Venezuela: Hizbullah’ın altın madeni

Beyrut’un güney banliyölerindeki sokaklardan birinde eski Venezuela Başkanı Hugo Chavez ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın fotoğrafları yan yana (Amerika’nın Sesi VOA)
Beyrut’un güney banliyölerindeki sokaklardan birinde eski Venezuela Başkanı Hugo Chavez ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın fotoğrafları yan yana (Amerika’nın Sesi VOA)
TT

Venezuela: Hizbullah’ın altın madeni

Beyrut’un güney banliyölerindeki sokaklardan birinde eski Venezuela Başkanı Hugo Chavez ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın fotoğrafları yan yana (Amerika’nın Sesi VOA)
Beyrut’un güney banliyölerindeki sokaklardan birinde eski Venezuela Başkanı Hugo Chavez ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın fotoğrafları yan yana (Amerika’nın Sesi VOA)

ABD Hazine Bakanlığı tarafından süpriz bir açıklama yapıldı. Bu açıklamada Hizbullah’ın Lübnanlı üç önemli siyasi ismi; Hizbullah üyelerinin yer aldığı "Direniş Bloğu" lideri Muhammed Hasan Raad ve milletvekili Emin Şeri ile Hizbullah’ın güvenlik işlerini yürütmekten sorumlu İrtibat ve Koordinasyon Birimi Başkanı Vafik Safa’nın yaptırımlar listesine eklendiği bildirildi.
Hizbullah’ın ana finansörü olan İran’a yönelik ekonomik yaptırımların arttığı bir dönemde, örgütün üyelerinin maaşlarını ödemek için nakit akışını nereden sağladığı ve her gün önemli ölçüde finansman gerektiren günlük faaliyetlerini nasıl karşıladığına yönelik soru işaretleri bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, İslami Direnişi Destekleme Kurulu’nun 30’uncu kuruluş yıldönümü olan 8 Mart 2019’da yaptığı konuşmada bu soruların yanıtını şöyle vermektedir;”Bazıları bu direnişin, başta İran İslam Cumhuriyeti olmak üzere bazı dostların ya da finansörlerin yardımları aile ayakta durduğunu zannediyorlar. Ama aslında büyük ölçüde insanların desteğine dayanıyor. Burada insanlar ile anne ve babaları, öğrencileri, yıl boyunca her sabah direniş kumbaralarına harçlıklarının bir bölümünü atan şehitlerin çocuklarını kastediyorum”.
Hizbullah’ın gelirleri hala yüksek
Nasrallah ayrıca, bu desteğin direnişin büyük finansal imkanlara sahipmiş gibi göründüğü dönemlerde bile devam ettiğini de ekledi.
Hasan Nasrallah her ne kadar yandaşlarına cihadın bir türü olarak bağış yapmaları çağrısında bulunarak bu yaptırımlara karşı kendini savunmaya çalışan biri gibi görünmek istese de kaynaklar, örgütün gelirlerinin hala yüksek olduğuna ve ABD yaptırımlarının onu etkilemiş olsa bile bu etkinin çok sınırlı olduğunu düşünmektedir.
Hizbullah seksenli yıllardan itibaren; Cihad İnşaat, Kard el-Hasan, Niyye el-Hasana Yardım Derneği gibi kendisine finans sağlayacak kurumlar tesis etmeye başladı. Söz konusu yardım derneği, Kard el-Hasan’a bağlıydı ve ABD topraklarında faaliyet göstererek Hizbullah için finansal bir altyapı oluşturulması konusunda temel rol oynamıştı. Ama 2007 yıında ABD Hazine Bakanlığı, kendisini Hizbullah’ın işleri için bir vitrin olarak kullandığı bir kurum sayarak yasaklamıştı. O dönemde bu derneğin başında Hüseyin el-Şami vardı.
Hizbullah’ın para transfer etme yöntemleri
Independent Arabia'dan Sevsen Mehanna'ya konuşan gözlemci bir kaynak; Hizbullah’ın İran, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinde elde ettiği geliri Lübnan’a Beyrut Uluslararası Havalimanı ya da karadan Suriye aracılığı ile transfer ettiğini belirterek; "ABD’nin periyodik olarak yayınladığı yaptırım listesini takip edip kurum ve şahısların bağlı oldukları ülkeleri gözlemlediğimizde dünyada coğrafi olarak çok geniş mesafeleri kapladığını görürüz. Yani Hizbullah finansman konusunda sadece İran’a güvenmemektedir. Yine Hizbullah, para transferlerinde havale ya da banka hesaplarını kullanmamaktadır. Hizbullah’a bağlı milletvekilleri ve bakanlara bile maaşları Lübnan devleti tarafından elden ödenmektedir. Bu bilinen bir şeydir. Bu yüzden milletvekillerini hedef alan ABD yaptırımlarının ardından Nasrallah’ın yaptığı son konuşmaya dönersek şöyle dediğini görürüz;”Bizim ve kardeşlerimiz açısından bu, bizim ile onlar arasındaki savaşın bir parçasıdır. Kardeşlerimizin bankalarda tek bir kuruşları bile yoktur.”
