​Lübnan ayaklanması gücünü ve farklılığını günden güne kanıtlıyor

​Lübnan ayaklanması gücünü ve farklılığını günden güne kanıtlıyor
TT

​Lübnan ayaklanması gücünü ve farklılığını günden güne kanıtlıyor

​Lübnan ayaklanması gücünü ve farklılığını günden güne kanıtlıyor

Sawsana Mehanna
 Lübnan’daki halk hareketinin başlamasının üzerinden 26 gün geçti. Ayaklanmanın sonuçları ve tanımı konusunda ise birçok soru mevcut. Bu soruların başında şunlar geliyor:
“Halk hareketi bir devrim mi yoksa bir talep hareketi mi?”, “Halk hareketi şu ana kadar başarıya ulaştı mı yoksa birkaç faktörünün başarısızlığıyla ve yeni bir aşamaya geçiş sürecinde tehdit altında mı?”
17 Ekim’den kısa bir süre önce Lübnan’da “Halk, rejimi devirmek istiyor” sloganıyla ayaklanma başlayacağı hiçbir Arap ya da Lübnanlının aklına gelmezdi. Aksine gözlemciler ve analistler, Lübnan vatandaşlarının neden isyan etmediklerini merak ederdi. Ardından öyle bir an geldi ki kuzeyden güneye, Bekaa’dan Cebel’e ve başkent Beyrut’ta kadar neredeyse tüm Lübnanlılar tek bir sesle ve yürekle aynı talepler uğruna sokaklara akın etti.
Arap devrimleriyle benzer
Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dann çevirdiği haberde, gösterilere katılan eylemcilerden 45 yaşındaki Ahmed şu açıklamalarda bulundu:
“Ülkelerinde Arap Baharı devrimleri düzenleyen Arap arkadaşlarımdan utanıyordum. Bize daima insanların geneli tarafından kabul edilmeyen siyasi kazanımlara neden isyan etmediğimizi ve neden meşru haklarımızı talep etmediğimizi soruyorlardı. Bu ayaklanma başlayıp Lübnan bayraklarıyla meydanlara inene kadar bu sorular devam etti. Kendimi çok gururlu hissediyorum. Biz eğitimli insanlarız ve haklarımızın ne olduğunu biliyoruz.”
Ancak şu ana kadar bu ayaklanmanın bazı dezavantajları vardı. Bunların başında “boşluğu doldurmak için talep edilen yeni bir alternatif rejimin sağlanamaması, karmaşık ve çok sayıdaki talepleri düzenleyen bir parti oluşumunun ya da hareketin olmaması” geliyordu. Zira durumun bu şekilde devam etmesi halinde ayaklanmanın gücünü kaybetmesi muhtemel görünüyor.
“Halk, rejimi devirmek istiyor” sloganı, rejimin değişmesi ve devrilmesi halinde var olan gerçek bir alternatif üzerine kurulu olmalı.
Bu çerçevede Independent Arabia da Lübnan ayaklanmasına dahil olan bazı aktivist ve yazarların görüşlerini aldı.
Yazar ve gazeteci Yusuf Bazzi duruma dair şu değerlendirmelerde bulundu:
“Devrimlerin başarısı karmaşık bir konudur. Ancak Lübnan devrimi birçok büyük başarıya imza attı. Bu başarılar arasında ‘ilk olarak, özellikle de 2005 yılındaki bölünme olmak üzere siyasi bölünmeleri kırmak, ikinci olarak da ülkenin ahlaki ve siyasi değerlerini onarmak, yani ‘demokrasiye vurgu yapmak, kotanın ve mezhep abartılarının dışında otoriteyi yeniden imar etmek, eylemcilerin sokaklara inişlerinin ve siyasi mezhep uygulamalarının kaldırılması talebinin devamlılığını sağlamak var. Üçüncü olarak da bir sokağı bir başka sokakla korkutmak üzere yönetimin uyguladığı sindirme oyununu kırmak' bulunuyor.”
Siyasi bölünmeler
Ancak siyasi bölünmeleri kırmanın sonucunda ne yaşandı? Bazzi konuya dair şunları söyledi:
