belirsiz kampanya ile birlikte, ABD’ye yönelik uluslararası düşmanlığın durumunu tanımlıyor. Amerikanlaşmanın ikiz ve nesnel karşılığı olan küreselleşme, özellikle 2001 yılında Washington ve New York'ta yaşanan olayların ardından, dünya çapında milyonlarca insanın zihninde yerleşti.

Ancak, 11 Eylül 2001 öncesinde, küreselleşme ve küreselleşme karşıtı hareketlerin artan farkındalığı, ABD’yi ana jeopolitik güç olarak görmeme eğilimindeydi.

ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra en etkili tek aktör olarak önemli ve tanınmış bir oyuncu idi, ancak henüz dünyadaki diğer taraflarla çatışmaya girmemişti.

O dönemde küreselleşmeye karşı yapılan gösteriler, büyük finans kurumlarının, özellikle Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve çokuluslu şirketlerin hakimiyetini reddediyordu.

Amerikalı yazar Michael Hardt, 2000 yılında yayınlanan etkili kitabı ‘İmparatorluk’ta (Empire'da), ülkesini dünyanın kaderini ve geleceğini kontrol eden tek güç kavramıyla ilişkilendiriyor ve aslında sekiz yıl sonra olacakları öngörüyor.

thju
ABD Başkanı Donald Trump ikinci kez göreve başladıktan yaklaşık üç ay sonra, İngiltere’de küreselleşmenin bildiğimiz şekliyle sona erdiği konusunda kesin bir görüş oluşmuş gibi görünüyordu (Unsplash)

ABD’de 2008 yılında, emlak dünyasındaki iç manipülasyonlar ve Lehman Brothers gibi bazı büyük Amerikan bankalarının çöküşünün, büyük bir finansal krize yol açması bunun sebebiydi. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu kriz, herkesin ABD’nin yörüngesinde dönmesinden başka bir suçu olmayan küresel ekonomiyi de derinden etkiledi.

Bundan sonra, ABD’ye yönelik düşmanlık, tüm dünyanın Amerika'nın yeni efendilerinin elinde, dünya meselelerini ABD’nin keyfine göre yönetmek için esnek bir araç olarak gördüğü küreselleşme fikrine yönelik düşmanlığa dönüştü.

Joseph Nye ve Vaclav Klaus arasında küreselleşmenin geleceği

Geçtiğimiz şubat ayında, ölümünden yaklaşık üç ay önce, Amerikalı siyaset teorisyeni Joseph Nye, ‘Project Syndicate’ adlı internet sitesinde karşı karşıya olduğumuz bu olgunun gerçekliğini sorgulayarak ‘Küreselleşmenin bir geleceği var mı?’ sorusunu sordu. Nye, bu soruya, küreselleşmenin geleceğini anlamak için ekonominin ötesine bakmamız gerektiği yanıtını verdi. Çünkü ona göre askeri, çevresel, sosyal, sağlık vb. dahil olmak üzere birçok başka türde küresel karşılıklı bağımlılık söz konusu.

 Nye, bilim adamlarının iklim değişikliğinin korkunç sonuçlar doğuracağını, yüzyılın sonuna kadar küresel buz tabakalarının eriyip kıyı şehirlerinin sular altında kalacağını öngördüklerini söylüyor. Kısa vadede bile iklim değişikliği, kasırgaların ve orman yangınlarının sıklığını ve şiddetini artırıyor. Garip bir ironi olarak, küreselleşmenin yararlı yönlerini sınırlandırırken, maliyetli yönleriyle başa çıkamıyoruz. Trump'ın ikinci başkanlık döneminin ilk adımları arasında Washington’ın Paris İklim Anlaşması ve Dünya Sağlık Örgütü'nden (WHO) çekilmesi olacağı açık.

Peki, merhum Profesör Joseph Nye’ye göre küreselleşmenin geleceği ne olacak?

Nye, sözlerini insanlar hareket kabiliyetine sahip oldukları ve iletişim ve ulaşım teknolojileriyle donatıldıkları sürece uzun mesafeli bağlantıların bir gerçeklik olarak kalacağına dair felsefi bir bakış açısıyla sonlandırıyor. Sonuçta, ekonomik küreselleşme yüzyıllardır devam ediyor ve kökleri, Çin'in küresel altyapı yatırım programı olan Kuşak ve Yol Girişimi'nin sloganı olarak benimsediği İpek Yolu gibi eski ticaret yollarına kadar uzanıyor. Dünya savaşları ekonomik küreselleşmenin seyrini bozmuş, korumacı politikalar onu yavaşlatmış ve uluslararası kurumlar şu anda devam eden birçok değişime ayak uyduramamış olsa da teknolojiye sahip olduğumuz sürece, yararlı olmasa bile küreselleşme devam edecek.

Küresel politika teorisyeni olan eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus'un görüşleri Joseph Nye'nin görüşlerinden farklı mı?