Yaptırımlar hala istenen etkide değil
2016 yılının nisan ayında yayınlanan ve geçmişte yaptırımların kapsadığı ülkelerin ve kişilerin adlarının yer aldığı listeye dönersek şu şekilde olduğunu görürüz:
Abdullah Muhammed Yusuf, Esad Ahmed Berekat (Brezilya), Hatem Ahmed Berekat ve Fayez Muhammed Berekat (Paraguay), Barakat İhracat ve İthalat Şirketi (Şili), Ali Zuayter (Çin), Aero Skyone Co. Limited Şirketi (Hong Kong), İnma Mühendislik ve Müteahhitlik Grubu (Lübnan), Yusr Kurumu (Lübnan), Amigo Süpermarket (Lübnan), Byblos Tourism and Travel Agency Şirketi (Lübnan), Fastlink, Page Galeri, Goodwill Charitable Yardım Kurumu (ABD), İslami Direnişi Destekleme Kurulu (Lübnan), Cihad İnşaat Şirketi (Lübnan), Şehit Şirketi (Lübnan), Kerba Süpermarket ve Hişam Namr Hanafer (Gambiya), Kamil Amhaz (Lübnan), Tajco Şirketi (Lübnan), Wonder World Tatil Beldesi (Nijerya), Kasım Alik (Lübnan), Ali Atvi (Lübnan), Ali Musa Dakuk el-Musavi (Lübnan), Muhammed Cabur (Irak).
Bu liste eğer bir şeye işaret ediyorsa o da Hizbullah’ın gelir kaynaklarının, finasörlerinin ve uyruklarının çeşitliliğidir. Yani ABD, Hizbullah’ın bir kolunu kesmeyi başarsa bile dünyanın birçok yerine yayılmış olan diğer kollarının hepsini kesmesi mümkün değildir. Bu nedenle ABD doğrudan milletvekillerine yaptırım uygulamaya yönelmiştir. ABD yönetimi de kendi içinde yaptırımların hala istenen etkide olmadığını çok iyi bilmektedir.
Hizbullah’ın finansman hareketleri
Bilgi aldığımız kaynak şunu da ekledi:”Latin Amerika ülkeleri özellikle de Kolombiya, Venezuela, Meksika ve Paraguay yanında Kongo Cumhuriyeti ve Benin Cumhuriyeti başta olmak üzere Afrika ülkeleri Hizbullah’ın finansman hareketlerinde çok önemli noktalar sayılmaktadır. Örgüt kara para aklamadan uyuşturucu kaçakçılığına büütn faaliyetlerini bu ülkelerde yürütmektedir. Elde edilen gelirlerin transferi ise havayolu ile – bilindiği gibi kara, deniz ve hava sınır noktaları onların kontrolü altında- ya da Beyrut ve Şam arasındaki uluslararası karayolu aracılığıyla karadan gerçekleşmektedir. Silah ve roketleri bile Lübnan’a nakletmeyi başaran Hizbullah, paralarını nakletmekte mi aciz kalacak?”
Ardından sözlerini şu şekilde sürdürdü:
”Aynı şekilde örgüt, Suriye topraklarındaki varlığından da maddi bir gelir elde etmektedir. Suriye’yi Lübnan’a bağlayan bütün sınır noktaları yanında pazarları  ve bölgeleri de kontrol etmektedir.  Oradan gelen raporlar da bunu kanıtlamaktadır.  Nitekim Suriye’deki el-Kuseyr bölgesinde yerli halk evlerinden ve topraklarından kovularak bütün her şey Hizbullah’a verilmiştir.”
En güçlü gölge adamlardan: Alex Saab
Kaynağın verdiği bu bilgiler, Kolombiyalı El Tiempo ve Panamalı Panam Post vb. Latin gazetelerinde 14 Ekim 2018 tarihinde “ABD ve İsrail, Maduro’nun birinci adamının Hizbullah ile dostluğunu deşifre etti” başlığı altında yapılan haberler ile uyuşmaktadır. Haberlere konu olan kişi; soruşturmaların Venezuela Başkanı Maduro ile ilişkisi olduğunu deşifre ettiği hatta  Maduro’nun birinci adamı olduğu söylenen Kolombiyalı işadamı Alex Saab’tı. Başsavcılık Ofisi ile Dijin yani Kolombiya İnterpolü’nün 2 yıla uzanan soruşturmaları, Saab ve kardeşleri Emin ve Louis’in kumaş ticareti yaptıklarını ama bunun bir vitrinden ibaret olduğunu ortaya çıkardı. Yine soruşturmalardan elde edilen bilgilere göre; Saab 2011-2014 yılları arasında Kanada, İngiltere, ABD ve Venezuela arasında çok büyük miktarda para transferleri gerçekleştirmiş ve Kolombiya’nın başkenti Bogota’daki ticari faaliyetlerini oldukça kazançlı olmasına rağmen 2016 yılında tamamen sona erdirmiş.