“Bu devrim Nebatiye, Sur, Baalbek ve Trablusşam’ın tanık olduğu birçok devrime kucak açtı. Bu durum, gösterilerin yalnızca Beyrut ile sınırlı olmadığını gösteriyor. Başka bir deyişle artık başkent ile sınırlı olmayan ve diğer taraflara taşınan bir kamuoyu bilinçlendirme üretimi söz konusu. Vatandaşlar, ortak Lübnan farkındalığına önem göstermeye başladı. Bunun yanı sıra kadınlar da ortaya çıktı ve kendi sloganlarını atmaya başladı. Bunlar, üniversite öğrencileriyle sınırlı bir elitizm sloganı değildir. Aksine Baalbek, Nebatiye ve Sur’daki kadınların meydanlara inmesiyle daha da ileriye gitti. Kadınlar, bu ayaklanmaya bir ‘dekor’ olarak değil de eylemci olarak katıldı, seslerini yükseltti ve haklarını talep etti. Bu durum, kamu yararına siyasi ve toplumsal bir farkındalığı yansıtıyor. Kadınlar, içerisinde bulundukları kutunun dışına çıktı. Bunun yalnızca Lübnan sokakları açısından değil, bir bütün olarak Arap dünyası açısından da yansımaları olacaktır.”
Lübnanlı yazar, halkın haklarının tam olarak bilince vararak sokaklara indiğini belirtti. “Ben, liderliği teslim almaya hazırım” diyen genç bir neslin ortaya çıktığını ve ülkeyi yöneten yaş piramidinin kökten değiştiğini vurguladı:
“Bu, bir gençlik devrimidir. Savaşta kararlı bir hafızaya sahip nesilden kopmak isteyen bir neslin devrimidir. Onların hafızaları 1990’lı yıllarda başlıyor ve bu durum, daha az mezhep merkezli ve daha az ırkçı sivil bir devlete kapı aralayacak.”
Bazzi, “Bu nesil, siyasi işlerde usta olan bir yönetime karşı nasıl ayakta duracak sorusuna şu yanıtı verdi:
“İktidardakiler muhalif akımları ayaklanmayı direniş silahına karşı olarak nitelendirerek çarpıtmaya çalıştı. Şiileri sokaklardan çıkarmaya çalıştı. Aynı şekilde Müstakbel Hareketi, sokaklarını onarmak ve meşruiyetini geri kazanmak için Hariri’nin istifasından yararlanmaya çalışarak aynı şekilde hareket etmeye yöneldi. ‘Yıllardır bu devrimi talep ediyoruz’ söylemiyle hareket dalgasını atlatmaya çalışan Özgür Yurtsever de hayatta kalmak için bölünmeleri çoğaltmaya çalıştı. Ancak sokaklar, bu tür eylemlerden ve sömürü girişimlerinden çok fazla etkilenmedi.”
Sonraki adımlar
Yusuf Bazzi, ayaklanmanın başarısı için atılacak sonraki adımlara ilişkin de değerlendirmelerde bulundu:
“Bu ayaklanma birçok krizden kurtulmanın tek yolu olarak belirli görevlere sahip. Bunlar arasında özel yasama yetkilerine sahip bir geçiş hükümeti oluşturmak, Lübnan halkının ve uluslararası toplumun güvenini kazanmak amacıyla ekonomik sorunlarla başa çıkmak ya da durumun daha da kötüleşmesini önlemek, krizleri azaltmak, reform programlarını başlatmak, yargının güçlendirilmesini ve dokunulmazların devrilmesini sağlamak, Lübnanlıların arzularına saygı duyan sivil bir seçim yasası hazırlamak yer alıyor. Bunların tamamı barışçıl bir sivil süreç kapsamında bulunuyor. Bu, rejime karşı bir darbe değil reform girişimidir. Bu devrim yeni bir anayasa talep etmiyor, Taif Anlaşması’nın ruhunu ve metnini korumak istiyor. Aynı zamanda bu ayaklanma, yozlaşmış yönetimi ve onu ekonomik kaynaklara bağlayan mafya ilişkilerini devirmek, kapitalistleri bankalardan ve diğer alanlardan uzak tutmak için ortaya koyulmuş bir girişimdir.”
Eylemcilerin, medeni bir yola başvuran ordu ve güvenlik güçlerine de saygı duyduklarına dikkati çeken Bazzi, devrimin en önemli başarısının “Lübnanlıların birbirlerini tanımaları” olduğunu vurguladı:
“Yönetimin uyguladığı yöntemler sayesinde sokaklar bölündükten sonra bir sınıfın karşısında başka bir sınıf olma klişesi kırıldı. Lübnanlılar, güzel bir birlikteliğin yanı sıra bilim ve teknolojiye açık küreselleşmiş bir kültürel devrimin pratiğini yapıyor. Lübnanlılar ayrıca şiddeti reddettikten sonra belirli bir yola yöneldi.” 
Barışçıl ayaklanma
Yazar ve siyasi analist Saad Kivan da duruma dair şu değerlendirmelerde bulundu:
“Fransız Devrimi ve Rus Bolşevik Devrimi (Ekim Devrimi) gibi genel devrimler köklü ancak radikaldir. Kan döküldü ve tarih boyunca devrimlere şiddet eşlik etti. Neyse ki Lübnan’daki ayaklanma oldukça barışçıl. Böyle devam etmesini umuyorum. Devrim olması, ölümlerin yaşanacağı anlamına gelmiyor. Devrimlerin mücadele aşamalarıyla ilişkilendirildiği doğru. Ama şu ana kadar Lübnan ayaklanmasının takip ettiği yol oldukça başarılı. Ayaklanmanın başarısı eylemcilerin birbirlerine bağlı ve bir olmaları, ne istediklerini bilmeleri de dahil birçok nedenden kaynaklanıyor. Aynı zamanda herhangi bir baş fiigür se yok. Bu durum, dinamik ve ademi merkeziyetçi olan bu ayaklanmaya güç veriyor ve bu ayaklanmayı 2005 ayaklanmasından ayırıyor. Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah ve Cumhurbaşkanı Mişel Avn, müzakere için bir birim veya sözcü atamalarını talep ederek birçok defa eylemcileri dağıtmaya çalıştı. Ama eylemciler müzakereyi kabul etmedi.”
Ayaklanmada “yaşamsal maliyetlerin artırılması, sağlık sigortası, elektrik krizinin onarılması” gibi çeşitli taleplerin ortaya koyulduğunu söyleyen Saad Kivan açıklamasına şöyle devam etti:
“Bunlar birleşik bir bağlamda geliyor. Haklı toplumsal taleplerdir. Siyasi taleplere gelince; ayaklanmaya eşlik eden tüm kargaşaya rağmen hükümetin istifası önemli ve temel talepti. Bunun yanı sıra bu gösteriler Şii bölgelerde de düzenlendi. Bu durum iktidarda çelişkilere yol açtı. Nasrallah, Cumhurbaşkanı'nın aksine hükümetin istifasını kabul etmedi. Eylemcilerin yönetimle müzakere etmek, gelecek hükümete katılmak gibi kendileri için kurulan tuzaklara düşmemeleri gerekiyor. Aynı şekilde sokaklardan uzaklaşmamaları da lazım. Tüm gösterilerin başlangıçta güç ve sayıyla devam etmesi şart değil. 
Siyasi analist, mevcut yönetimin, sokakları hayal kırıklığına uğratarak zaman kazanmaya çalıştığını belirterek “Eylemciler, ekonomik durumu ele alacak küçük bir teknokratlar hükümeti hususunda ısrar etmeli ve ardından da bir sonraki aşamada yeni seçim yasasına yönelmelidir” dedi.
Saad Kivan, iktidar partilerinin yönetimden uzaklaşma konusunda  uzlaşı sağlayıp sağlamayacakları sorusuna şu yanıtı verdi:
“Başbakan Saad Hariri’nin istifası genel olarak Lübnanlıların, özel olarak da sokakların talebi üzerine geldi. Bir teknokratlar hükümeti kabul edilirse mevcut yüzlerdeki değişiklikleri kabul etmeyecek olan Lübnanlılar karşısında güvenilirliklerini kaybedecekler. Dışişleri Bakanı Cibran Basil’in eşini kendi yerine getirebileceği söylendi. Bu kabul edilemez. Bunun yanı sıra Hizbullah, yaptırımlar ve parasal kriz altında yönetimden kolayca uzaklaşmayacak. Fakat şu anda uluslararası toplum tarafından kabul edilmiş Hariri gibi bir başka Sünni isim olmadığı göz önüne alındığında örtüsünü koruması Hariri’nin geri dönüşüne de bağlı. Eğer Hizbullah ve Cumhurbaşkanı Mişel Avn bir çelişki yaşıyorsa sorunlarını çözmeleri gerek. Ancak bu sokaklarda olmamalı.”