Klaus, 16 Eylül'de Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de düzenlenen jeopolitik zirvede dünya çapında milyonlarca, hatta milyarlarca insanın aklını meşgul eden ‘post-küresel’ boyutu ele aldı.

Klaus'un katıldığı seminer, Danube Enstitüsü ve Heritage Vakfı tarafından düzenlenmişti. Seminerde sorulan soru, hala küreselleşme çağında yaşadığımız ve bu çağın sona ermek üzere olduğu gibi oldukça tartışmalı bir varsayıma dayanıyordu.

Klaus’a göre bu yanlış bir düşünce, hatta tarihin yanlış yorumlanması.

Küreselleşmenin sonu hakkındaki görüşünde, ABD’nin nüfuzu ile küreselleşme kavramı arasındaki yukarıda bahsedilen bağlantıya atıfta bulunan Klaus, bu yüzden bu düşüncenin temelinde, ABD’nin hegemonyasını yavaş yavaş kaybeden ve yeni dünya düzenini kabul etmek istemeyen bir ülke olmasının yattığını söylüyor. Ancak bu değişim, tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya doğru devam eden geçişin bir parçası.

Klaus, yazılarında asla ‘küreselleşme’ terimini kullanmaz. Ona göre küreselleşme, belirsiz bir kavramdır, gazetecilik terimidir, muğlaklıklarla doludur, çok yüzeyseldir ve ciddi tartışmaların temeli olarak işe yaramaz.

Belki de insan faaliyetlerini daha tarafsız bir şekilde uluslararasılaştırma fikrini tercih ediyordur. Çünkü dünya tarihinin siyasi, ekonomik ve sosyal düzenlemelere bağlı olarak değişen derecelerde açıklık ve yakınlaşma ile karakterize bir süreç olduğunu düşünerek, küresel sahneyi yakınlaşma ve açıklık dereceleri açısından ele almanın daha yararlı ve faydalı olacağına inanıyor.

Bu düzenlemeler, farklı özgürlük derecelerinin yanı sıra siyasi sistemin doğasının da bir sonucu. Bir toplum ve ekonomi ne kadar özgürse, o kadar açıktır ve bunun tersi de geçerlidir. Bundan dolayı Soğuk Savaş'ın sona ermesinden önce kullanılan terminolojiye geri dönülmesini öneriyor.

Peki, bir son var mı?

Elbette, küreselleşmenin sonunu ilan etmek, tarihin akışına aykırı olur. Zira bu, insan iletişimi açısından bir ‘insan diyalektiğidir’ ve geçmiş insan medeniyetleri tarafından binlerce yıldır biliniyor.

Ancak asıl yeni ve belki de en heyecan verici olan ise yapay zeka (AI) devrimi gerçekleştiğinde insanlığın geleceğindeki yansımaları olacak. Bu devrim, insanlığın başlangıcından beri deneyimlediklerinden tamamen farklı özelliklere, niteliklere ve kabiliyetlere sahip yeni bir dünya yaratacak.


Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
TT

Avustralya, çocukların sosyal medya platformlarına erişimini yasakladı

Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)
Albanese'nin 10 Aralık'ta Sidney'de çocuklarının sosyal medya kullanımından etkilenen ebeveynlerle yaptığı görüşmeden, (AFP)

Avustralya dün dünyada bir ilk olarak, 16 yaşın altındaki çocukların sosyal medyaya erişimini yasaklayan bir kararı uygulamaya koydu.

Bu karar, Facebook, Instagram, YouTube, TikTok, Snapchat ve X gibi platformların 16 yaşın altındaki kullanıcılar için hesap açmasını yasaklıyor ve mevcut tüm hesapları kapatmalarını zorunlu kılıyor. Uyumluluğu sağlamak için "makul" önlemler alınmaması durumunda 32,9 milyon dolara kadar para cezası verilebilir.


Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
TT

Rusya, Zelenskiy'nin yeni seçimlerin yapılmasına yönelik kararını memnuniyetle karşıladı

Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP
Londra'daki "10 Downing Street"te Ukrayna Cumhurbaşkanı ile görüşmelerinin başlamasından önce "Avrupa Troikası" liderleri (AFP

Kremlin, ABD Başkanı Donald Trump'ın bu yöndeki çağrısının ardından Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'nin dün Ukrayna'da yeni seçimler yapılmasına onay vermesini memnuniyetle karşıladı. Rusya Devlet Başkanlığı sözcüsü Dmitry Peskov, bu gelişmeyi "yeni bir şey" olarak nitelendirdi.

Bu arada, ABD Başkanı dün İngiltere, Fransa ve Almanya liderleriyle yaptığı telefon görüşmesinde Ukrayna barış müzakerelerindeki son gelişmeleri ele aldı. 40 dakikalık görüşme, çatışmanın çözümünde "ilerleme kaydetmeye" odaklandı.