Görünüşe bakılırsa; Kolombiya Başsavcılık Ofisi, kara para aklama faaliyetleri ile ilgili soruşturmanın kalbinde yer alıyordu. Ama soruşturmaların derinleşmesi; Yerel Tedarik ve Üretim Komitesi’nin hazırladığı Venezuela hükümet programının yaptığı yiyecek ithalatından ek bir ücret karşılığında yasadışı bir şekilde faydalananlardan biri olduğu gerekçesi ile Saab’ın da kovuşturmaya maruz kalmasına yol açtı. Soruşturma sonucunda Saab’ın, görüşmelerin ardından Maduro’nun imzasını taşıyan bir anlaşma ile Venezuela’ya 200 milyon ABD doları değerinde hem de ek bir ücret ile gıda madddesi sattığını ortaya çıktı. Ayrıca Hizbullah ile ilişkisi de deşifre edilen Alex Saab, Venezuela’daki en güçlü gölge adamlardan biri sayılıyor ve bu yüzden de hakkında herhangi bir yayın yapılması yasak.
Alex Saab hakkındaki soruşturma, onun faaliyetleri ile Bumeran Chavez adlı kitabta yer verilen bilgilerin birbiri ile uyuştuğunu ortaya çıkardı. Bu kitapta; 2007 yılında o dönemde Venezuela Dışişleri Bakanı Maduro ile Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah arasında Şam’da gerçekleşen toplantıda hazır bulunan Venezuela Maliye Bakanı Yardımcısı, Ekonomik ve Sosyal Kalkınma Bankası (Bandes) Başkanı Rafael İsa’nın tanıklığına yer verildi. Rafael İsa’nın anlattığına göre; Maduro ile Nasrallah bu toplantıda, uyuşturucu ticareti, kara para aklama, silah yardımı, Hizbullah üyelerine Venezuela pasaportu verme ve bu Şii radikal örgütün Venezuela’da hücreler inşa etmesine kadar bir dizi konuda anlaşmalar imzalamış.
Gazete ayrıca Venezuela’nın Hizbullah ile birlikte Gazi Nasıruddin (örgüt içindeki kod adı Ebu Ali) meselesinde de işbirliği yaptığını da belirtti. Nasıruddin 2008 yılında ABD Hazine Bakanlığı ve Interpol tarafından aranıyordu. Kendisi Şam’daki Venezuela Büyükelçiliği’nde maslahatgüzarlık görevinde bulunmuş ardından da Venezuela’nın Lübnan Büyükelçiliği’nde Siyasi İşler Müdürü görevini yürütmüştü. Daha sonra Brezilya’da görülen Nasıruddin,  kaynakların 2015 yılında Brezilyalı Veja dergisine verdiği bilgilere göre; teröristlerin gerçek kimliğini gizlemek için Venezuela tarafından sağlanan orjinal pasaportların üretim ve dağıtımını yapan bir ağ kurmuştu.
Tarık el-Aissami kimdir?
Tarıck el- Aissami; Suriye kökenli, Venezuela devlet başkanının eski yardımcısı ve sanayi bakanıdır. Uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı ile suçlanmasının ardından ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosu’nun (ICE) yayınladığı 10 kaçak ve arananlar listesinde onun adı da eklenmiştir.
Venezuela ile ilgili güvenlik meselelerinde uzman Martin Rodel kendisini; “El- Aissami, ABD’nin ulusal güvenliği için son derece tehlikeli birisidir. Kendisi bir yandan geleneksel bir uyuşturucu kaçakçısı bir yandan da Hizbullah ile ilişkisi olan biridir” diye tarif etmektedir. Yapılan soruşturmalar; el- Aissami’nin örgütünün, Hizbullah’ın Avrupa’da yönettiği uyuşturucu ağının ana tedarikçilerinden biri olduğunu deşifre etti.
Martin Rodel;” Bu uyuşturucudan elde edilen gelirler, Hizbullah’ın sahip olduğu finansman kaynaklarının bir parçası haline geliyor ve terör saldırılarından İsrail’e yönelik saldırılara farklı faaliyetlerde kullanılıyor” diye ekledi.
El- Aissami’nin faaliyetleri sadece terör ve teröristlere diplomatik pasaportlar sağlamak ile sınırlı görünmemektedir. Bilakis Venezuela’dan uyuşturucu sevkiyatını da kolaylaştırmaktadır. ABD Hazine Bakanlığı’nın verdiği bilgilere göre; el- Aissami, Venezuela limanlarından ayrılan uyuşturucu yolları yanında hava üssünden kalkan uçakları da kontrol ediyordu.
Yıllar içinde Tarık el-Aissami; İslamcı militanları Venezuela ve komşu ülkelere getirmek, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya yasadışı finansman transferi için bir terör hattı gibi çalışan farklı düzeylerde bir finans ağı inşa etti. ABD’ye göre; Venezuela ile dünyanın farklı ülkelerindeki en az 12 şirket bu uyuşturucu kaçakçılık ağının bir parçasıydı.