Tom Barrack ve Arabistanlı Lawrence

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters
TT

Tom Barrack ve Arabistanlı Lawrence

Fotoğraf: Reuters
Fotoğraf: Reuters

İbrahim Hamidi

ABD Başkanı Donald Trump'ın Türkiye Büyükelçisi ve Suriye- Lübnan Özel Temsilcisi Tom Barrack, her açıklaması veya tweeti ile tartışma yaratıyor. Sözleri, Ortadoğu'ya yabancı bir Amerikan sözlüğünden geliyor. Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra Sykes-Picot Anlaşması ile çizilen sınırları ve Batı'nın “(Ortadoğu'da) haritalar dayatmasını ve sınırları kurşun kalemle çizmesini” sert bir şekilde eleştirdi.

Tom Barrack, “Batı’nın müdahale dönemi sonsuza dek sona erdi. Gelecek, bölgenin kendi üreteceği çözümlerindir” dedi. Ayrıca, “giriştiğimiz beş savaşın” başarısızlıklarının ardından gelen “rejim değişikliği” ve “ulus inşası” politikalarını da tenkit etti.

Barrack, Suriye Emeviliğine ve Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara'ya olan hayranlığını dile getirerek, onu bağımsızlık için 12 yıl mücadele eden ABD'nin kurucu başkanı George Washington'a benzetti. Ayrıca, ABD'nin terörle mücadeledeki müttefiki olan Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) hedef aldı. Lübnanlıları, hemen harekete geçmezlerse “varoluşsal bir tehdit” ile karşı karşıya kalacakları, Bilad-ı Şam haritasına geri dönme kaderini yaşayacakları konusunda uyardı. Ayrıca, Lübnan’ın “Büyük Suriye” haritasına dahil olduğuna dolaylı olarak işaret etti.

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analize göre Barrack, her açıklamanın ardından ilk açıklamasını düzelten bir açıklama yayınlıyor. Ancak, Trump'ın Temsilcisi’nin Ortadoğu'daki kilit ülkeler hakkındaki bu açıklamalarının önemini küçümsemek hata olur. Bunu vurgulamak için de açıklamalarına eşlik eden gelişmelere ve açıklamalara dikkat çekmek gerekiyor.

Öncelikle, Başkan Trump, 13 Mayıs'ta Riyad'da yaptığı “Başkan Trump'ın Ortadoğu'da Müreffeh Bir Gelecek Vizyonu” başlıklı açılış konuşmasında Ortadoğu vizyonunu bizzat ortaya koydu. “Devlet inşacıları diye adlandırılanlar, inşa ettiklerinden çok daha fazla devleti yok ettiler” dedi. Ardından “Amerikalılar Irak ve Afganistan'da trilyonlarca dolar harcadılar, ancak hiçbir işe yaramadı. ABD, bu iki ülkeden geri çekildi ve başarısız oldu çünkü Amerikalı ‘müdahaleciler’ anlamadıkları toplumlara müdahale ettiler ve nasıl yaşanacağına dair dersler verdiler” diye ekledi.

Öte yandan, bölgenin ve liderlerinin ürettiği çözümleri övdü ve “modern Ortadoğu'nun doğuşunun bölge halklarının kendi elleriyle gerçekleştiğini” ve bunun “büyük bir dönüşüme” yol açtığını söyledi. Trump, “geçmişi” olan Suriye Cumhurbaşkanı Şara'ya da övgüler yağdırdı ve ardından “Suriye'ye bir şans” vermek için ona ve Heyet Tahrir eş-Şam'a yönelik yaptırımları kaldırdı.

Trump'ın Türkiye Büyükelçisi Barrack'ı Suriye ve Lübnan Özel Temsilcisi olarak ataması, Ankara'nın bir zamanlar Amerika'nın "Arabistanlı Lawrence'ı" olarak adlandırdığı Brett McGurk'ün politikalarına karşı büyük bir darbe

İkincisi, Trump'ın İran, Gazze ve Ukrayna Özel Temsilcisi Steve Witkoff gibi Barrack da Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinden ve Amerikan kurumlarından çok uzak ve Başkan Trump ile doğrudan dostluğu olan bir iş adamı. Ortadoğu'daki önemli meselelerdeki rolü artarken, Dışişleri Bakanlığı'nda müzakere ve diplomasi deneyimine sahip üst düzey yetkililerin atamaları ya ertelendi (örneğin, Dışişleri Bakan Yardımcısının yardımcısı olarak göreve başlaması planlanan Joel Rayburn) ya da Dışişleri Bakanı Marco Rubio tarafından uygulanan “kapsamlı reform planı” kapsamında Dışişleri Bakanlığı'ndan uzaklaştırıldılar.