El- Aissami ailesinin şubeleri var
İstihbarat kaynakları; Tarık’ın kardeşi Firas el-Aissami’nin, aralarında Arap kökenli vatandaşların Venezuela’ya girişlerini sağlamak gibi bir dizi faaliyetin sorumluluğunu üstlendiğini ortaya çıkardı.
Bu ağ içerisindeki en önemli kişi ise Tarık’ın kuzeni Husam el-Aissami’dir. Venezuela’nın Ürdün Büyükelçiliği’nde danışman sıfatıyla çalışan Husam, Hizbullah ile ilişkisi olan kişilere pasaport ve vize sağlama konusunda  aktif bir rol oynamaktadır.
Son olarak Tarıck’ın kızkardeşi, Venezuela’nın Hollanda Büyükelçisi ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde Venezuela’yı temsil eden Hayfa el-Aissami de vardır. Hayfa, Maduro diktatörlüğüne karşı daha fazla soruşturma açılmasını engellemek için Uluslararası Ceza Mahkemesi ile ilişkilerle ilgilenmektedir.
Maduro yalanlıyor
Haftalık Venezuela dergisi, 12 Temmuz’da yayınladığı sayısında; Maduro, bakanlarından birinin Hizbullah ile ilişki içinde olduğunu yalanlıyor başlığı altında Venezuela Devlet Başkanı’nın şu açıklamasına yer verdi:”Ben Tarık el-Aissami’yi çok iyi tanıyorum. Hayatı boyunca Hizbullah’tan hiç kimse ile bir ilişkisi olmadı.”
İspanyol ABC kanalı ise 7 Temmuz’da yayınladığı haberde; Hizbullah’ın uyuşturcu ticareti ve kaçakçılığına katılmasını kolaylaştırmaktan, içişleri ve adalet bakanlığı yaptığı 2008-2012 yılları arasında örgüt üyeleri ile diğer radikal unsurlara pasaport ve vize sağlayarak Hizbullah’ın Venezuela’ya girip yerleşmesinden sorumlu kişi olarak Tarık el-Aissami’nin defalarca soruşturmaya çağrıldığını duyurdu.
Aktif hücreler
Foreign Policy’nin 9 Şubat 2019’da Hezbollah Is in Venezuela to Stay başlığı altında yayımladığı raporda; ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, Venezuela’daki mevcut istikrarsız durum, terörist grupların özellikle de Hizbullah’ın varlığı ve Trump yönetiminin Venezuela’da Hizbullah’ın aktif hücreleri olduğunu düşündüğü ile ilgili soruya verdiği yanıta yer verildi:”İranlılar Venezuela halkını etkiliyorlar çünkü Hizbullah, Tahran tarafından eğitilmiş, donatılmış ve finanse edilmiştir.”
Foreign Policy’nin raporu; Hizbullah’ın Venezuela’ya ait, çok sayıda Lübnanlı Şii’nin ikamet ettiği Margarita adasını üs esindiğini ve Hugo Chavez döneminden  başlayarak Madoru’ya kadar 20 yıl boyunca adada kendisine bir altyapı oluşturduğunu da eklemektedir.
Kokain kaçakçılığı halkası
Hizbullah’ın Venezuela’da uzun bir tarihi vardır. Geçen yüzyılın ilk 10 yılında kokain kaçakçılığı halkası, Hizbullah’a bağlı bir Lübnanlı vatandaş olan Şükri Harb’ın yönetimi altında oldukça aktifti. Lakabı Taliban olan Şükri Harb; Arjantin, Paraguay ile Brezilya sınırlarının birleştiği ve kötü bir şöhrete sahip, neredeyse kanunsuz bir bölge sayılan üçlü sınır bölgesinde faaliyet gösteren bir uyuşturucu tüccarı, kara para aklayıcısıydı.
Bu bilgilerden yola çıkarak; Hizbullah’ın gelecekte artık İran’ın desteğine ihtiyaç duymamasını sağlayacak ve finansal bağımsızlık temin edecek geniş bir ilişkiler ağına sahip olduğu söylenebilir.
Nitekim bunu bizzat Hasan Nasrallah dillendirmiştir:”Bunu daha önce bir iç toplantıda belirtmiştim. Bir kez daha ve bu kez canlı yayında dillendirmemin iyi olacağını düşünüyorum. Ben 2 ay önce televizyondan insanlara gelin Yemenli çocuklar için bağış toplayalım demedim. İnternet siteleri, Nur radyo kanalı ve sosyal medya ağları böyle bir kampanya başlatmışlar. Birkaç hafta içerisinde Lübnan gibi küçük ve zor koşullar altında yaşayan bir ülkede 2 milyon dolar bağış toplamışlar. Ben sadece bu parayı alıp Yemen’de ilgili kişilere teslim ettim.”
Son olarak; Latin Amerikalı gazetelerden biri 10 Nisan’da şu başlığı taşıyan bir yazı yazı yayınlamıştı:
“Maduro devrilmedikçe Hizbullah’ın Venezuela’daki varlığı sona ermeyecektir.”



Trump: Ukrayna'daki savaşı bitirmeye çalışıyoruz ve planım Kiev'e 'nihai' teklif değil

ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray bahçesinde gazetecilere konuşuyor (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray bahçesinde gazetecilere konuşuyor (AFP)
TT

Trump: Ukrayna'daki savaşı bitirmeye çalışıyoruz ve planım Kiev'e 'nihai' teklif değil

ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray bahçesinde gazetecilere konuşuyor (AFP)
ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray bahçesinde gazetecilere konuşuyor (AFP)

ABD Başkanı Donald Trump dün yaptığı açıklamada, ülkesinin Ukrayna ve Avrupa ülkeleriyle barış planı hakkında görüşmelerden önce Rusya-Ukrayna savaşına son vermeye çalıştığını söyledi.

Trump, medyaya yaptığı açıklamada, savaşı sona erdirme planının Ukrayna'ya "nihai teklif" olmadığını belirterek, Ukrayna savaşının "bir şekilde" sona erdirilmesi gerektiğini vurguladı.

ABD Başkanı, "Zelenskiy barış planını reddederse, tüm gücüyle mücadeleye devam edebilir" ifadesini kullandı.

Axios haber sitesi, dün bazı kaynaklara dayanarak, ABD'nin Cenevre'de Ukrayna ve AB ülkeleriyle Trump'ın planı hakkında görüşmelerde bulunacağını bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın Axios'tan aktardığına göre, Beyaz Saray özel temsilcisi Steve Witkoff ve Kara Kuvvetleri Bakanı Dan Driscoll'un da yer alacağı ABD heyetine Dışişleri Bakanı Marco Rubio'nun başkanlık etmesi bekleniyor. Driscoll, perşembe günü Kiev'de Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile bir araya gelerek kendisine ABD planını sunmuştu.

İnternet sitesinde, bir ABD yetkilisinin "Trump'ın barış anlaşmasını onlar için mümkün olan en iyi hale getirmek için Ukraynalı yetkililerle çalışmaya devam ediyoruz" dediği aktarılırken, nihai anlaşmanın ayrıntılarının Trump'ın planının orijinal versiyonundan farklı olabileceği belirtildi.

Zelenskiy, dün yaptığı açıklamada, Rusya ile savaşı sona erdirmek için atılacak adımlar konusunda önümüzdeki günlerde ortak ülkelerle istişarelerde bulunulacağını söyledi.

Dün AFP’ye konuşan kaynaklara göre Fransız, Alman ve İngiliz ulusal güvenlik danışmanları, Ukrayna'ya yönelik Amerikan planını görüşmek üzere bu sabah Cenevre'de Amerikalı ve Ukraynalı mevkidaşlarıyla bir araya gelecek.

Bir kaynak, "Fransa cumhurbaşkanının danışmanının yarın E3'teki (Almanya, Fransa ve İngiltere) meslektaşlarıyla birlikte Cenevre'ye gideceğini" belirtti. Bir başka kaynak ise "görüşmelerin ABD, E3 ve Ukraynalılar arasında gerçekleşeceğini" açıkladı.


ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
TT

ABD’nin Ukrayna planının ardındaki Rus ekonomist kim?

Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)
Dmitriev'le (solda) Witkoff, nisanda Rusya'da da bir araya gelmişti (Reuters)

ABD öncülüğünde hazırlanan Ukrayna barış planında Kremlin'i temsilen görüşmelere katılan Harvard eğitimli Rus ekonomist Kirill Dmitriev'in oynadığı rol uluslararası basında mercek altına alındı. 

ABD Başkanı Donald Trump'ın yönetimince hazırlanan 28 maddelik barış planı bu hafta Kiev'e sunulmuştu. 

Trump'ın damadı Jared Kushner ve Başkan'ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff'la Rusya Doğrudan Yatırım Fonu (RDIF) Başkanı Kirill Dmitriev, geçen ay Miami'de bir araya gelerek planın detaylarını görüşmüştü. 

Reuters'ın analizinde, 2022'de patlak veren Ukrayna savaşının ardından Washington'ın RDIF'yi yaptırım listesine aldığı belirtiliyor. Adının paylaşılmaması koşuluyla konuşan bir ABD'li yetkili, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in uluslararası ekonomik işbirliğinden sorumlu özel temsilcisi Dmitriev'in ülkeye girişi için Beyaz Saray tarafından özel izin çıkarıldığını söylüyor. 

Miami'deki görüşmeler hakkında bilgi sahibi iki yetkili, Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Sekreteri Rüstem Ümerov'un da Witkoff'la planı görüşmek için şehre gittiğini belirtiyor. 

Kaynaklar, Witkoff'un bu ziyarette Ümerov'a planı anlattığını ifade ediyor. Ayrıca ABD'nin planı çarşamba günü Türkiye aracılığıyla Ukrayna'ya ilettiğini söylüyor. Beyaz Saray taslak metni perşembe günü doğrudan Kiev'e sunmuştu. 

Ümerov ise süreçte sadece "teknik rol" oynadığını ve ABD'li yetkililerle planın detaylarını görüşmediğini savunuyor. 

ABD'li yetkililer, Trump yönetiminin Dmitriev'le görüşmesinin "istihbarat içinde endişe yarattığını" da belirtiyor. CIA'in yorum taleplerine yanıt vermediği aktarılıyor. 

Gençken Stanford ve Harvard gibi prestijli Amerikan üniversitelerinde eğitim gören Dmitriev'in adı, ABD'de 2016'da yapılan başkanlık seçimlerine Rusya'nın müdahale ettiği iddialarına yönelik soruşturmayı yürüten eski Özel Yetkili Savcı Robert Mueller'in raporunda da geçiyor. 

Dmitriev'in Trump'ın ilk döneminde Washington-Moskova ilişkilerini yeniden tesis etmek için temaslarda bulunduğu belirtiliyor. Bu dönemde Dmitriev özellikle Kushner'la birebir diyaloğa geçmiş.

Raporda, Dmitriev'in Irak savaşında sivillerin öldürülmesindeki rolüyle gündeme oturan ABD'li özel güvenlik şirketi Blacwater'ın CEO'su Erik Prince'le 2019'da görüştüğü de belirtiyor. Trump destekçisi Prince'le Rus ekonomistin ABD-Rusya ilişkilerini ele aldığı yazılıyor.

Diğer yandan Dmitriev, Trump yönetiminden eleştiri de almıştı. Ekonomist, Trump'ın Rus petrol devlerine geçen ay yaptırım uygulama kararını eleştirmiş, bunun fiyatları artıracağını söylemişti. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent ise Dmitriev'e çıkışarak onu "Rus propagandacısı" diye nitelemişti. 