Üçüncüsü, Barrack'ın nerede ikamet ettiğinin büyük bir önemi var, çünkü kendisi Trump'ın Türkiye Büyükelçisi. Ankara, eski Beyaz Saray Ortadoğu yetkilisi Brett McGurk ile ciddi bir sorun yaşıyordu. McGurk'ü Amerika’nın “Arabistanlı Lawrence’ı” olarak adlandırıyordu. Bununla, McGurk'ün, geçen yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu'na karşı Arap isyanını destekleyen İngiliz Arabistanlı Lawrence’a benzer şekilde, Doğu Suriye'de kendisine karşı bir Kürt oluşumu kurarak Ortadoğu haritasını yeniden çizmek istediğini kastediyordu.

Dolayısıyla, Trump'ın Türkiye'ye elçi olarak Barrack'ı ataması, McGurk'ün politikalarına karşı büyük bir darbe anlamına geliyor. Barrack'ın Suriye, Kürtler, Lübnan, haritalar ve Sykes-Picot Anlaşması hakkındaki açıklamalarında da bu açıkça görülüyor. Barrack'ın sözlerinin önemini pekiştiren, Trump'ın bizzat kendisinin Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın “dostu” olduğunu defalarca açıkça söylemiş olması. Hatta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'yu, Erdoğan ile askeri çatışma yerine Suriye konusunda bir anlaşmaya varmaya da teşvik etmişti.

Dördüncüsü, ABD'nin son on yıllarda Ortadoğu'daki politikaları, işlevsel olarak muhatap olduğu her rejimin hassasiyetlerini ve değerlendirmelerini dikkate alan birçok örtük, dile getirilmemiş mutabakat içeriyordu. Örneğin, Suriye güçlerinin 1976'da Amerikan onayıyla Lübnan'a girdiği tartışmasızdır. Hafız Esed, Çöl Fırtınası Harekâtı'na katılımı ve İsrail ile müzakereler karşılığında ABD’den yeşil ışık aldıktan sonra, 1990'da Mişel Avn isyanını bastırdı. Aynı durum, Filistin Kurtuluş Örgütü ve lideri Yaser Arafat'ın 1982'de Lübnan'dan sınır dışı edilmesi için de geçerliydi.

Bu mutabakatların sırları çekmecelerde ve söylemsel değerlendirmelerde saklı kaldı. Daha sonra al-Majalla’da, Suriye'nin 2005'te ordusunun çekilmesiyle vesayet döneminin sona ermesinden önce Lübnan'daki birçok eyleminin Amerikan onayıyla desteklendiğine dair bir dizi gizli Suriye belgesi yayınlayacağız.

Barrack'ın sözleri, Lübnan, Suriye ve Sykes-Picot Anlaşması doğmadan önce Osmanlı, Bilad-ı Şam ve Büyük Suriye’nin eyaletlerinden biri olan Zahle’den göç etmeden önce atalarının anlattığı hikâyelere duyulan bir özlem değil. Trump'ın ikinci döneminde söylenmiş olmaları, onlara daha fazla ağırlık kazandırıyor. Bunlar en azından boş veya tesadüfü sözler değil, aksine Beyaz Saray koridorlarındaki ciddi düşünceleri yansıtıyor. Çoğu, üst düzey liderler arasında kapalı kapılar ardında da söylenmiş olabilir. Ancak, gerçekleşmesi dengelere bağlı ve başarılı olması başka bir konu, çünkü birçok Amerikan macerası amaçlanandan farklı bir şekilde sona erdi. Trump yönetiminin hızlı sonuç almak istemesi ve görüşlerini desteklemek için uzun süreli bir askeri müdahaleye yanaşmaması, Barrack'ın tweetlerini tehlikeli ve rahatsız edici kılıyor ve etkileri sosyal medya platformlarının ötesine uzanıyor.