Independent Türkçe, Reuters, BBC, Guardian


Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla
TT

Trump'ın iki kutuplu bakış açısı, çok kutuplu dünyayı yorumlamada neden yanlış?

Al Majalla
Al Majalla

Shirley Yu

ABD Başkanı Donald Trump, geçtiğimiz ekim ayında Güney Kore’nin Busan şehrinde Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile yapacağı görüşme öncesinde yaptığı “G2 yakında toplanacak!” açıklaması sadece diplomatik bir nezaket gösterisi değildi. Trump, tek kutuplu dünyanın sonrasındaki dönemde ABD’nin rolünü radikal şekilde yeniden tanımlayan bir hamleyle Amerikan siyasetinde uzun süredir modası geçmiş olarak kabul edilen bir kavramı yeniden gündeme getirdi.

Trump’ın ‘G2’ anlayışı Soğuk Savaş dönemindeki iki kutupluluğa geri dönüş anlamına gelmediği gibi, ABD dış politikasının pragmatik olarak yeniden düzenlenmesinde de gerçek anlamda küresel güç paylaşımına doğru bir dönüşümün işareti olmadığı kesin. Aksine, bu yeni çerçeve, Washington’a tek kutuplu bir güç olarak eski sorumluluklarını yüklemeden ABD’nin çıkarlarına hizmet ediyor. Daha da önemlisi, Pekin’in fiili tepkisi, Çin’in ‘G2’ ya da diğer bir deyişle ‘İkili Grup’ etiketini sembolik olarak kabul etmesine rağmen, halen çok taraflılığa dayalı, ikili ilişkiler yerine çok taraflılığa dayalı tamamen farklı bir dünya düzeni vizyonuna bağlı olduğunu ortaya koyuyor.

Trump’ın G2’si ile Bush’un G2’si aynı değil

G2 kavramı, Amerikan siyasi çevrelerinde, şu anda yeniden kullanıldığı şekilden daha mütevazı bir biçimde ortaya çıktı. Bu kavram, 2005 yılında ABD’li ekonomist Fred Bergsten tarafından, eski ABD Başkanı George W. Bush yönetimi döneminde Çin'in ekonomik yükselişinin ardından ortaya çıkan zorluklara pratik bir çözüm olarak önerildi.

Çin'in küresel sistemde sorumlu bir aktör haline gelmesini gerektiren uluslararası konularda iki ülke arasında iş birliği mekanizmalarına acil ihtiyaç vardı. G2 kavramı, Pekin’in küresel ekonomik çöküşü önlemek için koordinasyon çabalarında önemli bir rol oynadığı 2008 küresel finans krizi sırasında zirveye ulaştı.

Çin bugün, bu kavramın ilk ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı.

Ancak Washington, G2 kavramının Amerikan karar vericilerin kabul edilemez bulduğu; ABD ile Çin arasında eşitliğin dolaylı olarak tanınmasına atıfta bulunması nedeniyle bu çerçeveyi hızla terk etti. Eski ABD Başkanı Barack Obama yönetiminin son döneminde, bu fikir sessizce rafa kaldırıldı ve yerine stratejik rekabet retoriği ve ‘Amerikan Yüzyılı’ doktrini geldi.

Pekin G2’yi resmi olarak tanımadı, ancak sembolik çekiciliğini de kaybetmedi. Şi Cinping yönetimindeki Çin tarafından yapılan ‘Doğu'nun yükselişi ve Batı'nın gerileyişi’ hakkında tekrar eden açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Pekin, kendini bir süper güç olarak konumlandırmaya çalışıyor. G2 de özünde Çin'e istediğini veriyor. Zira Çin, ABD'ye neredeyse eşit bir rakip haline geldiğinin dolaylı olarak kabul edilmesini istiyor.

29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)29 Eylül 2022 tarihinde çekilen bu örnek fotoğrafta Çin yuanı ve ABD doları banknotları görülüyor (Reuters)

Karşılıklı zarar verme garantisi ve yeni baskı

ABD Başkanı Donald Trump'ın 2025 yılında ‘iki süper güç grubu’ fikrini benimsemesi, stratejik hesaplamalarda temel bir değişimi yansıtıyor. Bu değişim, yükselen güçlerin ABD liderliğinde küresel sorumlulukları üstlenmelerini amaçlayan Wilson dış politikası kapsamında ortaya çıkan kavramdan tamamen farklı. Trump ise Çin'i kontrol altına alınamayacak bir güç olarak gören ve çıkarlar mantığına göre onunla bir arada var olmanın gerekli olduğunu savunan, daha katı bir Jacksoncı gerçekçiliğe dayanıyor.

Çin bugün, bu kavramın ilk kez ortaya atıldığı zamana göre daha büyük bir ekonomiye ve daha gelişmiş teknolojiye sahip. Askeri modernizasyonu sayesinde de ABD ile arasındaki farkı önemli ölçüde azalttı. Trump, teknolojik kısıtlamalar ve ittifaklar yoluyla baskı uygulayarak Çin'i dizginleme girişimlerinin artık mümkün olmadığı ve bir düşmanı yenmek imkansız olduğunda, hassas bir güç dengesi içinde onunla başa çıkmanın daha iyi olduğu sonucuna varmış gibi görünüyor.

ABD ve Çin şu anda ekonomik olarak birbirleriyle derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdadır ve her iki liderin de kabul ettiği gibi, aralarındaki tam bir ayrılık gerçekçi ve olası değil.

Bu açıdan bakıldığında, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde ABD ve Çin liderleri arasında gerçekleşen görüşme, Washington ile Pekin arasında uzun süredir devam eden çatışmada geçici bir ateşkes olarak değerlendirilebilir. Trump'ın gerilimi durdurma kararı, iki gücün hayati küresel alanlarda hakimiyet kurduğunu ve her ikisinin de birbirine eşit zarar verebilecek durumda olması nedeniyle tek taraflı baskının artık etkili olmadığını kabul ettiğini yansıtıyor. Ancak, ekonomik zararda bir denge sağlanması, mutlaka istikrarlı bir ortaklık kurulduğu anlamına gelmiyor. Bu daha çok, karşılıklı kayıpların garantisi üzerine kurulu kırılgan bir istikrarı, güven veya gerçek iş birliği yerine karşılıklı yıkım korkusuna dayalı bir istikrarı işaret ediyor.

ABD’nin tutumundaki bu değişiklik özünde gerçekçi olsa da ilkelere veya değerlere dayanmıyor. Trump, Şi ile yaptığı görüşmeyi ‘harika’ olarak nitelendirerek, bunun sonucunda ‘muazzam miktarda soya fasulyesi ve diğer tarım ürünleri’ elde edildiğini belirtti. Bu ifadeler, iki tarafı bir araya getiren konuların eşit ülkeler arası küresel ortaklık değil, iki büyük güç arasındaki ticari bir anlaşma olduğunu gösteriyor. Trump, G2 çerçevesini, çok taraflı çerçevelerin ve geleneksel ittifakların kısıtlamaları dışında ikili anlaşmalara varmak için uygun bir araç olarak görüyor. Böylece Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Avrupa Birliği (AB) ve Washington’ın diğer ortakları gibi kurumlardan uzak bir şekilde müzakere etme imkanı buluyor.

Gümrük vergisi indirimi anlaşmaları, nadir toprak elementleri düzenlemeleri ve fentanil kaçakçılığıyla mücadele kapsamındaki taahhütler, bu anlaşma temelli diplomasinin en göze çarpan özellikleri olarak ortaya çıkıyor. Ancak bunlar hiçbir şekilde iki gücün liderliğindeki ortak bir küresel düzenin temelini oluşturmuyor.

Trump’ın G2 vizyonu, Soğuk Savaş'a geri dönüş demek değil

Trump'ın G2 vizyonu, Bush döneminde ortaya çıkan vizyonla aynı değil. Bunun yanında hiçbir şekilde Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasına geri dönüşü de temsil etmiyor. O dönemde dünya, ideolojik ve askeri ayrılıklarla karşı karşıya olan iki süper güç olan Sovyetler Birliği ve ABD arasında bölünmüştü. Çoğu ülke bu iki süper güçten birine katılmak zorunda kalmıştı. Avrupa bağımsız bir güce sahip değildi, Asya ise ideolojik vekalet savaşlarının yaşandığı arenaydı.

Ancak bugün dünya tamamen farklı yapısal koşullar altında işliyor. Avrupa, gücü azalmasına rağmen, önemli ekonomik ve normatif ağırlığa sahip bağımsız bir kutup olmaya devam ediyor. Japonya ve Güney Kore artık sadece ABD’nin müttefikleri değil, kendi bölgesel hedefleri olan stratejik aktörler. Hindistan, ABD ve Çin'in etkisi arasında bağımsız konum arayan gerçek bir süper güç olarak ortaya çıkmıştır. Brezilya'dan Nijerya'ya ve Vietnam'a kadar uzanan Küresel Güney, rakip bloklarla ittifak kurmak yerine stratejik bağımsızlık peşinde.

Karşılıklı olarak ekonomik bağımlılık, iki kutupluluğun anlamını tamamen değiştirdi. Soğuk Savaş döneminde, ABD ve Sovyetler Birliği ekonomik olarak birbirinden ayrıydı. Güçleri, küresel ekonomiye entegrasyonlarına değil, askeri güçlerine ve ideolojik çekiciliklerine dayanıyordu. Bugün ise ABD ve Çin ekonomik olarak derin bir şekilde iç içe geçmiş durumdalar ve her iki ülkenin liderinin de kabul ettiği üzere tamamen ayrılmaları ne gerçekçi ne de olası bir durum.

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor.

Bu da Trump ve Şi, G2 konusunda açık bir anlaşmaya varmış olsalar bile (ki varmadılar) bunun etkisinin sınırlı olacağı anlamına gelir. Süper güçler Soğuk Savaş döneminde dünyayı ideolojik bloklara bölüp vekalet savaşları ve propaganda yoluyla iradelerini dayatabilmişlerdi. Bugün ise dünyayı bölmeye yönelik herhangi bir girişimin, itiraz etme kapasitesine sahip diğer güçler tarafından derhal reddedileceğine şüphe yok. Örneğin Suudi Arabistan, ABD’nin askeri koruması karşılığında Çin ile ekonomik bağlarını koparmayacak, Vietnam dengeleme stratejisinden vazgeçmeyecek ve Hindistan, dış politikasının ABD'nin iradesine tabi olduğu bir dünyayı kabul etmeyecektir.

Pekin'in bakış açısıyla Trump'ın ikili yaklaşımının yumuşak şekilde reddedilmesi

Bu bağlamda Pekin'in, ABD Başkanı Donald Trump'ın G2 konsepti önerisine verdiği tepkisi dikkati çekiyor. Bu öneri, ABD ile Çin arasındaki göreceli eşitliği zımnen kabul etmek anlamına gelse de küresel sistemin ikili liderlik fikrini gerçek anlamda kabul etmekten uzak. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre aksine, Trump'ın sanayi politikalarından teknoloji liberalleşmesine ve Amerikan imalat sektörünün canlandırılmasına kadar uzanan ‘Önce Amerika’ gündemi, esasen 21’inci yüzyılda ABD’nin mutlak hegemonyasını pekiştirmeyi amaçlıyor.

ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, 30 Ekim'de Güney Kore'nin Busan kentinde düzenlenen Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği (APEC) zirvesi kapsamında yapılan ikili görüşmenin ardından Gimhae Uluslararası Havalimanı'ndan ayrılırken (Reuters)

Pekin, G2 çerçevesini açıkça reddetmiyor. Çünkü bunu yaparsa, diğer hiçbir başkanın yapmadığını yapan bir ABD başkanıyla gereksiz şekilde gerilime yol açabilir. Ancak tam olarak kabul de etmiyor. Bunun yerine Çinli yetkililer bu kavramı, iki gücün dünyaya iradesini dayattığı iki kutuplu bir sistem olarak değil, çok taraflılığa daha geniş bir bağlılık çerçevesinde iki büyük gücün ortak konularda koordinasyon kurmasına olanak tanıyan düzenleme şeklinde yeniden tanımlamaya çalışıyor. Çin Dışişleri Bakanlığı’nın bir sözcüsü yaptığı açıklamada, Çin'in gerçek çok taraflılığa bağlı kalmaya ve çok kutuplu, eşitlikçi ve düzenli bir dünya için çalışmaya devam edeceği yönündeki ülkenin kesin tutumunu bir kez daha vurguladı.

Pekin, bu şekilde G2 çerçevesini resmi olarak kabul etmekle birlikte, onun özünü reddediyor. Evet, Çin ve ABD küresel etkiye sahip büyük güçlerdir, ancak bu etki iki kutuplu dünyada değil, çok kutuplu bir dünyada geçerli.

G2 çerçevesi dışındaki güçler

Trump'ın G2 kavramını yeniden canlandırması, Washington ve Pekin'in ikili müzakereler yoluyla küresel düzeni yeniden şekillendirme yeteneğini abarttığı için bir takım gerçek riskler taşıyor. Bu ifadenin kullanılması, müttefik başkentlerde ABD yönetiminin onların aleyhine Çin ile anlaşmalar yapacağından endişe duyulmasına neden oldu.

Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak daha derin sorun, Avrupa, Japonya, Hindistan ve diğer ülkeleri ikincil konuma yerleştiren Trump'ın dünya görüşünde yatıyor. Bu görüş, çarpık bir stratejik gerçekliği yansıtıyor. Dünya 2025 yılında, Washington ve Pekin arasındaki ikili rekabet temelinde dönmeyecek, aksine büyük ve orta büyüklükteki güçlerin etkileşime girerek sonuçları şekillendirdiği, bölgesel ittifakların küresel rekabetin ötesinde önem kazandığı ve ekonomik ve askeri gücün otomatik olarak siyasi sadakate dönüşemediği karmaşık bir manzaraya sahip olacak.

ABD’nin tek taraflılığının ötesinde

G2 kavramı, üst düzey ikili toplantıları ifade etmek için kullanılan diplomatik bir terim olarak kullanılmaya devam edebilir. Bu da ticaretteki gerilimleri hafifleten ve belirli konularda ABD ile Çin arasında ortaklık izlenimi veren ek anlaşmaların önünü açabilir. Ancak bu kavramın ifade ettiği gibi, küresel sistem yapısının radikal bir şekilde yeniden düzenlenmesinin önünü açmaz. Çin, dikkatli diplomatik diliyle, bu kavramın altında yatan varsayımları kabul etmediğini açıkça belirtti. Kendisini dünyanın eş lideri olarak değil, şekillenmekte olan çok kutuplu dünyada birkaç büyük güçten biri olarak görüyor.

Trump’ın vizyonu ile Çin’in vizyonu arasındaki bu uyuşmazlık -ve her ikisi ile 2025’in jeopolitik gerçekliği arasındaki uyuşmazlık- Busan’daki zirvenin gerçek sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Trump, her zamanki açık sözlü tavrıyla, Washington ve Pekin'in karşılıklı olarak zarar verebilecek bir rekabete girmeyi tercih etmektense rekabeti yönetmeyi tercih ettiklerini ifade etti. Bu, başlı başına önemli bir konu.

Ancak asıl mücadele, iki kutuplu dünyanın liderliği için ABD ile Çin arasında değil, ABD’nin tek kutupluluğunun sona ermesinden sonra ne olacağına dair karşıt vizyonlar arasında yaşanıyor. Sonuç olarak bunu sadece Trump ile Şi arasında yapılan müzakereler değil, gelecekteki dünya düzenini şekillendirmede giderek daha etkili hale gelen diğer güçlerin tercihleriyle de belirlenecektir.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarfından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.